‘Ararat’ filmi tartışması devam ediyor. Radikal’in ‘Ararat’ın senaryosundan bölümler yayımlamasıyla gölge boksu aşaması geride kaldı, şimdi neyi tartıştığımızı, nereye yumruk atmaya çalıştığımızı daha iyi biliyoruz.
Bu tartışmanın iki yönü var: Birincisi, bu filme gösterilecek tepkiyle ilgili. “Bu filme karşı ne yapmalıyız?” sorusuna yanıt aranıyor. Türklere karşı kin kusmasından korkulan bu filmi yasal ya da diplomatik yollarla durdurmaya çalışmak mı daha doğru, yoksa görmezden gelerek boş yere onun pro-
pagandasına alet olmamak, reklamını yapmamak mı?
Bu ikilemden üçüncü bir görüş doğdu: Filmi ‘görmek’, ama galasını Türkiye’de yaparak korkutucu büyüsünü bozmak, cinlerini def etmek. İsmet Berkan da dünkü yazısında bu seçeneği öneriyordu.
Tartışmanın ikinci yönü ise daha uzun vadeli ve önemli: ‘Geceyarısı Ekspresi’ ve ‘Ararat’ gibi filmlere karşı Türkler ne yapabilirler? Uğradıkları haksızlıkları başkalarına nasıl anlatabilirler? Dünya kamuoyunu nasıl etkileyebilirler? Türkiye nasıl dünya kamuoyu önündeki dilsizlikten kurtulup konuşan bir kültür haline gelebilir?
‘Ararat’ tartışması patlak verdiğinde bu konuda yurtiçinden ve yurtdışından çok sayıda mesaj aldım. Bunların büyük çoğunluğunun şu olguyu vurgulaması ilgimi çekti: Hollywood’a karşı Hollywood’ca konuşulur!
Yani, ‘Geceyarısı Ekspresi’ ya da ‘Ararat’ gibi Hollywood ölçülerine göre yapılan yapımlara filanca bakanlık tarafından hazırlanmış bir belgeselle cevap vermeye kalkışmak beyhudedir. Kim seyreder resmi propaganda kokan, sıkıcı belgeselleri! Siz de hikâyenizi, Hollywood ölçülerini evrensel normlar olarak benimsemiş geniş kitlelerin anlayacağı kodlar ve yöntemlerle anlatmak zorundasınız.
(Hollywood ölçülerinin iyi ölçüler olup olmadığı başka bir tartışmanın konusu. Godard’dan Halit Refiğ’e pek çok ustanın o konuda itirazları olduğunu biliyorum. Benim de var ama o da ayrı mesele!)
Eğer siz onun 16 milyon dolara çıkmış,
dokuz teknisyeniyle birlikte gündelik kirası 40 bin dolar olan Panavision kamerasıyla çekilmiş filmine geri teknolojilerle yanıt vermeye kalkışırsanız, asimetrik iletişimin kurbanları arasında kalmaktan kurtulamazsınız.
Evet, asimetrik iletişim! Yerküremizde, konuşanlarla konuşamayanlar arasındaki büyük dengesizlik, gelir dağılımındaki dengesizlikler kadar önemli hale geldi.
Belli ki, kendimize hasım saydığımız bazı
gruplar, sözgelimi ABD’deki Rum ve Ermeni
lobileri, küresel konuşma kürsüsünde hem daha sık söz sırası alıyorlar, hem de çağdaş kodları bizden daha iyi kullanıyorlar.
Türkiye bu evrensel iletişim ortamında kendi savlarını çağdaş iletişim teknolojileriyle iyi anlatamamanın sıkıntılarını yaşıyor. Bu engeli aşamadıkça sinirleniyor. Çünkü haklı olduğuna inandığı konularda bile haklılığını duyuramıyor. Bunun çok somut sonuçlarına katlanıyor: Siyasette, ticarette, turizmde ve kültürel alışverişte.
Türkiye’nin ‘güçlü’ bir ülke olabilmesi için ordusu ve ekonomisi kadar evrensel konuşma kapasitesinin de yüksek olması zorunlu. Ve bunun için önce, çağımızın iletişim çağı olduğunu söylerken ne denmek istendiğini iyi kavramamız gerekiyor.
Asimetrik iletişim bu çağın en önemli sorunlarından biri. İletişim çağında herkese eşit söz hakkı tanınmıyor. Söz hakkı alan herkes meramını anlatamıyor.
Atasözümüz ağlamayan bebeğe meme verilmediğini belirtiyor. Bu çağda da, konuşmasını bilmeyen ülkeye hak verilmiyor. Ne kadar haklı olursa olsun!
Yorumlar kapatıldı.