Bir filmi bahane ederek TRT Genel Müdürü’nü görevden alma çabaları Varlık Vergisi’ni yeniden gündeme getirdi ve ortalığı bir kez daha ipe sapa gelmez bir söylem sardı. Gerçekten de savaş yılları devletin maddi olanaklarının son derece kısıtlandığı, karaborsa ve ihtikarın toplumu ezdiği bir döneme rastlar. Aynı yıllarda başka ülkelerde de olağanüstü vergilerin konduğu; Varlık Vergisi’nin ise söz konusu dönemdeki tek vergi olmadığı da doğrudur. Ne var ki bu noktadan sonra yapılanlar, gayrimüslimlere yönelik bilinçli bir mülksüzleştirme politikasının hayata geçirilmesidir. Hortlatılmaya çalışılan ideolojik tehdit ortamı ve tarihsel olguları gizleme gayreti ise gülünçtür; çünkü olayların hiçbir gizli kapaklı yönü yoktur.
1– Varlık Vergisi alınması fikri hükümet içinde doğmuş, karara bağlanmış ve neredeyse anında bunun gayrimüslimlere yönelik olacağına dair bir kanaat oluşmuştur.
2– Bu kanaatın maddi temeli CHP kapalı oturumunda bu vergiyle ilgili milletvekillerine yapılan açıklamadır. Buna göre Müslüman kesimin tedirgin olması gerekmemektedir; çünkü hedef gayrimüslim kitledir.
3– Durumu öğrenen gayrimüslim cemaat temsilcileri Başbakan Saracoğlu’na gitmişler, istenen meblağı sormuşlar; ancak Saracoğlu bu dayanışmacı teklifi reddetmiştir.
4– Çıkan Varlık Vergisi yasası kağıt üzerinde eşitlikçi gözükmesine karşın, merkezi bir uygulamayla mükellefler Müslüman, dönme ve gayrimüslim olarak üç liste halinde düzenlenmiş; ve gayrimüslimlere diğerleriyle mukayesesiz vergiler yüklenmiştir.
5– Vergileri saptayacak olan Tahkikat Komisyonları bir kişi hariç bürokratlardan oluşmuş ve hiçbir gayrimüslim üye içermemiştir.
6– Tahkikat Komisyonları’ndan 15 gün içinde tüm mükelleflerin vergi oranlarını saptamaları istenmiştir. Ancak dakikada bir hane değerlendirilse ve 24 saat çalışılsa bile, 15 günde mükelleflerin sadece üçte birini ele almak mümkündür. Dolayısıyla vergi rakamları tamamen keyfi olarak belirlenmiştir.
7– Müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki eşit ortaklıklarda; gayrimüslim ortağa gelen vergi diğerinin ortalama on kat üzerinde tecelli etmiştir.
8– Kayıtlara göre gayrimüslimler arasında kabaca 26.000 kişi hiçbir serveti olmayan, zar zor geçinen fakirlerdir. Ancak aynı yaşam koşullarındaki hiçbir Müslüman’a vergi gelmemiştir.
9– Paranın tahsili için sadece 15 gün süre tanınmıştır. Dolayısıyla gayrimüslimler mal varlıklarını haraç mezat değerinden çok düşük rakamlara satmışlar; ve bu mülklerin büyük kısmı şirketlerin eline geçmiştir.
10– Verginin itirazı yoktur. Ne var ki bazı Müslüman işadamları enformel yollardan itiraz etmiş ve pazarlık sonucu vergilerini indirmişlerdir.
11– Vergiyi ödeyemeyen gayrimüslimler 20 Ocak 1943 tarihli Bakanlar Kurulu kararı doğrultusunda yayımlanan 2 Şubat tarih, 131 no ve 5338 sayılı kararnameyle bedeni çalışmaya mahkum edilmiştir.
12– Söz konusu gayrimüslimler (kabaca 1380 kişi) Aşkale merkez olmak üzere üç kısma bölünmüşler; bir bölümü Aşkale’de kalırken diğerleri Kop Dağı ve Pırnakkapan Dağı’ndaki kamplara sevk edilmişlerdir. Almanların Stalingrad yenilgisi olayın sonunu getirmiş, halen borçlu olan mükellefler affedilmiş ve sürgündekiler evlerine dönmüşlerdir.
Bunlar tarihsel olgular… Meclis zabıtları ve dönemin gazeteleri her şeye şahittir. İdeolojik devlet savunuculuğu uğruna kendilerini cahil ve aptal durumuna düşürenlere duyurulur.
Her toplumun geçmişinde unutulmak, mümkünse meşru kılınmak istenen olaylar vardır. Oysa Anadolu’nun işgal altında olduğu dönemde gayrımüslimlerin davranışlarını, hele daha öncesinde Müslüman köylere yönelen silahlı çete saldırılarını olumlayarak anımsamak mümkün değildir. Geçmişe bakarken ‘dış tahriklerden’ dem vurulması da hafifletici bir neden işlevi görmekte ve vicdan rahatlatmak üzere kullanılmaktadır. Acı gerçek belirli koşulların olgunlaştırdığı bir milliyetçiliğin gayrımüslim cemaatlere de egemen olmuş olması; ve sonuçta hiç de övünç duyulamayacak bir tarihsel sürecin yaşanmasıdır. Öte yandan bunun tek yanlı bir süreç olmadığı da açıktır. Çünkü İttihad ve Terakki günlerinden bu yana devlette, bugün bile sürmekte olan bir gayrımüslim tedirginliği ve bürokrasinin hafızasına sinmiş bir tür düşmanca algılama mevcuttur. Çete savaşlarına, tehcirlere ve göçlere ilişkin hikayelerle beslenen bu psikolojik arkaplan; Cumhuriyet’le birlikte gayrımüslimlere yönelik bir mülksüzleştirme politikasının meşruiyetini oluşturmuştur. Gayrımüslimlerin 1936 yılında verdikleri gayrımenkul beyannamelerini temel alan devlet, bugün bile hâlâ cemaat vakıflarını mülksüzleştirme çabasını bilinçli olarak sürdürmektedir.
İşte Varlık Vergisi de bu uzun vadeli politikanın halkalarından biridir. Olay yaşandıktan sonra Müslüman kamuoyunda anlamlı tepkilere neden olmuş; ancak devletin tavrı değişmemiştir. Örneğin bazı gayrımüslimler bu tepkilerin ve savaşın bitmesinin getirdiği liberal ortamdan destek alarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne vergi itirazında bulunmuşlar; ancak hiçbirinin talebi işleme konmamıştır. Meclis Dilekçe Komisyonu’nun şikayetleri reddeden mektupları bugün birçok gayrımüslim tarafından hâlâ saklanmaktadır. Uygulanan politikanın bilinçli olduğu şuradan bellidir ki, devlet aynı vergiye tabi kıldığı azınlık okul ve hastanelerini bile sonradan ayrı tutma ‘lütfunu’ göstermemiştir.
Olayın detayları ise Varlık Vergisi’ni hayata geçirenlerden biri olan İstanbul Defterdarı Faik Ökte’nin 1951’de yayımlanan ‘Varlık Vergisi Faciası’ adlı kitabıyla ortaya çıkmıştır. Bugün bizler Faik Ökte’yi samimiyet ve dürüstlüğünden ötürü saygıyla anıyoruz; ama o günleri yaşamış olan dönemin medyası bugünkünden çok farklıdır. Örneğin bir başyazar şöyle yazmaktadır: “Faik Bilmemne bey Varlık Vergisi Faciası diye bir kitap çıkarmış. Bir defa ne hakla? Bu facianın başrollerinden birini oynadığı için mi? Yoksa ‘nasılsa bu rolü oynadım, afedersiniz’ mi demek istiyor? Hepsi saçma. Evvela bu bir facia değil, bir milli ayıp, bir milli rezalettir. Bu kirli işin başında bulunan İsmet İnönü, Şükrü Saracoğlu, Fuat Ağralı ve eserin müellifi Faik Bilmemne gibi adamlar ‘hıyaneti vataniye’ cürm ile mahkemeye verilmelidirler. Bütün bir dünyaya karşı Türkiye’yi yerin dibine geçirdiler. Böyle basit bir kitap bu muazzam kepazeliğin kefareti olamaz. Bir parça akıllı insanlar iseler sussunlar. Meclise girmek, eser neşretmek şöyle dursun, hatta sokakta bile vatandaş huzuruna çıkmaktan çekinsinler.”
Tarih 17 Mayıs 1951. Yayımlandığı yer Cumhuriyet gazetesi. Sütunun adı ‘Bir Dakika’. İmza ‘D.N.’; yani Doğan Nadi! Yani gazetenin ruhu olan o efsanevi cumhuriyetçi. Düşünün Cumhuriyet Gazetesi bugün kimlere kaldı, kimler tarafından temsil edilmek zorunda bırakılıyor… Aynen Cumhuriyet’in kendisi gibi…
Yorumlar kapatıldı.