Berran Tözer’in 28 Eylül 1998 tarihli yazısı ‘Azınlık Vakıfları’ konusunu inceliyor. Üzerinden bunca zaman geçmesine rağmen konunun güncelliğini koruyor olmasının dikkate değer olduğunu düşünüyoruz.
Orijinali için
Lozan Antlaşması’na göre azınlık kabul edilen Türkiye’deki Ermeni, Rum ve Musevi cemaatlerinin vakıflarının her biri aslında birer tüzel kişilik. Yani diğer vakıflardan hiçbir farkları yok. Ancak 1974 yılından bu yana süregelen bir sorun hala çözümlenmiş değil. Azınlık vakıfları bugün mal edinemiyorlar. Dahası 1936-1974 yılları arasında yasalara uygun olarak edindikleri mallar ellerinden alınıyor. Geri alınırken çoğunlukla bedelleri ödenmiyor ya da ilk alındığı tarihteki bedelin yasal faizleri hesaplanarak ödeme yapılıyor. Daha da kötüsü bu yıllar arasında mülkü kullandıkları için işgal tazminatı isteniyor vakıflardan. Yani o dönem içinde işgalci konumuna düşüyorlar. Çözüm üretme mercii olan yargı organları, çözümsüzlük ve sorun yaratma merci haline geldiği, sorun yargı kararlarıyla tıkandığı, devlet de yeni bir yasal düzenlemeyle soruna çözüm getirmeyi amaçlamadığı için, bugün azınlık vakıflarının bu sorunu neredeyse çözümsüzlüğe doğru gidiyor.
Uluslararası hukuksal düzenlemeler ve evrensel hukuk, azınlık tanımlaması hakkını azınlıkların kendilerine vermekle birlikte, Türkiye Cumhuriyeti azınlıklarının tanımını 1923 Lozan Antlaşması’yla kendisi yapmış, onlara hangi hakların verileceği, bu hakları ne zaman kullanabilecekleri, hakların ne zaman genişletilip daraltılacağı aynı antlaşmayla belirlenmişti.
Bugün birçok hukuk adamı, azınlık cemaatlerinin bir türlü çözümlenemeyen sorunlarının temelinde bunun yattığı görüşündeler. Aslında Lozan Antlaşması, azınlıkların sosyal haklarının ama özellikle de vakıflarının gelişmesi ve daha iyi boyutlara ulaşması için birçok taahhütte bulunan bir düzenleme. Ancak sonuç olarak gerek Lozan’ın azınlıklara ilişkin maddelerinin, gerekse daha sonra vakıflara ilişkin yapılan yasal düzenlemelerin devlet tarafından değişmeyen bir zihniyetle istenildiği gibi yorumlanması, yıllardır azınlık vakıflarını çok ciddi bir sorunla karşı karşıya bırakmış.
Azınlık vakıfları bugün yeni mülk edinemiyorlar. Vasiyetname yani bağış yoluyla mülk edinmeleri de söz konusu değil. Üstelik 1936 yılından 1974 yılına kadar edindikleri taşınmaz mallar da geri alınıyor. 1936’da yaptıkları mal beyannamesinde görünen mülklerin restorasyonu bile binbir bürokratik işleme tabi. Oysa azınlık vakıfları da diğer vakıflar gibi birer tüzel kişilik.
Lozan Antlaşması’nın iki maddesi, tüzel kişiliklerin mal edinmesine hiçbir kısıtlama getirilemeyeceğini söylüyor. Osmanlı’da tüzel kişiliklerin taşınmaz edinmesi söz konusu değilmiş. Edinilen taşınmazlar tapuya değil, Defter-i Hakani’ye kaydedilirmiş. 1328’de (1912) çıkan bir kanunla tüzel kişiliklerin mal edinmesine izin verilmiş. Bu durum Kıbrıs harekatı öncesi gerginliğine kadar böyle sürmüş. Bundan sonrasını, birçok Ermeni vakfının avukatlığını yapan Diran Bakar anlatıyor:
HÜKMÜ ŞAHSİYETİ YOK!
‘‘1328’de çıkan bir kanunla tüzel kişiliklerin mal edinmesine izin verilmiş. 1936’da ise İsviçre’den de Leman diye bir adamı getirtilerek vakıflar kanunu yapılmış. 1936 yılında vakıflar kanunu yürürlüğe girdiği zaman, cemaat vakıflarından mal beyannamesi vermeleri istenmiş. Bu beyannameden sonra 1968’e kadar, vasiyetname suretiyle mal almış vakıflar. Yani biri ölünce malını vakfa bırakıyor, tapuda da vakıf adına tescil ediliyor. Sonra nedense bu cemaat vakıflarının gelişmesi istenmedi ve mal almasınlar denildi. Bunun yolu olarak da önce ‘hükmü şahsiyeti yok’ dediler. Yani tüzel kişiliği yok. Tüzel kişiliğin olmaması demek mevcut değil demek. Baktılar bu çok mantıksız, vazgeçtiler. Yeni bir şey bulmaları gerekti.’’
Hükmü şahsiyeti yok buluşunun geçersiz olması üzerine, vakıfların mal edinmemesi ve edinilmiş olanların da geri alınabilmesi için yeni bir gerekçe bulunuyor. Cemaat vakıfları, zamanında üç beş kişinin biraraya gelerek oluşturduğu anonim vakıflar olduğu için bir vakfedeni yok. ‘‘Bir vakfın vakıf olabilmesi için, evet, bir vakfedeni olması lazımdır’’ diyor Diran Bakar. ‘‘Vakfeden bir senet yapar, bu senette o vakfın ileride taşınmaz mal edineceğine dair bir madde varsa, o cemaat vakfı mal edinir, böyle bir açıklık yoksa edinemez. Ancak cemaat vakıflarının böyle bir senedi yok. O zaman ne yapalım? Mal beyannamesi senet yerine geçsin. 1936 beyannamesinde ‘ileride de mal edinebiliriz’ diye bir madde yok tabii, çünkü senet değil, mal beyannamesi. İşte bu gerekçeye dayanıyorlar.’’
Böylece 70’li yılların başında, ilk aşamada vasiyetnamelerin iptali yoluna gidilmiş. Ermeni, Rum ya da Musevi, bütün cemaat vakıflarının tapuya kayıtlı yerleri için dava açılıp geri alınmış. Bu uygulama halen yürürlükte. Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından açılan bu davalarda öne sürülen gerekçe ise şu: ‘‘Bu vakfın mal edinmesi amme menfaatine ve intizamına aykırıdır’’.
‘‘Vakıflar’ın bir menfaati de yok, menfaat olmayınca dava açamaz normal olarak. Peki menfaatin yok, sana ne o zaman?’’ diye soruyor Avukat Diran Bakar. ‘‘Efendim, amme intizamı bozuluyormuş. Demek amme intizamı böyle düzeliyor! Geri alınan mallar mahkeme kararıyla ilk sahibine geri verilsin deniliyor. Yani kim vasiyet ettiyse ona geri verilsin. Örneğin Tuzla’daki Ermeni Yetimhanesi de böyle geri alınıp sahibine verildi. İlk sahibin mirasçıları olduğu için, neticede vakıfların eline bir şey geçmedi. Şimdi nüfus kayıtlarına bakıp, mirasçısı olmadığını tespit edip dava açıyorlar.’’
TEK KRİTER AYRIMCILIK
Ekim 1997 yılında GazetePazar’da yayınlanan bir söyleşide ‘‘Yunan hükümetinin Batı Trakya’daki Türkler için atacağı her adımın aynısını burada atmaya hazırım’’ cümlesini hiçbir rahatsızlık duymadan dile getiren Vakıflardan Sorumlu Devlet Bakanı Metin Gürdere örneğinde olduğu gibi, azınlık vakıflarıyla ilgili çıkan her kararı da yasalar değil zihniyetler yönlendiriyor. İstanbul Barosu avukatlarından Merter Karagülle vakıf mallarıyla ilgili açılan davalarındaki tek kriterin ayrımcılık olduğuna dikkat çekiyor.
‘‘Esasında yasal düzenlemelerde azınlık vakıfları mülkiyet edinemez gibi bir madde yok. Peki mülkiyet edinememeleri sonucuna nereden varılmış? Yargı kararlarından. Türkiye’de, dünyada da, çoğu zaman yargı yasamanın çözmekte zorluk çektiği, geç kaldığı, boş bıraktığı yerlerde çözüm üreten merci olmuş. Ama azınlık vakıflarının sorunlarının çözümündeki sürece baktığınız zaman yargının farklı bir siyasi yaklaşımla soruna eğildiği görülüyor. Çözüme ters bir yolda çözüm aradığı için, azınlık vakıflarının neredeyse nasıl mülk edinemeyeceği eğiliminde çözüm araştırdığı görülüyor. Hukuksal temelde baktığınız zaman, burada büyük bir sosyal adaletsizlik var. Sosyal adaletin bozulduğu yerlerde yargının, hukuğun çözüm yaratamadığı yerlerde başka sorunlar gündeme gelmiştir her zaman. Burada da toplumsal barışı tehlikeye düşürecek yargı kararlarıyla karşı karşıyayız. Herhalde hala çok korkuyoruz. Azınlıklara belli haklar verirsek azınlıklar çoğalabilir. Çoğaldığı zaman Türkiye’nin üniter devlet yapısı tehlikeye düşer. Korkumuz bu. Tırnak içinde Türkiye Cumhuriyeti bölünmez bir bütündür anlayışının kendini yansıttığı yer bu. Bunu savunmak başka bir şeydir, hukuksal düzenlemelerinizi bu kaygıya oturtmak başka bir şeydir.’’
Mahkeme kararı gerekçesiz reddedildi
Avukat Luiz Bakar, Surp Agop Hastanesi Vakfı’na ait yanan Şan Sineması’nın bulunduğu mülkle ilgili şunları anlatıyor:
Şan sineması Surp Agop hastanesine aittir. Sinema yandıktan sonra Tekfen şirketiyle bir anlaşma imzalandı. Bütün parsel üzerinde büyük bir iş ve ticaret merkezi yapılacaktı. Tiyatro, sinema ve konferans salonu olacaktı. Önce Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden izin alındı, bundan sonra Şişli Belediyesi, Anakent Belediyesi tarafından onay çıktı. Ama ne olduysa oldu, Vakıflar Genel Müdürlüğü iznini geri aldı. Bunun üzerine tekrar bir müracaat yapıldı. O arada Vakıflar Genel Müdürlüğü bir dava açtı ve bu davayla, inşaatın yapılacağı o parselin Surp Agop Hastanesi arazisine dahil olmadığını iddia etti. Gerekçesi 1936 beyannamesinde bulunmamasıydı. Sonunda bu parselin 1936 beyannamesinde bulunduğu da ispat edildi. Tekrar izin için müracaat edildi. Yine reddedildi. İdare mahkemesinde red kararının iptali için dava açıldı ve sonunda dava kazanıldı. Vakıflar Genel Müdürlüğü çok şaşırdı tabii, bir azınlık vakfının lehine nasıl böyle bir karar çıkar diye. Ve mahkeme kararının tatbikini gerekçesiz olarak reddetti. Mecburen Tekfen’le yapılan anlaşma da fesh edildi.
Lozan Antlaşması ne diyor?
Madde 40. Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, hem hukuk bakımından, hem de uygulamada, öteki Türk uyruklarıyla aynı işlemlerden ve aynı güvencelerden yararlanacaklardır. Özellikle:
Giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okul ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve dentlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapmak konularında eşit hakka sahip olacaklardır.
Madde 42/3. Türk hükümeti, söz konusu azınlıklara ait, kiliselere, havralara, mezarlıklara ve öteki din kurumlarına tam bir koruma sağlamayı yükümlenir. Bu azınlıkların Türkiye’deki vakıflarına, din ve hayır işleri kurumlarına her türlü kolaylık ve izinler sağlanacak ve Türk hükümeti, yeniden din ve hayır kurumları kurulması için, bu nitelikteki öteki özel kurumlara sağlanmış gerekli kolaylıklardan hiçbirini esirgemeyecektir.
Yorumlar kapatıldı.