AB’ye uyum yasalarının dördüncü maddesi, 1974’den bu
yana mülk edinemeyen ve sahip oldukları mülkler üzerinde tasarruf hakkına sahip
olmayan azınlık vakıflarına yeni haklar getirdi. Azınlık vakıfları artık mülk
satın alabilecek ve mülkleri üzerinde her tür tasarruf hakkına sahip
olabilecekler.
-Azınlık vakıfları sorununun geçmişine
değinebilir misiniz?
Bu sorun ilk olarak ’1936 Beyannamesi sorunu’ adıyla anıldı.
1935’te Vakıflar Kanunu çıkınca, Vakıflar Genel Müdürlüğü ertesi yıl
gayrimüslimlere “Bize, elinizdekilerin beyannamesini verin” dedi. Gayrimüslimler
bilmiyorlardı ki, bu beyannameler sonradan başlarına bela olacak.
Yargıtay 1974’te bir karar aldı ve 1936’daki beyannamelerin ‘vakfiye’
(düzenlenmiş evrak) olarak kabul edileceğini bildirdi. Yargıtay’ın bu kararı,
vakıfların 1936’dan sonra edindikleri tüm malların eski sahiplerine iadesini
öngörüyordu. Bunun üzerine azınlık vakıfları ellerindeki birçok mülkü kaybetti.
60’lı yıllarda vakıfların tapu işlemleri yapılmamaya başlanmıştı zaten.
Bir şekilde kayıt tutuluyordu tapu dairelerinde, ama ‘malik’ hanesi boş
bırakılarak… Bu yıllarda vakıflara karşı, mallarıyla ilgili teker teker dava
açılmaktaydı. 1974 kararı, bu davaların bir sonucudur.
Yargıtay’ın kararı, Lozan Anlaşması’nın 45’inci maddesindeki
‘mütekabiliyet’ (karşılıklılık) ilkesine dayanıyordu. Yani, Yunanistan’ın Batı
Trakya’daki Türklere yaşattığı sıkıntılara bir karşılık olarak alındı bu karar.
Ancak, burada büyük bir yorum yanlışı söz konusuydu, çünkü yaptırım
uyguladığınız kişiler; kendi vatandaşlarınız…
-60’larda Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs gerilimi artıyordu.
Dolayısıyla, siyasi sebeplerden ötürü mütekabiliyet ilkesinin kötüye
kullanıldığını söyleyebilir miyiz?
Tabii… Başka bir ülkede Türk asıllı bir topluluğa baskı
yapılıyor, sen de buna karşı kendi vatandaşını cezalandırıyorsun. Bu nasıl
saçmalıktır…
-Asıl olarak Rum asıllı vatandaşlar hedef alındı, diyebiliriz
herhalde.
Evet… Ama kurunun yanında yaş da yanıyor. Rum asıllılara
yapılan zaten doğru değil, bunun üzerine bir de diğer cemaatler yanıyor.
Bunların arasında Bulgarlar da var, Süryaniler de…
-Cemaatler ne kadar gayrimenkul kaybetti?
Rum vakıfları, çoğu daire tarzında olmak üzere, 100 kadar
gayrimenkul yitirdi. Ermeniler ise 30 küsur gayrimenkulden oldu, ancak
Rumlarınkinden farklı olarak, bunlar merkezi yerlerde bulunan çok değerli
mekanlardı.
-Gayrimüslim vakıfları, kaybettikleri mülkü geri alabilecekler mi peki?
Bu konu biraz tartışmalı… Bir görüşe göre, 1974’ten sonra
kaybettikleri mülkü, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne başvurarak geri alacaklar. Bir
diğer görüşe göre ise, ki bana pek makul gelmiyor, eski mahkeme kararının iptali
için ‘tek tek’ dava açacaklar. Türkiye’deki başka uygulamaları da biliyoruz,
bunun uygulanması zor gözüküyor.
-Değişen yasa maddesinde ‘Bakanlar Kurulu’nun onayıyla’ ibaresi
bulunuyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
‘Bakanlar Kurulu’ denilmesi, bu işin, bir iç sorun olmasından
daha çok, bir dış sorun olarak algılandığını gösteriyor bize. Bu, yumuşatılmış
hali… Geçen yıl ortalıkta dolaşan tasarı daha da vahimdi. ‘Karşılıklılık
ilkesine bakılarak, İçişleri ve Dışişleri Bakanlıkları’nın onayıyla’
deniliyordu. Karşılıklılıktan söz edilmesinin ne kadar saçma olduğundan biraz
önce bahsetmiştim.
Ayrıca, bir Yahudi vakfı için muhattabınız kimdir mesela? Veya, bugüne
kadar bir Ermenistan bile yoktu ortada…
-Vakıflara bu hakların ancak AB yasaları ile verilmiş olması
cemaatlerde nasıl karşılandı?
Bu işin takipçiliğini Ermeni cemaati üstlenmişti; en kalabalık
azınlık oldukları ve Agos gazetesi gibi bir platforma sahip oldukları için…
Onlar bu duruma üzülüyorlar. Daha önceden çözülmesi gereken Türkiye’nin bu iç
sorunu, sanki ‘dış dayatma’yla, mecburen, lütfen çözülüyormuş pozisyonuna
getirildi. Bundan rahatsızlık duyuyorlar.
Rum tarafı için, Patrikhane çevresine dayanarak şunları söyleyebilirim:
Onlar uzun bir süredir, bu işlerin AB olmadan çözülemeyeceğini düşünüyorlar. Bu
yüzden, şimdi politikasını değiştirmiş olan Yunanistan geçmişte Türkiye’nin AB
üyeliğine karşı çıkarken, Patrikhane, Türkiye’nin üyeliğini savunuyordu.
Zaten AB de bu konuyu hep gündemde tutuyordu: “Heybeliada ruhban okulunu
niye açmıyorsunuz?” veya “Azınlıklara haklarını verin” diyerek…
-AB bunu neden yapıyordu?
Bu tavrı küreselleşmeden ayrı düşünemeyiz. Küreselleşme, bir
yanda eleştirdiğimiz; sömürüyü arttırma ve az gelişmiş ülkelerin ekonomilerini
kötüleştirme gibi sonuçlara yol açıyor, öte yanda gelişmiş
ülkelerde, insan haklarına, farklı kimlik ve kültürlere saygıyı bir devlet
politikası haline getiriyor. Tabii, sivil toplumun güçlenmesine koşut olarak…
Dolayısıyla bu ülkeler, kendi sivil toplumlarının da etkisiyle, bu konularda
artık çok daha hassas davranıyorlar.
-Avrupa kamuoyunun bu konuda daha hassas olmasının yanı sıra,
AB’nin parçası olan Yunanistan’ın da bir etkisi yok mu?
Kuşkusuz… Yunanistan’ın bu konuda çok bastırdığını biliyoruz.
Öte yandan, bu konuda Yunanistan’ın da sicili pek parlak değil, Batı Trakya’daki
çoğu Türk, bir kısmı da Pomak olan Müslümanlar konusunda… Yunanlıları, “Bizde
Türk yok, Müslüman var” dedikleri için eleştirebiliriz.
Ancak Batı Trakya Türklerinin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM)
açtıkları ve kazandıkları davalar yüzünden Yunanistan’ın başı belaya girdi.
Yunanistan çok sıkıştırıldı ve epeyce ‘adam oldu’ bu konuda.
Artık Yunanistan bu konularda daha dikkatli… Mesela Batı Trakya’da
Türkçe radyo yayını var. Türkiye’de de mevzuat uygun, ama haydi açın bakalım
burada Ermenice veya Rumca radyoyu, görelim… “Vatanı satıyorsunuz” diyorlar
adama.
Kuşkusuz Yunanistan’ın da derdi, artık bir avuç kalmış olan Rumların, hiç
olmazsa yok olmalarını önlemek ve din adamı bulamayan Patrikhane’nin yaşamasını
sağlamak… Bu da anlaşılabilir bir şey tabii…
Yorumlar kapatıldı.