3 – 4 gün sonra “6 – 7 Eylül olayları”nın yıldönümü…
Bir süredir 7 Eylül gecesi yayınlanacak bir belgesel için hazırlanıyoruz.
O korkunç gecenin tanıklarını dinledikçe dehşete kapılıyoruz.
Atatürk’ün evinin bombalandığı haberiyle ayaklandırılmış öğrencilerin Taksim’den yürüyüşe geçtiğini, bir anda onlara gözü dönmüş bir güruhun katıldığını, öfkeli kalabalığın İstiklal Caddesi’nde azınlıklara ait dükkanlara yöneldiğini ve protesto mitinginin her nasılsa aynı anda Ada’da, Beyoğlu’nda, İzmir’de bir yağma ve linç harekatına dönüştüğünü utançla öğreniyoruz.
Dükkanının kapısına “Burası Müslüman mağazasıdır” yazısı asarak yağmadan korunmaya çalışan, dövülen, okulu basılan, evi yakılan azınlıkların, sünnet edilmeye çalışılan, öldürülen papazların, taşlanıp tahrip edilen kiliselerin, mezarlıkların fotoğraflarına bakıp ürperiyoruz.
Bu mu inanç özgürlüğü?..
Burası mı “hoşgörünün diyarı”?..
***
O talan gecesinin ardından azınlıkların elindeki sermaye, milliyetçi Anadolu müteşebbisine aktarıldı, “müsamaha”ya dayalı bir kültür berhava edilerek yerine bir husumet cephesi kuruldu.
Yarım asırda bambaşka bir İstanbul yaratıldı.
7 Eylül 1955 günü İstanbul’un Rum nüfusu 80 bindi.
Bugün 3 bin!..
Önceki gece Aspendos’ta, bütün yaşananlara rağmen ata toprağını terk etmeye gönlü elvermeyen o 3 bin kişiden bir grup güzel insan, buram buram İstanbul kokan Rumca şarkılarından sonra ayakta alkışlanırken yarım asırlık bir özür borcunun ödendiği duygusuna kapıldım.
Sanki sağanak yağmur altında sırılsıklam olmasına aldırmadan sirtakiye tempo tutan seyirci, Sezen Aksu’yla birlikte tek tek onlara sarılıyor, öfkeli bir gecenin sabahında barışmak için büzülen bir yavuklu gamzesi gibi mahcup gülümsüyordu.
Aynı şey Ermeni, Kürt, Yahudi müzisyenler için de geçerliydi.
Nihayet kendi yurttaşımızın dilinden, dininden, şarkılarından korkmamayı öğrenmiş, bunu ata yadigarı bir emanet saymış gibiydik.
***
Peki “Ne mozaiği ulan” diye diklenen 1955 model kafalar yok mu hâlâ?..
Olmaz olur mu?
6 – 7 Eylül dehşetini yaratıp azınlıklara yönelik bir sürgünü kışkırtanların bugünkü uzantıları 80 binden 3 bine indirmeyi başardıkları nüfusa bakıp, “Bu kadar azınlık, bu ülkeyi mozaik yapmaya yetmez” diyebiliyor.
Ege’de, Akdeniz’de on binler “Gülümse – hadi gülümse – bulutlar gitsin” diye haykırırken, o güzelim sözlerin yazarı Kemal Burkay, hâlâ sürgünde ömür tüketebiliyor.
Sezen Aksu’nun Kürtçe şarkısına gözyaşlarıyla eşlik edenler, albümüne bir Kürtçe şarkı koyacağını açıkladı diye Ahmet Kaya’ya dünyayı zindan edebiliyor.
Bu koşullarda “gülümse”yebilir miyiz?
Topyekün yenilenebilir miyiz?
Evet!
Bir konserden öte bir “kavuşma”yı andıran Sezen Aksu dinletileri gösterdi ki tarihten ders almayı bilmeyen bağnaz kafalara rağmen bunu başarabiliriz.
Bizi bölen kafalar 50 yıllıksa, bizi buluşturan şarkılar 500 yıllık çünkü…
candundar@superonline.com
Yorumlar kapatıldı.