Radikal’de Neşe Düzel’e verdiği röportajda Ayhan Aktar “Türkiye Cumhuriyeti’nin gayrimüslim vatandaşlarını yabancı diye niteledi. Ekonomiyi Türkleştireceğiz derken boğduk. En yeteneklileri sınır dışı ettik. Müslüman tüccar, azınlıkların yerini ancak 30 yılda doldurabildi.” diyor.
Röportajın tamamı şöyle…
Türkiye, utangaç bir biçimde de olsa, geçmişinin üstünü örten kalın
örtüyü ucundan kenarından kaldırmaya başladı. Etkileri bugüne kadar süren
birçok olayın gerçek yüzünü, nedenlerini topluca tartışmaya koyulduk.
Bugünü anlamak için geçmişi öğrenmek gerektiğini daha iyi kavrar olduk.
31 Mart’ın siyasi sonuçlarını, ‘Varlık vergisi’nin ekonomimizde yol açtığı
çıkmazları şimdi daha iyi görüyoruz. O olayların gölgesini bugün de üstümüzde
taşıdığımızı fark ediyoruz. Niye ortalığın bir türlü aydınlanmadığını
anlıyoruz. Doç. Dr. Ayhan Aktar ile varlık vergisinin ardındaki nedenleri, Türkleştirme
politikalarını, bu verginin sanayileşmeyi nasıl geciktirdiğini, ihracatı
nasıl engellediğini, toplumsal yapıyı nasıl altüst ettiğini konuştuk.
Cumhurbaşkanı İnönü ve Başbakan Saracoğlu döneminde verilen kararın bugün
ülkemizde yaşanan birçok sıkıntının altyapısını oluşturduğunu gördük.
Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Ayhan
Aktar’ın, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları’ adıyla İletişim
Yayınları’ndan çıkmış bir kitabı var. Doç. Dr. Aktar, Marmara Üniversitesi’nin
yanı sıra Yeditepe Üniversitesi’nde de ders veriyor.
***
Türkiye, geçmişiyle gene kendi alışkanlıklarına uygun bir biçimde
hesaplaşıyor. Bir yandan geçmişimizdeki karanlık olaylar, romancılar
sayesinde olsa da ortaya çıkıyor. Diğer yandan da konuyla âlâkası olmayan
tartışmalarla bu karanlık olayların üstü örtülmeye çalışılıyor. Ama
bütün bunlara rağmen geçmişle ilgili bir hesaplaşma da başlamışa
benziyor. Türkiye, tarihiyle hesaplaşma dönemine mi giriyor?
Tam giriyor sayılmaz. Çünkü Türkiye’nin kendi tarihiyle böyle bir
hesaplaşmaya girebilmesi için önkoşulların olması lazım. Oysa bizim resmi
tarihimiz bile yok. Arşiv belgesine dayalı ne siyasi tarihimiz var, ne de
askeri tarihimiz. Bizde sadece okullarda okutulan birtakım resmi görüşler
var. Eğer bir ülkede Cumhurbaşkanlığı ve Dışişleri arşivleri kapalıysa
o ülkenin resmi tarihi zaten yazılamaz. Resmi görüşler çerçevesinde resmi
tarih yazacağım diye tuttursanız bile yazamazsınız, çünkü elinizde
malzeme yoktur.
Arşivler kapalı ne demek?
Arşivlerimiz kapalı ama bu dünyanın sonu değil. Ben İngiliz ve Amerikan
arşivlerini kullanıyorum. Mesela varlık vergisi hakkında Rauf Orbay’ın ne
dediğini İngiliz arşivlerindeki notlardan çıkardım. Mesela bizim Cumhurbaşkanlığı
arşivimiz var. Bu arşivden 1928 harf devriminden önceki belgeleri istediğinizde
size belgenin çevirisini veriyorlar. Çevirinin orijinaliyle aynı olup olmadığını
nereden bilebilirsiniz ki. Ya da arşivden 1915’in Yıldız telgraflarını
istediğinizde, ‘Belgeler tasnifte’ diyorlar. İçinden Ermeni tehciri meselesi
falan çıkabilir diye bu tasnif 35 yıl sürebiliyor. Sonuçta sizin bıkmanız
ve bu işi bırakmanız isteniyor.
Niye bizim tarihimizle ilişkimiz böylesine sancılı?
Sancılı çünkü başka ülkelerde 150, 200 senede gerçekleşen olaylar
bizde 1908 ile 1990’lar arasındaki 80 yıllık kısa zaman dilimine sıkıştırılmış.
Hızlı bir biçimde resmi görüşler üretilmiş ve bu böyledir denmiş. Öyle
olmadığını anlatan her şey ütülenmeye çalışılmış.
Sanki bu toplumun bir bölümü kendi tarihinden kaçmaya çalışıyor.
Biz niye tarih karşısında bu kadar ürkeğiz?
Evet ürkeğiz. Unutmayı, hesaplaşmamayı tercih ediyoruz. Ama istediğiniz
kadar unutmayı tercih edin, birileri de kalkıp filmler yapıyor. Meseleler gündeme
geliyor.
‘Salkım Hanım’ın Taneleri’ filmi sayesinde varlık vergisi gündeme geldi.
Tarihin hortlaklarından biri daha gün yüzüne çıktı.
Gayrimüslim vatandaşlarımıza uyguladığımız bu vergi ekonomik bir
karar mıydı, yoksa bu kararda Alman Nazizmi’nin etkisi de var mıydı?
Varlık vergisiyle ilgili, ‘1930’larda, Avrupa’da Nazi rüzgârları
esiyordu, biz de etkilendik ve ayrımcı bir yasa çıkardık, Müslüman’dan 10
lira, gayrimüslimden 100 lira vergi aldık. Ne yapalım, zamanın ruhuna uygun
bir tavırdı, kökü dışarıda bir modaydı bu, biz de etkilendik’ denir. Hayır
durum böyle değildi. Başbakan Şükrü Saracoğlu, varlık vergisinin kanunlaşmadan
önce tartışıldığı CHP gizli oturumunda açıkça söylüyor. ‘Biz,
ekonomik hayatımızda egemen olan gayrimüslimin elinden bu egemenliği alacağız.
Ticareti ve sanayii Türklere tahsis edeceğiz’ diyor. Biz, Osmanlı’dan tevarüs
ettiğimiz çok etnik gruplu, çokdinli toplumsal yapının her boyutunu Türkleştirdik.
Biz Müslüman olmayan vatandaşlarımızı Türkiye’nin asıl vatandaşları
olarak görmekte zorlanıyor muyuz? Kendimizi Türk, onları yabancı olarak mı
görüyoruz?
Yargıtay’ın 1970’lerde aldığı bir karar var. Bu karar, Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı olan azınlıkları yabancı olarak niteliyor. Eğer Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşına siz yabancı derseniz, o zaman burada oturan gerçek
yabancıya ne diyeceksiniz?
Vatandaşlık haklarından yararlanma konusundaki uygulamamız pek parlak değil.
Türkiye’deki azınlıklar Osmanlı’da bakan, paşa, asker olabiliyordu. Ama bugün
azınlık mensubu bir kimse tapu dairesinde memur da olamıyor, polis de olamıyor.
Varlık vergisinin, bir Türkleştirme politikası olduğunu söylediniz.
Nedir Türkleştirme politikası?
Türkleştirme politikası, hayatın her boyutunda, kimin nasıl ticaret
yapacağından dağıtılacak sanayi teşviğine, devlette istihdam edilecek
insandan, bankada çalışacak memura, sokakta konuşulan dilden okullarda öğretilecek
tarihe varıncaya kadar her alanda Türk etnik kimliğini hâkim kılma, bu
kimliği benimseyen insanların egemenliğini yerleştirme çabasıdır. Türkiye
ve Yunanistan karşılıklı oturmuşlar ve insanları mal gibi değiş tokuş
etmişler. Al bir milyon 200 bin Anadolu Rumu’nu, ver 400 yüz bin Yunanistan Müslümanı’nı
demişler. Bütün bu Türkleştirme politikaları sonucunda, 1927’de gayrimüslim
nüfusun toplam nüfustaki payı yüzde 2,78’ken, bugün bu oran binde 50’ye düştü.
Bu açıdan, varlık vergisi ‘azınlık karşıtı’ özellikleri olan bir Türkleştirme
politikasıdır.
Müslüman olmayan, Türk ırkından gelmeyen her vatandaşımıza karşı
kuşkulu muyuz biz?
Onların varlıklarından çok hoşnut olmadığımız aşikâr. Onların bu
ülkeyi terk etmesi için gereken her şey yapıldı. Onlara bu ülkede eşit
vatandaşlar olarak yaşama imkânı pek tanınmadı. Bu nedenle de gittiler.
Mesela varlık vergisinin ilk sonucu, 1948 ile 1951 yılları arasında 32 bin
Musevi kökenli vatandaşımızın yeni kurulmuş olan İsrail devletine göç
etmesi oldu. Sürekli savaş tehdidi altındaki bir devlete göç etmeyi tercih
etti 32 bin insan.
Bugün Ermeni vakıflarının malvarlıkları konusunda ciddi sorunlar yaşıyoruz.
Hâlâ bu tür sorunlarımız olması sizce neyin işareti?
Azınlıklara bakışımız fazla değişmedi. 1940’larda onlara nasıl şüpheyle
bakıyorsak bugün de öyle bakıyoruz.
Türkleştirme bir Cumhuriyet projesi mi yoksa yakın tarihin bir dönemindeki
sapma mı?
Bu bir Cumhuriyet projesi. Bu, bizim Cumhuriyet dönemi Türk milliyetçiliğimizin
yorumundan kaynaklanan bir sonuç. Şeyh Sait isyanından sonra Türk kimdir
sorusu yeniden soruldu. Türk kimliğinin tanımı 1930’larda daha dar olarak
yenilendi ve bu ülkede yaşayan herkes Türk kabul edildi. Bu politikanın kötü
sonuçlar yaratması ise ancak köylere elektrik ve televizyonun gitmesiyle
oldu. Çünkü daha önce Ankara’da uygulanan politikadan Şırnak’ta yaşayan
adamın pek haberi yoktu. Bizim PKK terörü diye adlandırdığımız şey ise
işin sonunda bir Kürt milliyetçi hareketidir. Bunun ortaya çıkış tarihi
de oradaki insanların evlerine televizyonun girmesiyle eşzamanlıdır.
Televizyonda her gün onlara siz Türksünüz denmiştir, bir kısmı da değiliz
demiştir.
Peki Türkleştirme politikasının ekonomideki etkileri nelerdi?
Varlık vergisine niye çıktı diye baktığımızda şunu görürüz.
Osmanlı’dan devraldığımız yapıda Türkiye doğal hammadde ihraç eden bir
ülkeydi. İthalat, ihracat, komisyonculuk ve mümessillik işleri vardı ve bu
sektörlerde gayrimüslim tüccar egemendi. Aslında imparatorluktan kalan bir işbölümü
de vardı. Mesela Ege Bölgesi’nde Türk üretici pamuk, üzüm, tütün üretir,
Rum veya Ermeni tüccar aracı olarak çalışır, İzmir’de oturan Levanten
yani Avrupalı tüccar da bunu ihraç ederdi.
Nüfus mübadelesiyle bu azınlık tüccar gönderildi. Üretici ile ihracatçı
arasındaki halka koptu. Bu yüzdendir ki, Türkiye’nin 1922’den sonraki ihracat
rakamları çok azaldı. Biz, nüfusu Türkleştireceğiz derken kendimizi çok
ciddi bir darboğaza soktuk. Çünkü nüfusun en yetenekli ve meslek sahibi
kesimlerini sınır dışı ettik. Bunların yerine koyacağımız insanları
yetiştirmek uzun süre aldı. Türkiye’nin 1930’da devletçiliğe geçişinin
ardında da bu vardır.
Ne vardır?
1930’da aslında Türkiye’de adam eksikliği vardı. Devletçilik, ‘özel
sektörün yapamayacağı işlerin devlet tarafından yapılması’ diye tanımlanır
ama devlet bu ülkede her işi yapmaya başladı. Kamu sektörü inanılmaz genişledi.
Çünkü devletçiliğe geçişimiz, Türkleştirme politikalarıyla nüfusun
‘burjuva’ diye tabir edilen müteşebbis kesimi sınır dışı etmemizle ortaya
çıkan boşluğun getirdiği bir sonuçtur. Milli Şef İnönü ve Başbakan
Saracoğlu, piyasada azınlık tüccarının biçilmesinin yaratacağı boşluğu,
Müslüman tüccarın dolduracağını umut ediyorlardı. Ama bu umut gerçekleşmedi.
Çünkü müteşebbis ile zengin adam arasında fark vardır. Zengin adam parası
olandır. Müteşebbis ise parası olan fakat bu parayı büyütmek için bilgi
ve beceri ve ‘know how’ a sahip bulunandır. Bakın Almanya’daki vatandaşımız
25 sene çalışıyor, 400 bin mark para biriktirip Türkiye’ye dönüyor. Bu, Türkiye’de
girişimci olmak için ciddi bir sermaye ama o gidip taksi plakası satın alıyor.
Çünkü o bilgi ve beceri onda yok. Türkiye ancak 1970′ lerden sonra girişimci
sınıfını yarattı. Saracoğlu’nun hesabı bu sınıfın 1943, 1944’te ortaya
çıkmasıydı. Çıkmadı, 30 yıl gecikmeli oldu bu. Büyük bir bedel…
Ama varlık vergisi sadece gayrimüslimden değil, Müslümanlardan da alındı
deniyor. Öyle mi?
Tabii ki Müslümanlardan da alındı ama aynı düzeydeki bir gayrimüslimden
on kat fazlası alındı. Zaten mükelleflerin de yüzde 87’si gayrimüslimdi.
Bu oran herhalde bir şey anlatıyordur. Varlık vergisi ‘Müslim, gayrimüslim,
dönme ve ecnebi’ olarak dört kategoriye ayrıldı. Selanik dönmelerinin de
defterinin dürülmesi düşünüldü. Çünkü Türk muhafazakâr sağı,
Selanik’ten mübadeleyle Türkiye’ye gelen ve büyük şehirlere yerleşen,
ticaret ve sanayi sektöründe önemli yere sahip olan bu insanlara ‘gizli bir
din taşıyan’ insanlar olarak kuşkuyla bakar. Onlar da gayrimüslimlere yakın
bir oranda vergilendirildiler. Sonuçta gayrimüslim tüccar piyasadan silindi.
Özsermayelerini, mallarını, evlerini, dükkanlarını kaybettiler. Bu mülklerin
yüzde 60’ından fazlası Müslüman Türklere, yüzde 30’u da Sümerbank,
Etibank, Milli Reasürans gibi büyük kamu kurumlarına satıldı. Ayrıca bu
vergi sadece zenginlerden alındı iddiası da doğru değil.
Mükelleflerin yüzde 25’i işyeri bile olmayan şoför, mavnacı, halde
komisyoncu gibi insanlardan ya da sekreter, hademe, odacı gibi işçilerden oluşuyordu.
Bu grubun hepsi de gayrimüslimdi. Aşkale çalışma kampına gidenler ise 40,
50 bin liralık vergisini ödeyemeyen daha varlıklı olan kesimdi.
Eğer varlık vergisi alınmamış olsaydı Türkiye’deki ekonomik hayat
bugün daha farklı mı olurdu sizce?
1930’ların, 40’ların büyük azınlık tüccarı aileleri vardı. Bunlar
muhtemelen ticaret ve sanayi hayatında kalacaklardı. Ama bu olaydan sonra
gayrimüslim tüccar ev bile satın almadı. 1990’lara kadar parasını nakitte
tuttu. Sanayici olabilecekken yatırım yapmadı. Bu bizim sanayileşme çabamızı
da engelledi. Korku ortamı 30, 40 sene sürdü.
Varlık vergisine giden yolun taşları İnönü hükümetinin iktisat
politikalarıyla döşendi. 1939’da İkinci Dünya Savaşı patladığında Türkiye
bir milyon kişiyi askere aldı. Tarımsal üretim düştü ve bu bir milyon
askeri beslemek için durmadan para basıldı. Fiyatlar yüzde 350 arttı. Şehirlerde
büyük bir hayat pahalılığı ve karaborsa yaşandı. Bu çok ciddi bir
muhalefet yarattı. Bu noktada azınlıklar günah keçisi oldu, kurban olarak
sunuldu. Varlık vergisi tahsilatı sırasında fiyatlar önce biraz düştü
ama sonra feci arttı. Karaborsa çılgınca sürdü. Ekonomi düzelmedi.
Neden Cumhuriyet çokdinli, çokırklı, çokkültürlü bir yapıyı
benimseyemedi?
Çünkü Cumhuriyet’in kurucu heyeti uzun bir savaş yaşadı. Balkan Harbi,
Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı… Düşünün ki, 1912 ile 1922
arasında bu ülkeyi yönetenler tam on yıl savaştılar. Bu insanlar ihaneti,
işgali, milliyetçi hareketleri gördüler, mağlubiyeti yaşadılar. Savaş ve
toprak kaybettiler. Bence İmparatorluk 1918’de değil, 1912’de bitti. Farklı
etnik ve dini gruplardan insanların Osmanlı şemsiyesi altında var olma anlayışı,
1912’deki milliyetçilik akımlarının yarattığı Balkan Savaşı’yla terk
edildi. Yönetici seçkinlerin doğdukları yerler gitti. Atatürk biliyorsunuz
Selanik doğumludur. Bir insanın bir daha doğduğu yere gidemeyecek olmasının
yarattığı bir travma vardır. Ve, Cumhuriyet’i kuran kadroların kemiklerine
işlemiş bölünme korkusu bu yıllara dayanır. O neslin bireysel tecrübesi,
bizde maalesef resmi görüş ve ideoloji haline geldi. Oysa bugün 30, 40 yaşında
olanlar böyle bir travmayı yaşamadılar. Onlar kendilerine, topluma ve dünyaya
çok daha güvenerek bakıyorlar ama onlara vatanın bölüneceği, parçalanacağı
korkusu, düşmanlarla çevrili olduğu muz ideolojisi zerk ediliyor.
Bu bölünme korkusu nasıl bir sonuç yaratıyor?
Bunun sonuçlarını bugün Avrupa Birliği konusundaki zıtlaşmalarda, Kürtçe
televizyon olsun mu olmasın mı tartışmalarında görüyoruz. ‘Bölünürüz’
diyenler,yaşamadıkları halde o travmayı kendilerine zerk edilen resmi görüşle
içselleştirmiş olanlar. ‘Bölünmeyiz’ diyenler ise kendinden daha emin
olanlar. Gerçi bu itişme sürecek ama ben çok ümitsiz değilim. Çünkü
devlet eskisi kadar monoblok bir karşı çıkış içinde değil. Ama 2001’de hâlâ
varlık vergisini savunanları görünce tabii asabım bozuluyor, ümidim kırılıyor…
Yorumlar kapatıldı.