Başlıktaki soruya ilişkin önce iki uyarıda bulunmak gerek. Birincisi bu tür genellemelerin pek de anlamlı olmayabileceğidir. Muhakkak ki azınlıklar arasında da tam bir asimilasyon sağlamış olanlardan, etnik milliyetçiliğin savunuculuğunu yapanlara kadar geniş bir yelpaze vardır. Ancak esas geniş kesim genellikle yelpazenin ortasına düşer ve karmaşık duygular içinde kalır. Asıl ilginç olan bu insanların durumudur; çünkü onların duygusal ortamının ardında söz konusu ülkenin yönetim anlayışı ve ideolojik tutumu yatar.
İkinci olarak sorunun yanıtı hangi spor dalından bahsettiğimize bağlı olarak değişecektir. Örneğin bir azınlık mensubu için basketbol milli takımını tutmak, futbol milli takımını tutmaktan daha az sorunludur. Çünkü milli takımların beslendiği millilik atmosferi spor dalları arasında farklılık gösterir. Günümüzün Türkiye’sinde basketbol; oyuncusu, yöneticisi ve taraftarı ile nisbeten daha gelişmiş bir bireyi, neredeyse bir dünya vatandaşını sembolize etmektedir. Oysa mahalli küme maçlarının bile milli marşla açıldığı futbol, açıkça koyu bir milliyetçilik içinde yoğrulmuş durumdadır. Bu tespit sadece sembolik değil, insan malzemesi düzeyinde de rahatlıkla doğrulanır: Federasyon başkanının niteliği, milli takım antrenör yardımcısının seçimi, Fatih Terim’in milli kahraman haline gelmesi, milliyetçi milletvekillerinin futbola ilgisi, ‘vatan için silah atmış’ olanların futbol turnuvalarıyla yüceltilmesi, silahlı kuvvetlere ait vakıfların ‘Çanakkale geçilmez’li milli takım reklamı yaptırtması hemen akla gelen örneklerdir.
Bu noktada önce futbol üzerinde durmakta yarar var: Futbol iyi oynayanın kazanmama ihtimalinin en yüksek olduğu oyundur. Diğer spor dallarında o karşılaşmayı daha iyi oynayan, veya daha kuvvetli olan genellikle kazanır. Oysa futbolda gol atmanın güçlüğü ve sonucun sadece atılan golle ölçülmesi, adaletsiz bir dünya yaratmaktadır. Futbolu cazip kılan da zaten budur. Diğer bir deyişle futbolun ‘hak edenin kazandığı’ bir oyun olmaması, zayıfla güçlüyü eşdeğer kılan; en azından maç öncesinde zayıfı da umutlandıran bir ruh hali üretir. Söz konusu ruh hali ise, nesnelliği arka plana iten, kendi takımını abartan ‘tahlil’ ve beklentilere neden olur. Bu beklentiler bir yandan hayatın başka alanlarındaki yenilgilerin üstünü örter, diğer taraftan da insanları kendi takımlarının galibiyetine şartlandırır. İşte bu nedenle bir futbol yorumcusu Brezilya maçı için “bu galibiyete ülke olarak ihtiyacımız vardı” diyebilir; ya da teknik direktörümüz aynı maçın sonucunu ‘haksızlık’ olarak nitelendirebilir; ve kimse de ona en az 6–7 gol atabilecekken atamayan Brezilya’ya ‘haksızlık’ olup olmadığını sormaz. Aynı şekilde bizim futbolcularımız “emeğimize yazık oldu” derler; ve gene kimsenin aklına rakip oyuncuların emeği gelmez.
Dolayısıyla temelindeki adaletsizlik, futbolda kendine yontan bir taraftar yaratmayı kolaylaştırdığı gibi; herkesi de taraftar psikolojisi içine sokmaktadır. Diğer spor dallarına kıyasla futbolda hakem üzerinde durulmasının ve genellikle hakemin ‘i…’ olmasının nedeni de burada aranmalıdır. Çünkü hakem zaten var olan adaletsiz ortamda sözde adalet sağlamaya kalkan bir aldatmacadır. Maç kendi sahamızda ise hakemin biraz bizi kayırmasını doğal karşılarız… Hakem bizce hatalı davranmışsa da, genellikle onun milliyetini konu eden bir ‘serzenişte’ bulunuruz. Diğer bir deyişle futbolda, ‘hakem’ bile taraftar yorumu içinde araçsallaşır ve oyunun parçası haline gelir. Sonuç tamamen oportünizm üzerine kurulu bir müsabaka anlayışıdır. Nitekim Türkiye maçının ardından Roberto Carlos, Rivaldo’nun hakemi yanıltmak üzere numara yapmasının çok doğal olduğunu; bu numaraların onları şampiyonluğa taşıyacağını söylemiş ve ilave etmiş: “Futbolda aklınızı kullanıp çok zeki olmalısınız.”
Taraftar psikolojisi böylece akıl ve zekayı kendi çıkarının aracı olduğu ölçüde anlamlı ve işlevsel kılar. Zaman zaman sözü edilen spor etiği ise, bu bağlamda saf olanları uyutmak için üretilmiş bir kavram gibi durmaktadır. Çıkarın bu denli ön plana çıkması ve etik kayguları anlamsızlaştırması, futbol taraftarlarının şiddete yatkınlığını da açıklar. Çünkü artık futbol her ne pahasına olursa olsun kazanılması gereken bir oyuna dönüşür. Ne var ki bu her zaman mümkün değildir; ve taraftar yenilgi ihtimaline karşı sopasını yanında taşır. Diğer şartlar eşitken, yenilgi ihtimalinin daha fazla olduğu maçlara daha ‘silahlı’ gidiliyor olması şaşırtıcı değildir.
Yukarda çizilen atmosferin içindeki takımı ‘milli’ yaptığımız anda ise, taraftarın kendisi bütün özelliklerini koruyarak ‘millileşir’. Nesnellikten uzaklık, haksızlığa uğramış olmaya sığınma, çıkarcı bakış ve şiddet eğilimi sürer; ancak bu kez başka bir millete yönelir. Ne var ki milli maç ortamları nadiren iki taraftar kitlesini eşit olarak yan yana getirir: Taraflardan biri misafirdir ve genellikle kordon altında uzaklaştırılır. Dolayısıyla yensek de yenilsek de taraftar olarak işin zevkini tam olarak çıkaramayız; çünkü ‘öteki’ taraftarı karşımızda somut olarak görmek, enerjinin boşalması açısından bir ihtiyaçtır. Bu durum ‘milliliğin’ sokağa çıkmasına, evlere girmesine; kendini her fırsatta empoze etmesine neden olur.
Böylece futbolun ‘öteki’ üretme potansiyeli, milli maç ortamlarında örtük bir milliyetçi baskı atmosferi yaratır. Siyasi demeçler ve spor yorumlarından reklamlara, etrafı ‘milli bir heyecan’ sarar. Eğer yazının başlığına dönecek olursak, soru bu ‘milli heyecanın’ bir ülkedeki azınlıkları ne derece kuşatabileceğidir. Yanıt ise doğal olarak hem resmi vatandaş kimliğinin, hem de azınlıkların kendi kimliklerine ait tasavvurlarının ne derece etnik nüans içerdiğine bağlıdır. Diğer taraftan azınlıkların kendi kimliklerine ait tasavvurları ise büyük ölçüde resmi vatandaş kimliğini nasıl algıladıklarına bağlı olacaktır. Eğer daha önce söylediğimiz gibi, azınlık kesimleri içindeki kendi etnik kimliği üzerinden siyasallaşmamış kısmından söz ediyorsak; resmi vatandaş algılamasının birincil önemde olacağı açıktır. Bu insanlar da genel çoğunluk gibi milli takımı destekleme ihtiyacı duyarlar. Ancak bu desteğin gönül rahatlığıyla somutlaşması milliliğin ne derece etnik Türk kimliğinden uzak olduğuyla orantılıdır. Ne var ki Türkiye’de futbol epeyce kaba bir millilik taşımakta; vatandaşlığın kavramsallaştırması ise, resmi söylem aksini iddia etse de, uygulamada futbol taraftarının bakışından fazla uzağa düşmemektedir.
Bu nedenle benim tahminim Türkiye’de azınlıkların büyük kısmının gayet ‘iyi’ futbol taraftarı olabildikleri halde, milli takım konusunda ikircikli oldukları; ve gizliden gizliye, hatta belki de utanarak tanımadıkları başka takımları tutma eğilimi gösterdikleridir. Öte yandan kimliğini paylaşmadığınız bir takımı ‘tutma’ eğiliminin de kişiyi tatminden uzak bir duygu olacağı tahmin edilebilir. Dolayısıyla azınlıklar bu Dünya Kupası’nın gerçek nesnel futbol seyircileridir. Mesafeli, buruk, coşkusuz ve kaçınılmaz olarak tatminsiz…
Yorumlar kapatıldı.