İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Radikal: Onlar bizim portrelerimiz

Her ressam yaptığı portrede kendisini resmederse bakan her kişi de kendisini mi görürdü? Bu fotoğrafta Yusuf Karsh yoksa kendisine mi bakıyor?


HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Yaşlılar genellikle sonbaharda ölür. Ama anlaşılan mevsim değişiklikleri Azrail’i de şaşırttı ve tırpanını yanlış zamanlarda savurmasına yol açtı. Son yıkıcı ölüm haberi, aslında bir 10 yıldır fotoğraf çekmeyi bırakmış olan Yusuf Karsh’ın aramızdan ayrıldığını bildiriyordu.

Onun adını çok yıllar önce şimdi her yerlerde görülen ve Radikal’in de öldüğünü duyurduğu haberi verirken öyküsüyle birlikte yayımladığı Churchill portresiyle karşılaştığımda öğrenmiştim. Soyadının ilginçliği ve ondan söz eden arkadaşımın
‘Kars’lı olduğunu söylemesi kendisine başka bir ilgi duymama yol açmıştı: Nihayet ben de bir yanımla Karslıydım. O heyecanla okuduğum biyografisinde, belki haklı fakat gereksiz
ifadesiyle Mardinli bir Ermeni olduğunu anlatıyordu. İşte, malum öykü: Tehcir, yıllarca çekilen çileler, Kanada-Küba arasında gidiş gelişler. Sonunda 20. yüzyılın en büyük portre fotoğrafçılarından birisinin doğuşu.

Yusuf Karsh’la uğraşırken artık bir şeyi iyice anlamıştım: ben portre resminden çok portre fotoğrafçılığını seviyordum. Öte yandan bakınca ve genel olarak söylemek gerektiğinde, asıl ilgi alanım fotoğraf değil resimdi. Acaba neden iş gelip portreye dayanınca asıl ilgim fotoğraf üstünde odaklaşıyordu?

Fotoğrafın olanakları

Başlangıçta bu sorunun yanıtını daha basit bir biçimde verme eğilimindeydim. Fotoğrafın hareket ve mekân olanakları portrenin kişilik özelliklerini yansıtmak açısından çok daha verimli olanaklar sunuyordu. Yanlış veya eksik değildi bu görüşüm, doğruydu. Fakat, asıl bunun ötesinde bir sorun vardı ki, o da portre resminin altı biraz daha kurcalandıktan sonra daha iyi anlaşılıyordu: Hangi ressam, kimin portresini yaparsa yapsın aslında kendi portresini bir kez daha resmediyordu. Acaba fotoğraf bunu biraz daha aşma olanağı veriyor muydu?

Geniş ölçüde öyleydi. Ne var ki, iş orada çetrefilleşiyordu. Çünkü, birçok fotoğrafçı, objektifin ‘objektifliği’ nedeniyle o darboğazdan kendisini bir ölçüde kurtarıyordu ama bu defa da kendi izini, damgasını taşıyan bir fotoğraf çekiyordu. Işık ayarından mizansen kurgusuna kadar her şey, objektifin gördüğü insanlar farklı olsa da aynı kalıyordu. İyi portre fotoğrafçısıyla
daha kötüsü arasındaki fark gerçekten de buydu: İyisi, her karesinde başka bir kişilik oluştururken kötüsü farklı görüntülerle aynı fotoğrafı çekip duruyordu.

Karsh’ın önemi de oradaydı. Hatta bence Nadar’ın yerleştirdiği 19. yüzyılın alışkanlıklarını ve bakış açısını hâlâ üstünde taşıyan bu büyük usta, bu konuda kendisinden sonra yetişen ve çok daha farklı ve çağdaş bir duyarlılık sergileyen mesela bir Mapplethorpe’dan bile bu konuda daha ileride bir yerde bulunuyordu.

Bütün bunları değerlendirmek iyiydi fakat geride başka ve çok daha can alıcı iki soru yatıyordu. İnsanlar neden portre fotoğrafı çeker, portre resmi yapar ve neden bizde bu iş de ötekiler gibi o derecede gelişmemişti?

İşin kestirmeden verilecek yanıtı çok belli: İnsanoğlu ölümsüzlüğü yakalayabilmek, kendisini bir ‘suret’, bir ‘temsil’ olarak gelecek dönemlere aktarabilmek için özellikle istiyordu portresinin yapılmasını. Bazen ressamlar da kendilerini özdeşleştirdikleri, sevdikleri insanları aynı güdülerle resmediyordu.

İktidar olgusuyla iç içe

Bu, işin somut, nesnel ve o kadar da
‘karmaşık’ olmayan yanıydı. Çünkü, bugün artık biliyoruz ki, portre fotoğrafçılığı da portre ressamlığı da bu basit ilkenin çok ötesindedir. Her şeyden önce portre dediğimiz resim türü, en az öteki türler kadar ‘iktidar’ olgusuyla iç içedir. Dönemlerin iktidarı temsil etme süreçleri, bu süreci kurgulama biçimleri neyse portrecilik de onunla bağdaşıktır. O nedenle Rönesans’ın, barokun veya neo-klasisizmin portreciliği birbirinden ayrışır.

Neo-klasik dönem

Öte yandan, portreciliğin başlı başına bir gerçeklik olarak ortaya çıktığı dönem Rönesans’tır. O dönemin insanı merkeze alan yaklaşımı ister istemez insan figürünün başlı başına bir öğe olduğu resim anlayışını da yaratacaktı. İkincisi, Rönesans, kendisine özgü ve bu düşünce doğrultusunda gelişen bir peyzaj anlayışı geliştiriyordu. Dönemin portreciliği insanla doğa arasındaki bu kesişimi de kendisine özgü bir duyarlılıkla resmediyordu. Nihayet bu konuda önemli bir dönüm noktası neo- klasik dönemde yaşanıyor, David’in, Napoleon merkezli resimleri kurmaca bir dünyayı, ‘yaşayan gerçek’le iç içe geçiriyordu. O arada, David’in kendisini her resme bir biçimde sokması işin başka bir boyutunu oluşturuyordu.

İş, buradan ‘oto-portre’ye açılıyordu. Bu, başlı başına bir süreçti. Çünkü, Foucault’nun, Velasquez’in resmiyle ilgili olarak yaptığı çözümlemenin gösterdiği üzere, 17. yüzyıl artık iç mekânla dış mekânın kesiştiği, ‘bakan göz’ün, ‘gören ve görülen göz’ün iç içe geçip karmaşıklaştığı bir dönemdir. Ressam artık resmin dışında değil içindedir. İktidar odağı olan kişiyse resmin dışındadır ama kendi varlığını daima duyumsatır.

Bu da portrecilikten oto-portreciliğe geçişte, mekân, kimlik, iktidar gibi konular bağlamında yaşamsal derecede önemli bir çıkıştı. Artık kimin, kim olarak, nerede resmedildiği en az resmedilen kişi kadar önemliydi. Roma heykellerinden buraya kadar gelinmişti. Ayrıca, bireyliğin oluşması ve dönüşmesi de bu sürecin en önemli öğelerinden birisiydi.

Kendine bakmak!

Türkiye, kendisine özgü nedenlerle bu olgunun dışındaydı. Ama modern resim özellikle oto-portre gerçeğini o kadar da dışlamamıştı. Bu, suretin de perspektifin de bulunmadığı bir kültürden sonra, bütün eksiklerine rağmen atılmış bir büyük adımdı. Şeker Ahmet Paşa’dan başlayarak, Abdülmecit’e, oradan sayısız oto-portre yapan Bedri Rahmi’ye, portreyi ‘anonim çehre’ olarak resmeden Mehmet Güleryüz’e kadar belli bir birikimimiz vardı. Bütün sorun onların sosyal teori bağlamında irdelenmesinde, portrelerin işaret ettikleri kimliklerden farklı olarak neyi gösterdiklerinin çözümlenmesindeydi. Portrelerin, oto-portrelerin irdelenmesi bize düşünce sistemimizin anlaşılmasında sayısız olanaklar verecekti.

Bütün bunlar tamamdı. Geriye, o soru kalıyordu: neden bazı insanlar portre severdi ve her nasıl her ressam yaptığı portrede kendisini resmederse bakan her kişi de portrede kendisini mi görürdü?

Cevabını, beni ele vereceği
için vermesem daha iyi…

Yorumlar kapatıldı.