İstanbul Barosu, İnsan Hakları Merkezi, Azınlık Hakları Çalışma Grubu, kamuoyunda “1936 Beyannamesi Sorunu” olarak bilinen ve Cemaat Vakıflarının mal edinmelerini engelleyen ve edinilmiş malları ellerinden alan uygulamanın yarattığı haksızlık ve hukuka aykırılığı çözeceği iddiası ile Meclise sevk edilmeyi bekleyen tasarıyla ilgili bir açıklama yaptı.
Tasarı yasalaşırsa, muğlak, sınırları belli olmayan, keyfiliğe açık bir düzenlemenin ortaya çıkacağını öne süren çalışma grubu, eleştirileri doğrultusunda tasarının yeniden düzenleneceği umuduyla gerekli girişimlerde bulunacaklarını kamuoyuna duyuruyor.
Tasarı çözmüyor
“Bu tasarı, sorunu çözmek yerime, ayrımcı ve hukuka aykırı uygulamayı kanunlaştırarak içinden çıkılmaz bir hale getirecek ve derinleştirecek niteliktedir.”
Çalışma grubu, metninde, “Vakıflar Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Tasarısı”nın, Cemaat Vakıflarının gayrimenkul edinmesîne ilişkin kurallar öngören 9. Maddesi ile Genel Gerekçe başlıklı bölümü hukuka ve hukukun en temel ilkelerine açık aykırılıklar içermektedir” deniyor.
Müslüman Türk ve azınlığa farklı vakıf statüleri
Çalışma Grubu raporu, başta Anayasa ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve Lozan Antlaşması madde 40 ve madde 42 île güvence altına alınan eşitlik ve ayrımcılık yasağı ilkelerine aykırı olduğuna işaret edilen tasarıyı öncelikle “iki farklı vakıf sistemi” getirmesi açısından değerlendiriyor.
* Cemaat vakıflarının satın alma, bağış, ölüme bağlı tasarruflar vb. yollarla ellerinde bulundurdukları gayri menkulleri 1936 listelerine eklenmelerine Dışişleri ve içişleri Bakanlığı’nın uygun görüşü alınarak Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce karar verilir.
Tasarıda cemaat vakıfları için aranan onay ve koşullar, Müslüman Türk vatandaşlarının kurdukları benzeri vakıflar için aranmamaktadır.
İkili Vakıf sistemi her şeye aykırı
İki farklı vakıf sistemi, bir dizi ulusal ve uluslar arası düzenlemeye aykırı olarak değerlendiriliyor:
* Anayasa’nın 2, maddesi: ” Türkiye Cumhuriyeti laik bir hukuk devletidir”
* Anayasa’nın 10, maddesi: “herkes din,mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir”
* İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin ayrımcılığı yasaklayan 14. Maddesi
* Lozan Antlaşması 40. madde: “gayrimüslim azınlıklara mensup Türk vatandaşları, hem hukuk bakımından hem de uygulamada, öteki Türk vatandaşlarıyla aynı işlemlerden ve aynı güvencelerden yararlanacaktır”
* Lozan anlaşması 42. madde: “azınlıkların Türkiye’deki mevcut vakıflarına, din ve hayır işleri kurumlarına her türlü kolaylıklar ve izinler sağlanacaktır ve Türk Hükümeti, yeniden din ve hayır kurumları kurulması için, bu nitelikteki öteki özel kurumlara sağlanmış gerekli kolaylıklardan hiçbirini esirgemeyecektir.”
Cemaatler yabancı oluyor
Çalışma Grubu raporu, tasarının hukukun temel ilkelerine aykırılığını da şöyle özetliyor:
Tasarının yukarıda sözü edilen 9. Maddesinde “Yukarıdaki hükümlerin uygulanmasında Devletlerarası mütekabiliyet şanı aranabilir” denilmektedir.
Mütekabiliyet ilkesi (Devletlerarası Karşılıklılık İlkesi) vatandaşa uygulanamaz. Bu ilke yabancılar hukuku alanında ve bir başka devlet vatandaşına uygulanan bir ilkedir. Vatandaş mütekabiliyet ilkesinin öznesi olamaz.
Tasarının 9. Maddesi esasen yabancı vakıfların Türkiye’de birim açmasını ve Türkiye’de kurulu vakıflarla işbirliğini düzenlemektedir. Bu madde metnine son fıkra olarak cemaat vakıflarına İlişkin kuralların iliştirilmesi de dikkat çekici olup, cemaat vakıflarının yabancı statüsünde kabul edildiğini akla getirmektedir,
Açıklama ve vakfiye
Tasarının genel gerekçesinde “1936 Beyannamelerinin 2762 Sayılı Kanunun geçici maddesi uyarınca vakfiye olarak kabul edildiği” ibaresi doğru değildir. Cemaat vakıflarından talep edilen beyannameler adı ve içeriği itibariyle bir bildirimden ibarettir.
Beyanname hukukta kabul edildiği şekliyle “açıklayıcı” bir işlemdir. Oysa bir vakfın kuruluşunda aranan vakfiye kurucu bir işlemdir. Açıklayıcı bir işlemi vakfiye olarak adlandırmak ve ona kurucu işlem anlamını yüklemek hukuken mümkün değildir.
Nitekim cemaat vakıfları 1936 yılından 1970’li yıllara kadar satın alma, bağış ve vasiyet gibi yollarla taşınmaz iktisap etmiş ve tapuya kaydettirmişlerdir.
Ancak 1974 tarihli Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararı ile bu beyannameler vakfiye olarak kabul edilmeye başlanmış ve bu tarihten sonra cemaat vakıflarının yeni mal iktisapları engellendiği gibi, eski taşınmazları da ellerinden alınmıştır.
Tartışmaların kaynağında, hukukun en temel ilkelerine aykırı olan Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun bu yorumu yatmaktadır.
Bu tasarı yasalaştığı takdirde, Yargıtay’ın hukuka aykırı bu yorumu ve bu yorum doğrultusunda geliştirilen uygulamalar kanun hükmü haline getirilecek ve cemaat vakıflarının yeni taşınmaz edinmeleri imkansız hale gelecektir.
Çünkü her ne kadar Tasarının 9. Maddesi son fıkrasında cemaat vakıflarının yeni mal edinmesi olanaklı imiş gibi görünse de Tasarının genel gerekçesinde bu hak geri alınmaktadır.
Lozan’a aykırılık iddiası
Lozan Antlaşması’nın 37. Maddesi ile Türkiye 38. Maddeden 44.maddeye kadar olan maddelerin kapsadığı hükümleri kendi iç hukukunun temel yasaları olarak tanımış ve bu hükümlere aykırı hîçbîr kanun, yönetmelik, tüzük vs, çıkarmamayı, hiçbir resmi işlemin bu hükümlerle çelişik olmamasına ve bu hükümlerden üstün sayılmamasını yükümlenmiştir.
Bu durumda tasarı Lozan Antlaşması’nın yukarıda belirtilen 40. ve 42. Maddesine açık aykırılık taşımakta olduğundan ve Türkiye Lozan Antlaşması ile bu antlaşmaya aykırı yasa çıkaramayacağından, bu tasarının yasalaşmaması gerekmektedir,
Bu tasarı, muğlak ifadelerle uygulamada keyfîliğe ve tartışmalara yol açacak niteliktedir.
Yasa açık ve kesin olmalı
Bilindiği gibi, hangi konuda olursa olsun yasa maddeleri, açık ve kesin olmalıdır. Tasarının aradığı “uygun görüşler”, onaylar neye göre verilecektir?
Yorumlar kapatıldı.