Ermeni
sorununda bugün yaşanan anlaşmazlıklar ya da daha doğrusu kargaşa, özünde bir
tarih hukuk çelişkisi olarak tanımlanabilir. Tartışma bir uluslararası hukuk
terimi olması gereken ancak çeşitli biçimlerde algılanan ve zamanla değişen,
hatta yozlaşan “soykırım” terimi etrafında dönmektedir.
Bu tartışma içinde ise taraflar tarihi seçici (selektif) bir biçimde
kullanmaktadır. Yani tarih, olayları belli bir neden sonuç ilişkisi içinde
anlatan, kendi içinde bir tutarlılığı olan bir tüm olmaktan çıkıp, herkesin
hukuki ya da hukukvari argümantasyonuna uygun düşecek kanıtları çekip çıkardığı
bir bilgi belge ambarı olarak kullanılmakta ve böylece, tarih hukukun tutsağı
olmaktadır.
Konuya girmeden önce iki hususu belirtmek isterim: Ermeni sorunu uzmanlarından
olduğumu sanmıyorum ve zaten bu konuda herhangi bir yapıtım yok. Bununla
birlikte, yıllarca önce 1970’li yıllarda Birinci Dünya Savaşı ve istiklal Savaşı
kapsamında bu konuyu da ele almak niyetiyle çalışmalarım olmuş ancak sonunda
vazgeçmiştim. Nedeni ise, aşırı derecede polemik nedeni olan bir ortamda tek bir
kişinin çabasıyla uzlaşmaya varmanın imkansızlığım kavramam olmuştu.
Dolayısıyla, buradaki konuşma bir mesaj verme ya da bir girişim başlatma
niteliğinde olmayıp, sizin katkılarınızla bir görüş alış verişi yapmaktır.
Hukuk ve Tarih Karşı karşıya
Hukukun amacı bir şeyi kanıtlamak, tarihin ise izah etmektir.Hukuk yargılar;
oysa, tarih değer yargısından uzak durur. Temel amacı bir neden sonuç ilişkisi
içinde olayları, gerçeklere mümkün olduğu kadar yaklaşarak göz önüne sermek ve
değer yargısını okuyucuya bırakmaktır.
Bir örnek vermek gerekirse; Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa’nın
Almanya’ya yapmış olduğu baskıların Hitler rejiminin ortaya çıkmasına katkıda
bulunduğunu söylemek, bu rejimi haklı çıkarmak demek değildir.
Bu durumda hukuk, tarihin verilerim kullanır; ancak, bunun için kendisinden
bağımsız olarak varolan bir tarih yazımı gereklidir. Aksine, tarih yazımı hukuk
kavramlarım kullanmaz ve tarih hukukun yardımcı bir öğesi, bir alt dalı
değildir. Dolayısıyla, kavram kargaşasından kurtulmak için yapılacak ilk iş,
tarihsel düşünce sistemini hukuksal düşünce sisteminden ayırmaktır. Başka bir
deyişle, hukuksal endişelerden ve art düşüncelerden bağımsız bir tarih
yazmaktır.
Bunun için de bugünün değerlerini ve kavramlarını tarihin çeşitli dönemlerine
mal etmekten kaçınmak gerekir.
Bu konuda da örnekler vermek mümkün; Roma uygarlığını köleci bir topluma
dayandığı için kötülemek, Osmanlı tarihinde yeniçeri devşirme sistemine ya da
padişahların kardeşlerini ortadan kaldırması olayına karşı rahatsızlık duymak
gibi.
“Soykırım” Anakronizm midir?
Soykırım tartışmasının bu biçimde bir anakronizm olduğunu söyleyebiliriz, ancak
bizi burada ilgilendiren konunun algılanmasında daha önemli bir anakronizm
vardır: Çok uluslu devlet (imparatorluk) ve ulus devlet kavramlarının birbirine
karıştırılması ve birincisine, ikincisinin açısından bakılması.
Türk tarafı olaylara, özünde devlete karşı ihanet olarak algılanan bir isyana
karşı yapılan bir “tenkil” (bastırma) hareketi açısından bakmaktadır. Bu bakış
Osmanlı’dan kopmaya çalışan tüm halkların hareketleri için de geçerlidir. 1916
Arap isyanı da bir ihanettir; 19. yüzyılda Balkan halklarının ayaklanmaları da
öyledir. Oysa burada, evrensel anlamda tarihsel bir süreç olan çok uluslu
imparatorluklardan ulus devletlere geçiş söz konusudur. 19. yüzyılda başlayan bu
süreçte Avusturya Macaristan ve Osmanlı imparatorlukları parçalanmış, Rus
imparatorluğunun parçalanması ise günümüzde halen sürmektedir.
Ermeni tarafına gelince, o da bu süreci göz ardı ederek olaylara ancak soyut
ırkçı bir izah getirmektedir. Bu görüşe göre, son tahlilde Türklerin Ermenileri
ortadan kaldırmağı onların barbarlığından kaynaklanmaktadır; böylece sunulan
nedenin oluşumunun kendisi ırkçı nitelik taşımaktadır.
Bu durumda, Ermeni sorununu Osmanlı împaratorluğunun çözülmesinde yaşanan
halklar mücadelesinin en trajik safhası olarak tanımlayabiliriz. Ancak, bunun
böyle olmasının nedenleri vardır ve bunlar araştırılmalıdır. Ben burada bu
konuda bazı ipuçları vermeğe çalışacağım.
Osmanlı imparatorluğu bünyesindeki halkların ayaklanması ve bu ayaklanmanın
başarıya ulaşarak ulus devletlerin kurulması üç temel öğeye bağlı olmuştur:
1. Ayaklanmanın entelektüel ve operasyonel altyapısını hazırlayacak, yani
aydınlanma ve örgütlenmeyi yürütecek, zengin ve okumuş bir zümrenin varlığı
2. Ayaklanmayı gerçekleştirecek ve ilerdeki ulus-devletin nüvesin; oluşturacak
kitlenin bir yörede yoğun bir biçimde bulunması
3 Dış destek, yani dönemin büyük güçlerinin desteği
Ermeni sorununun temelinde ikinci öğe, yani bir yörede yoğun bir Ermeni
çoğunluğunun olmaması yatmaktadır. Bunun diğer öğelere etkisi olmuştur:
Özellikle İstanbul’da yaşayan zengin ve entelektüel Ermeni kitlesi başarılı olma
olasılığı zayıf bu hareketin örgütlenmesini üstlenmemiş, örgütlenme yerel orta
sınıflara bırakılmış ve onun için de radikalleşmiştir. Yerel çoğunluğun olmaması
ayaklanmanın başarısını dış desteğe bağlı kılmıştır; oysa, aynı nedenler bu
desteğin I. Dünya Savaşma kadar çekimser kalmasına neden olmuştur. Ayrıca Yunan,
Sırp, hatta Arap ayaklanması bu halkları imparatorluğu savunan Osmanlı güçleri
ile karşı karşıya getirmesine karşılık, Ermeni sorununda iki milliyetçiliğin
Türk ve Ermeni milliyetçiliklerinin doğrudan çatışması söz konusudur. Bunun bir
nedeni, yukarıda belirttiğim gibi, aynı toprakların üstünde Ermeni, Kürt ve
Türklerin yaşaması; ikinci nedeni ise, Ermeni hareketinin güçlendiği sırada Türk
milliyetçiliğinin ortaya çıkması ve iki milliyetçiliğin birbirini beslemesidir.
“Tartışmalı” Olaylar
1. Ermeni sorununun başlangıcı 1830’lu 1840’lı yıllarda Osmanlı hükümeti
tarafından Kürt aşiretlerinin toprağa yerleştirilmesi girişimlerindedir.
Yerleşik düzene geçen Kürtlerin Ermeni köylerine yaptıkları baskılar huzursuzluk
yaratmış ve ilk Ermeni direnişlerine ve örgütlenmelerine yol açmıştır.
2. 1876 Bulgar ayaklanması, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve 1878 Berlin
Kongresi’nin Doğu vilayetlerinde reformlar konuşanda aldığı kararlar, Ermeni
kuruluşları arasında Bulgaristan örneğinin kullanılabileceği fikrini
uyandırmıştır. Yani mutlak bir çoğunluğun bulunmadığı alanlarda ayaklanma
hazırlamak, çevreye saldırarak tepkiyi üzerine çekmek ve bastırma
hareketlerinden doğacak uluslararası kamuoyundan faydalanarak dış güçlerin
müdahalesini sağlamak. Ancak 1893-1894’te yapılan bu girişimler, dönemin
uluslararası dengelerinden, özellikle de İngiliz-Rus ilişkilerinden dolayı bir
müdahaleye yol açmamış, merkez hükümetin özellikle Kürt Hamidiye alayları
aracılığıyla yürüttüğü bastırma hareketi tepkisiz kalmıştır.
3. Ondan sonraki önemli aşama Balkan Savaşlarıyla başlar. Balkan Savaşları bir
yandan Osmanlı imparatorluğunun dağılmasının işaretini verirken, öte yandan Türk
milliyetçiliğinin doğmasına yol açar. 1911 Trablusgarp Savaşı’nın Osmanlı’nın
Afrika’daki tasfiyesini ifade ettiği gibi, Balkan Savaşı da Avrupa’daki
tasfiyesini ifade etmektedir ve sıra Asya’daki topraklara gelmiştir. Bu algılama
Ermeni sorununu yeniden harekete geçirir.
Ancak Balkanlardaki yenilginin ve Anadolu’ya akan göçmenlerin son derece önemli
etkileri olmuştur. Osmanlı yönetimi, yani bu bağlamda özellikle İttihat ve
Terakki, Osmanlılık politikasının, bir başka deyişle çok uluslu bir
imparatorluğu ayakta tutma politikasının güdülemeyeceğini, Osmanlı’dan kopan ya
da kopma eğiliminde olan diğer halklar gibi milli bir politika güdülmesi
gerektiğini, güdülmezse topyekün yok olma tehlikesi ile karşı karşıya
gelindiğini düşünmektedir. Bundan böyle Osmanlı devlet yönetimi bir Türk milli
politikasının hizmetinde olacaktır ve bu politika, bu tarihten sonra Türk
milletinin vatanı olarak algılanacak olan Anadolu üzerine yoğunlaşacaktır.
Öte yandan, 1912’nin son aylarından başlayarak Osmanlı-Ermeni kuruluşları
Doğudaki altı vilayette özerklik istemektedirler. Osmanlı İmparatorluğu’nun
çözülmesi sürecinde, bu özerkliğin bağımsızlığa giden yolun ilk kademesi olacağı
herkesin malumudur. Rusya’nın baskısı ve dönemin altı büyük Avrupa devletinin
katılımıyla özerklik projesi hazırlanıp Mart 1914’te Osmanlı hükümetine kabul
ettirilir. Bu projeye göre altı vilayet birleştirilecek, Ermenilerin çoğunlukta
olacağı bir vilayet meclisi kurulacak ve valinin yanında yabancı müfettişler
bulunacaktır. Norveçli Müfettiş Hoff ve yardımcısı Hollandalı We.Stenenk Ağustos
1914’ün başında Erzurum’a gelmişlerdi.
Dönüm Noktası: Birinci Dünya Savaşı’nda Ermeni Sorunu
Bu durumda, Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı devletinin savaşa
katılması bu projeden kurtulmanın çaresi olarak görülmüştür. Ancak tehcir kararı
île noktalanacak süreç ne zaman başlamıştır? Olaylara hukuksal açıdan bakan
anlayış “kasıt” arayışında olduğu için bu nokta çok tartışmalıdır. Oysa tarih
anlayışında anakronizmlere kaçmadan olayları ve süreçleri dikkatle incelemek
gerekir. Teşkilatı Mahsusa’nın kurulması, Anadolu’nun gayri Müslim unsurlardan
temizlenmesi projesinin başlangıcı olarak gösterilmektedir. Gerçekten de,
Teşkilatı Mahsusa özellikle “iç düşmanlara” karşı kurulmuştur ve 1913’ten sonra
Anadolu’daki gayri Müslim unsur İttihat ve Terakki’nin “iç düşman” tanımını
karşılamaktadır. Bununla birlikte, 1913-1914’te genel bir etnik temizlik
hareketinin düşünüldüğü pek inandırıcı değildir (Ege kıyılarında, özellikle
Foça’da ve Doğu Trakya’da, Rum nüfusuna karşı yıldırma politikasına dayanan
küçük çapta eylemler yapılmıştır). Bunun nedenleri de, o tarihlerde savaşın
çıkıp çıkmayacağının, hangi tarihte çıkacağının ve Osmanlı devletinin hangi
safta katılacağının belli olmamasıdır. Ayrıca savaşın çıktığı ilk aylarda,
Avrupa da dahil olmak üzere savaşın kısa süreceği ve bu tarihte kaybeden tarafın
barış isteyeceği kanaati yaygındı. Bu bağlamda, ancak uzun bir savaşın getirdiği
tecrit koşulları içinde planlanabilecek bir tehcir ve yok etme politikasının
1914’ün sonundan önce düşünülmüş olması ihtimali azdır. Bununla birlikte,
Bahaettin Şakir ya da Dr. Nazım gibi ittihat ve Terakki’nin bazı ideologları
Anadolu’yu, “yabancı unsurlardan” kurtarma projeleri geliştirmiş olabilirler.
Burada da hukuksal anlayış “suç unsuru” oluşturacak belge arayışındadır. Böyle
bir belgenin olmayışı ise, bir savunma ya da iddiaları çürütme anlayışı içinde
algılanmaktadır. Oysa tarihsel anlayış bu doğrultuda değildir. Sorumlu ya da
suçlu kişi, bu sorumluluğu ya da suçu kanıtlayacak ya da aksine hafifletecek
unsurlar aranılacak yerde, olayların akışı gerçeklere mümkün olduğu
araştırılmalıdır.
Ağustos 1914’te Avrupa’da savaş başladığında, Osmanlı yönetimi seferberlik ilan
eder: Eçmiadzin Ermeni Katolikos’u ile Kafkasya çar naibi Osmanlı Ermenilerine
Rus saflarında savaşmak için çağrıda bulunurlar. Topyekün seferberlik Osmanlı
toplumu için yeni bir olaydır ve özellikle askerlik yapmaya alışmamış olan
gayrimüslimler tarafından tepki ile karşılanır. 18931894 olaylarından bu yana
devlete karşı tepkilerini sürdüren Ermenilerin yoğun olduğu dağlık bölgelerde,
Haçin, Zeytun ve Sasun’da askerden kaçanlar çevre dağlarına sığınırlar.
Rus sınırına yakın olanların bir kısmı Daşnak yöneticilerinin yardımıyla da
karşı tarafa kaçarlar ve Ruslar onlardan dört tane gönüllü tabur oluşturur.
Bunlar, sayıları fazla olmamalarına rağmen öncü kuvvetler olarak önemli bir rol
oynayacaklardır.
Onların dışında bir hareket yoktur. Ermenilerin yoğun olduğu kırsal bölgelerde
ve kentlerde de Ermeni partilerinin örgütlenmesine rağmen bir isyan hareketi
görülmez; bunun da esas nedeni Rusların kolayca bu yöreleri işgal edeceği
inancıdır.
Kasım’da savaş başladığında Ruslar Osmanlı topraklarına önce dört Ermeni gönüllü
taburunu sürerler. Bunlar özellikle sınıra yakın bulunan kendi köyleri
çevresindeki Müslüman köylerine saldırırlar. Çoğu zaman da, seferber olmuş bu
köylerin halkı askerden kaçarak kendi köylerini savunmaya gelirler. Bu durumda
1914-1915 kışında, Erzurum-Van arasındaki yöre oradaki Türk, Kürt ve Ermeni
köylülerinin çatışma alanı haline gelir. Sarıkamış hareketinin başlaması ile Rus
ordusu ile birlikte Ermeni gönüllüler geri çekilince, baskılara dayanamayan
Ermeni köylülerin önemli bir kısmı Van’a sığınır ve oradaki Ermeni nüfusu artar.
Sarıkamış hareketinin arifesinde Osmanlı ordusunun Kafkasya’yı istilasından
korkan Ruslar, İngiliz ve Fransızlardan, Osmanlı’ya karşı ikinci bir cephe
açılmasını isterler, İngiliz Harbiye Bakanı Lord Kitchener, bunu, İngiliz
himayesi altında bir Arap krallığı kurulması için fırsat olarak görür ve ikinci
cephenin İskenderun körfezinde yapılacak bir çıkarma ile açılmasını önerir (Ocak
1915 başı). Bu proje tartışılırken Kitchener, söz konuşu çıkarma esnasında
Kilikya bölgesinin dağlık yörelerindeki asker kaçağı Ermenilerin beşinci kol
vazifesi görebileceklerini düşünür ve Kahire’deki Intelligence Service’in
adamlarına bu konuda talimat gönderir. Onlar da Kahire’deki Ermenilerin
aracılığıyla Haçin ve Zeytun Ermenilerine mektuplar gönderirler.
Mektuplar Osmanlı makamlarının eline geçer ve bu durumdan aynı zamanda haberdar
olan Maraş ve yöresinin Müslüman eşrafı da endişelenir; onlar için tehlike
oluşturan Zeytun ve çevresindeki Ermenilerin oradan uzaklaştırılmasını isterler.
Böylece, Şubat 1915’te, daha bu konuda genel bir karar alınmadan ve büyük
olasılıkla bir politika oluşturulmadan yerel tehcirler başlar. Ancak, tehcir
edilenlerin nereye gönderileceği bilinmemektedir. Bağdat hattı trenlerine
bindirilerek Anadolu’nun içerisine Konya’ya doğru yola çıkarılırlar.
O arada Londra’da, Fransızların ve Donanma Bakanı Churchill’in itirazıyla
İskenderun çıkarmasından vazgeçilir ve Çanakkale operasyonu kararlaştırılır.
Sarıkamış muharebesinde Osmanlı ordusunun yok olmasından sonra ise Ruslar karşı
bir saldırıya hazırlanırlar, ancak başlarına aynı şeyin gelmemesi için baharı
beklerler. Nisan ayında dört gönüllü Ermeni birliği Erivan’da toplanmış ve o kış
Anadolu’dan Kafkasya’ya kaçan Ermenilerden bir beşinci birlik kurulmuştur.
Bunlara verilen vazife Van’a karşı yürümektir. Bu saldırıyı desteklemek için de
Van’da yoğunlaşmış olan Ermeniler Nisan’ın ortasında ayaklanır. Ayaklanma
haberleri İstanbul’a vardığında tehcir kararı alınır.
Van ayaklanması daha önce planlanmış olan tehcirin bir bahanesi olarak
algılanabilir. İstanbul yönetimi yakında patlayacak topyekün bir Ermeni
ayaklanması ile karşı karşıya kalabileceğin! düşünmüş de olabilir. Çanakkale
Savaşının en kritik dönemlerinde olunması, Doğudan Rus saldırışı başlamış olması
bir panik havası estirmiş ve ‘iç düşmana’ karşı önlem alınması gerektiği de
düşünülmüş olabilir.
24 Nisan öncesi ve sonrası tartışılırken iki tarafın yöntemleri farklıdır.
Ermeni tarafı 24 Nisan öncesine ancak “kasıt” arama amacıyla bakar; 24 Nisan’ı
getiren olaylardan ve özellikle 1912-1914 özerklik girişimlerinden söz etmez; ve
24 Nisan sonrasını tüm trajik ayrıntılarıyla göz önüne serer. Türk tarafı ise 24
Nisan sonrasını, bundan önceki olayların getirdiği kaçınılmam sonuç olarak
algıladığından kısa geçer ve Ermeni misillemelerinin yoğunlaştığı 1917’den
sonrasına atlar. Ancak, bazen de 1915-1917 ile 1917-1921 arası eşzamanlı imiş
gibi gösterilerek tüm olaylar karşılıklı bir çatışma ortamı içinde takdim
edilir.
Bunun için de bazı ipuçlarının verilmesi gerekir:
1. Sürgünler yalnız cephelere yakın bölgelerden değil, İstanbul ve İzmir dışında
her yöreden yapılmıştır.
2. Sürgünlerin organizasyonu için ordu kullanılmamış, kısmen jandarma ve kısmen
Teşkilatı Mahsusa’nın ve ittihat Terakki’nin örgütlediği yerel milis kuvvetleri
kullanılmıştır.
3. Sürgünlerin yer değiştirme ya da yok etme amaçlı olup olmadığı ise
tartışmanın odak noktasını oluşturur. Bu konuya giriş olarak, niyetin her
aşamada ve her düzeyde aynı olmamış olabileceğim de düşünebiliriz.
Beckett Sendromu
Burada Beckett sendromu diye adlandırabileceğimiz bir örnekten söz etmek
isterim, İngiltere kralı II. Henry, Canterbury Piskoposu Thomas Beckett’in
muhalefetinden son derece rahatsız olup bir gün şövalyeleri ile yaptığı bir
sohbette, “Beni bu adamdan kurtaracak kimse yok mu” der. Şövalyelerden biri de
gidip Beckett’i öldürür. Olaydan sonra kral böyle bir şeyi kastetmediğin! söyler
ve şövalyeyi cezalandırır. Bu olayın aynısı 20. yüzyıl İtalyası’nda faşist
dönemin basında cereyan etmiştir. Sosyalist milletvekili Mateotti’nin
muhalefetinden yakınan Mussolini’nin taraftarları bir komplo kurarak Mateotti’yi
ortadan kaldırmıştır. Yakın tarihimizde Mustafa Suphi olayı da buna benzer.
Mustafa Kemal, Kazım Karabekir’den, Mustafa Suphi’nin Ankara’ya gönderilmemesini
ister; Kazım Karabekir, sınır dışı edilmek üzere Mustafa Suphi’yi Trabzon’a
gönderir; oradakiler de onu ortadan kaldırmayı uygun görür. Böylece, Beckett
sendromu fiilin niyeti aştığı bir süreç ya da niyetten fiile ve yukarıdan
aşağıya doğru olgunlaşan bir süreç olarak ele alınabilir.
1914-1915 kışında yerleşen kanı bir vatanın iki talibi olamayacağı ve
Ermenilerden kurtulmanın yolunun bulunması gereği, yani ‘ya biz ya onlar’
psikolojisidir. Bu “kurtulma”‘nın yolları ise yerine ve koşullara göre
uygulanmıştır.
Örneğin, olayların ayrıntısından anlaşıldığı kadarıyla, toplu öldürmeler
özellikle cephelere yakın yörelerde olmuştur, Buralarda, yetişkin erkeklerin
kaçıp düşmana sığınacağından korkulduğu için, bunlar kafileler yola
çıkarıldıktan sonra peyderpey elenmiştir. Orta ve Batı Anadolu’da ise bu
yöntemlere daha az başvurulmuştur.
Sonuç itibarıyla, büyük bir olasılıkla hayatım kaybedenlerin çoğunluğu sıcaktan,
soğuktan, açlıktan, hastalıktan ölmüştür. Ancak, bu bir yan etki ya da
beklenmedik bir sonuç olarak görülmemelidir. Normal şartlarda kendisin! ancak
doyurabilen Anadolu’da erkek nüfusunun en büyük bölüntünün seferber olduğu bir
dönemde, milyonu aşan bir kitlenin yollara dökülmesinin böyle bir sonucu
vereceği önceden belli idi; ve tehcir kararı alınır alınmaz, taşradaki Avusturya
ve Alman konsolosları bunun böyle olacağım özellikle belirtmişlerdi.
Aynı biçimde, mobilitesi az olan geleneksel toplumlarda, zoraki bir yer
değiştirmenin zayiatının çok yüksek olduğu biliniyor. 1944’te vagonlara
doldurulup Sibirya’ya sürülen Çeçen ve İnguşlarda, hiçbir toplu öldürme söz
konuşu olmamasına rağmen, sürgün esnasında ve onu izleyen ilk yıllarda zayiat
%40’ı bulmuştur. Bu durumda, örneğin, İzmit yöresinden kadını, çocuğu ve yaşlısı
ile Suriye’nin çölündeki Deir ez-Zor’a yaya olarak götürülen toplumun yoldaki
zayiatı anlaşılabilir.
Ayrıca, sürgün yolundaki olayları ve kayıpları anlamak için böyle olağanüstü
durumlarda toplum psikolojisini ve tepkilerin! yakından incelemek gerekir.
Toplumun bir bölümü yönetimin korumasından yoksun kalınca; toplumun geri
kalanının gözünde ‘malı helal olunca’; hatta sürgün koşulları altında düzenli
şuurlu bir birim olmaktan çıkınca; kısacası, insanlıktan çıkınca her türlü
saldırıya açık olur. Böylece, giderek insanlıktan çıkmış olan bu kafileler yolda
da giderek erir. Burada acımasızlık ve acıma birbirine karışır; bazen sebepsiz,
artık insandan sayılmadığı için yok edilen kişilerin çocukları alınıp büyütülür.
Bir yerden sonra, olayları tam anlamıyla kavramak için tarihten toplumların
şuuraltılarım inceleyen bilimlere geçmek gerekir.
Kaç Kişi Öldü?
Toplam kayıp sayışma gelince, benim şu anda yapabildiğim tahmin 600-800.000
arasıdır. Bunu, 1914’teki Ermeni nüfusunu 1,5 milyona yakın olarak hesaplamakla
buluyorum. Ermeni kaynakları tarafından verilen 2,5 milyon nüfus açıkça
abartılıdır; ancak, son dönem Osmanlı nüfus sayımının yayınlanmış rakamlarında
bu nüfusu aşağı çekme girişimleri de olabilir.
Ermeni misillemelerine gelince: Bunlar büyük çapta 1915 yazında Rus ordularının
Van gölü yöresini işgal etmesiyle başlar, 1916’da Van-Muş-Bitlis arasında ve
Erzurum-Erzincan arasında devam eder.
Son safhası ise 1917 sonu 1918 basında Rus ordularının çözülmesi ve Anadolu’yu
boşaltması dönemindedir. Bu tarihlerde Rus işgal bölgesinden kaçamayan Müslüman
nüfusun büyük kısmı öldürülmüştür. Bu dönemde o yörelerde bulunan yabancı
gazeteciler oraların tümüyle boşalmış olduğunu yazarlar.
Çok genel çizgilerin; vermeye çalıştığım tarihten günümüze gelince: Bugün
tartışma ‘soykırım’ kavramı üzerine kilitleniyor. Oysa soykırım, özellikle
günümüzde, dünya kamuoyundaki algılamalarıyla çok muğlak bir terim haline
gelmiştir, ikinci Dünya Savaşından sonra icat edilen ve 1948’de Birleşmiş
Milletler tarafından tescil edilen ‘soykırım’ terimi doğrudan Nazi Almanyası
tarafından yürütülen Yahudi soykırımı örneği üzerinde kurulmuştur. Bunun ise
Ermeni olayları ile bir tutulamayacağı açıktır. Ancak, zamanla kavram
genişletilmekte ve göreceleştirilmektedir. 2 Ağustos 2001 tarihinde Sırp general
Radislav Krstiç, Serebrenica da katledilen 7.500 kişinin sorumlusu olarak
Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından ‘soykırım’ suçlamasıyla 46 yıl hapse
mahkum edilmiştir. Oysa Serebrenica olayı iç savaş kapsamında meydana gelen bir
olaydır ve 1915 olayları ile karşılaştırmalara çok daha açıktır. Azerbaycan
hükümetinin 1993’te 600 küsur kişinin ölümüne yol açan Hocali katliamının
‘soykırım’ olarak kabul edilmesi talebi bu kavramdaki gelişmelerin başka bir
örneğidir.
Bundan Sonra Neler Yapılmalı?
Buradan, yukarıda ısrarla söylediğim gibi, hukuksal görüşlerle bir yere varmanın
mümkün olmadığı anlaşılır. Yapılacak ilk şey, olayların hukuksal kaygılardan
uzak, tam olarak tarihinin yazılmasıdır. Ancak bunun bazı koşulları vardır.
1. Böyle bir tarih bir kişi tarafından yazılamaz. Çünkü bu kişi ne kadar bilgili
ve saygın olursa olsun, iyi niyetli ya da kötü niyetli eleştirilere
dayanamayacak, en azından cabası boşa gidecektir. Bu işi, herkesin kendi yazdığı
bölümünün ve çalışmanın tümünün sorumluluğunu alacak 810 kişilik bir grup
üstlenmelidir.
2. Bu tarih, bir uzlaşmanın sonucu olmayacaktır; bu durumda da bir ortak
Türk-Ermeni heyeti tarafından yazılmayacaktır. En doğru yol Türkiyeli tarihçiler
tarafından yazılmasıdır; çünkü buna katılan her yabancı ‘dost-düşman’ açısından
değerlendirilecektir.
3. Böyle bir girişim tümüyle özel olmalıdır. Doğrudan ya da dolayısıyla hiçbir
resmî kuruluşun katkısı, yardımı, ilgisi olmamalıdır. Hatta buna bir fon
bulunması bile gerekli değildir. Akademik çalışmalar genellikle ek fon olmadan
yürütülür, yayınevlerinin verdiği telif haklarıyla yetinilir.
4. Bu çalışma hukuksal kaygılardan tümüyle arındırılmış olmalı, ne bir savcı
iddianamesi ne de bir avukat savunması izlerini taşımalıdır. Amaç tüm gerçekleri
en doğru biçimde göz önüne sermek, tüm sorunları tartışmaya açmaktır. Ancak bu
şekilde bir amacı olabilir. Yoksa, binlerce suçlama ve savunma tipinde yazılmış
kitaplara bir yenisi eklenmiş olacaktır.
5. Bu çalışmanın ilk amacı dünya kamuoyunu etkilemek hatta aydınlatmak değil,
Türkiye toplumunu kendi geçmişi ile barıştırmak olacaktır. Gerçek amacın ve
doğru yolun, tarihimizin karanlık sayfalarım unutmak değil, aksine öğrenmek,
nedenleri ve sonuçlarıyla kavramak ve geçmişin yükünden kurtulup geleceğe
yönelmek olduğunu anlatmaktır. Ancak bu amaca ulaştığı sürece böyle bir çalışma
dünya kamuoyunda saygınlık kazanabilecektir. Onun için Türkçe yazılacak,
Türkiye’de bir özel yayınevi tarafından yayınlanacak ve yabancı yayınevleri
çeviri haklarım almak isterlerse alacaklardır.
Böyle bir çalışmanın hukuksal tartışmaya zararı olmaz. Özel bir girişim olacağı
için resmi görüşleri bağlamaz, ancak resmi görüşler bu çalışmadan istedikleri
zaman ve istedikleri ölçüde faydalanabilecekleri için onlara daha büyük bir
manevra imkanı verir. Ve zamanla bu bilgilerin Türk ve yabancı kamuoyları
tarafından benimsenmesiyle yol alınmış olur. (SY/NM)
* Prof. Dr. K Stefanos Yerasimos’un bu konuşma metni Tarih Vakfı’nın
yayımladığı Toplumsal Tarih Dergisi’nin, Eylül 2002 tarihli 105. sayısında
çıktı.
Yorumlar kapatıldı.