İstanbul’a geçen perşembe günü (8 Eylül) sabah saat 2’de vardım ve
dürüstlükle söyleyebilirim ki karşılaştığım manzara Londra’nın havadan
bombalanması (Blitz Krieg) sırasında görmüş olduğum herhangi bir
manzaradan daha kötüydü.
Sıkıyönetim ilan edilmişti ve gece sokağa çıkma yasağı vardı ama
havaalanında bir subayı beni kamyonuna almaya ikna edebildim -diğer
yolcuların hepsi geceyi havaalanında geçirecekti.
Haliç’te köprüden geçtik, şehrin merkezine vardık ve o andan sabahın
ilk saatlerine kadar, yollarda gezinen tek sivil, ben, Londra’da,
Plymuth’da ve Coventry’de günler ve haftalar boyu kulaklarımı deşmiş
olan, onca aşina olduğum o ‘kâbus müziğini’ dinledim: o hiç
bitmeyeceğini, tükenmeyeceğini sandığınız sesi, kırık cam parçalarını
toplayan insanların sesini. Dün gece de, yani olaylardan bir hafta
sonra, hala cam kırıklarını süpürmeye devam ediyorlardı. Sonra,
İstanbul’un medarı iftiharı, İstiklal Caddesine vardım. Bir buçuk
kilometrelik ünlü cadde boyunca tahrip edilmemiş sadece yirmi dükkan
vardı.
İşte bu caddede yürüdüm. Tek tük kediler dışında yollar ıssızdı. Bir
anda pıhtılaşmış bir yağ çamurunun içinde ayağım kaydı. Yağmacılar
İstanbul’un en büyük bakkaliyelerinden birine dalmış ve tezgah,
çerçeve, mobilya ne varsa imha ettikten sonra, yiyecekleri ateşe
vermişler, yağ dolu tenekeleri ise oracıkta açmışlar ve yağı yola
dökmüşlerdi. (İstanbul Yağcılar Halinde kırılan yüzlerce varilin
içindeki yağ Haliç’e akıtılmış, ertesi gün İstanbul’da yağ kıtlığı
meydana gelmiş, fiyatı ise %40-50 oranında artmıştı). Cadde biraz
ilerideyse bir gökkuşağını andırıyordu. Yağmacılar bir boyacı
dükkanını tahrip etmişlerdi.
Talanın boyutları korkunçtu. Bir Ermeni’ye ait bir dükkanda çalınmış
olanların dışında tüm şişeler kırılmıştı. Bunun yanındaki bir Türk
eczacıya ait dükkana ise dokunulmamıştı. Yolun karşı tarafında muazzam
bir konserve kutusu yığını -yüzlerce et konservesi. Tek tek delinmişti
hepsi. Az ötede bir mobilya dükkanı kömür olmuştu. Onun yanındakinin
eskiden bir muhallebici olduğunu yeni bir sütlü tatlıyı tanıtan
eğrilmiş tabeladan anlayabiliyordunuz.
Ve olayların bu insanların bir çekirge sürüsü gibi saldırıp geçmeleri
şeklinde gelişmediği anlaşılıyor. Saldırmışlar ve orada kalmışlar.
İstanbul’daki dükkanların çoğunun vitrinleri kalın demir
parmaklıklarla korunuyormuş, bunların kırılabilmesi, açılabilmesi
mutlaka zaman alan bir iştir.
Bu merkezi caddedeki hemen her dükkan şiddet ve talandan nasibini
almış ve her zaman olduğu gibi en büyük zararı da küçükler ve
yoksullar görmüş.
Günün ağarması ve sokağa çıkma yasağının kalkmasıyla, bazı insanların
gruplar halinde dükkanlarının harabeleri arasında gezindiklerini
gördüm. Arada sırada ağır hareketlerle, yılgınlıkla ellerini kara
küllerin arasına sokup ıslak, nasıl olmuşsa yanmamış, bir mal parçası
arıyorlardı: Eskiden kendi mülkleri olan ve bir iki saatlik çılgınlık
içinde artık stoklarından silinmiş mallar.
Bazı bulanık ve belirsiz tazminat sözleri verilmiş ama şu ana kadar
hiçbir şey verilmemiş ve ben hiçbir zaman da verileceğini sanmıyorum.
Yorumlar kapatıldı.