İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Etyen Mahçupyan: Salkım Hanımın Taneleri (1-2)

İşler durulduğuna göre, artık Salkım Hanımın Taneleri adlı filmle ilgili daha serinkanlı bir değerlendirmeye geçebiliriz. Kritik soru, iki yıl önce gösterime girmiş ve epeyce tartışılmış bir filmin bugün yeniden gündeme niçin geldiğiydi. Bazıları bunun algılama zayıflığı olduğunu, filmdeki bir karakterin etnik kimliğindeki değişikliğin idrak edilmesinin iki yıl almasının yadırganmaması gerektiğini öne sürdüler. Benim niyetim kimseyle dalga geçmek değil; çünkü tartışmanın bugünlerde ortaya çıkmasının açık bir siyasi nedeni var. TRT Genel Müdürü Yücel Yener bu göreve geldiği günlerden beri MHP’nin bir bölümünün taarruzu altındaydı. İnternet sitelerinde yapılacak kısa bir gezinti, bu tarz milliyetçiliğin sadece saldırgan niteliğini değil; aynı zamanda nasıl dar siyasi hesapların taşıyıcısı ve kamuflajı olarak kullanıldığını ortaya koyar. Bundan birkaç ay önce saldırılar yeniden alevlendi; çünkü Yener’in görev süresi bitmek üzereydi. Sonuçta RTÜK prosedür gereği üç aday önerdi ve teamüle uygun olarak bunlardan biri halen görevi yürütmekte olan Yücel Yener’di. Kamuoyu diğer adayları pek tanımıyordu ve üzerlerinde fazla tanıtıcı bilgi de çıkmadı. Ancak ikisi de MHP’ye yakın ve mesleki kariyerlerinde başarısız kişilerdi. Bakanlar Kurulu sonuçta Yener’in görevini uzattı; ama bazı MHP’li bakanlar kararnameyi uzun süre imzalamadılar. Bütün bu süreç boyunca bazı internet sitelerinde ve TRT içinde Yener aleyhine saçmalık ve ahlaksızlık düzeyine varan iddialar ortaya atıldı; milliyetçiler tepki vermeye, baskı koymaya, Yener’in yeniden seçilmesini engellemeye çağrıldı. Tabii ki esas çağrı MHP milletvekillerine yapılmaktaydı; çünkü onlar koalisyon ortağı olarak memleketi yönetmekteydiler. Kaba milliyetçi bakış, memleketi yönetenin her şeyi yapmaya hakkı olduğunu; memleketi yönetme hakkının ise temelde milliyetçilere ait olduğunu varsaydığı için, saldırılar kısa bir zaman içinde hezeyana dönüştü. O kadar ki bazıları prosedürü falan unutup, neredeyse Yücel Yener’i kolundan tutup TRT binasının pencerelerinden birinden aşağı atabileceklerini düşünmeye başladılar. Bunun bir ‘düşünce’ değil, en kabasından ‘duygu’ olduğunu söyleyebilirsiniz. Ne var ki bazı MHP’liler bu tür duygulara ‘düşünce’ diyorlar. Dolayısıyla ortalık bu düşüncelere tercüman olacak duygulu birine muhtaçtı. İşte günümüzün medyatik milliyetçisi, “milletin vekili” böyle doğdu. Filmin ilk sözleşmesinin Yücel Yener döneminden önce yapılmış olmasının, TRT’nin sadece teknik yardım vermesinin, filmin çekiminde emeği olan yönetmen, kameraman ve diğerlerinin TRT maaşı dışında para almamalarının hiçbir önemi yoktu. ‘Milletin Vekili’ alttan gelen basınçla doldurulmuş bir öfke ve basiret sembolüne dönüşmüştü. Yener’in yeniden seçilmesini engelleyemeyenler, şimdi de onu yasalara aykırı davranmakla suçlayıp azletmeye çalıştılar. Ancak filmin gösteriminin yasalara aykırı bir tarafı yoktu; çünkü TRT katkısının karşılığı zaten gösterim hakkıydı. Bu nedenle filmin bizatihi yasadışı olması gerekiyordu. ‘Ermeni propagandası’ saçmalığının ardındaki neden budur: Eğer film bir Ermeni propagandası olarak mahkum edilebilirse, onu devletin kanalında gösteren müdürü de vatan haini ilan etmek mümkün olacaktı. Böylesine süfli bir plan başarılı olabilir miydi? Olamayacağını anlamamak için MHP siyasetçisi mi olmak gerekiyor?

Salkım Hanım tartışmasının MHP ve milliyetçi kanat açısından fazlasıyla cazip, kaşınmaya müsait bir alan olarak algılanmasında şaşırtıcı bir yan yok. Çünkü burada bir taşla üç kuş avlamak mümkün: TRT Genel Müdürü, onun bağlı olduğu devlet bakanı ve aynı zamanda romanın yazarı olarak Yılmaz Karakoyunlu; ve romanı ‘uzun vadeli haince planlarına’ alet eden senaryo yazarı, yani ben. Ne var ki hem Yücel Yener’in hem de Karakoyunlu’nun yıpratılması benim hain ilan edilebilmemle bağlantılıydı. Çünkü Yener zaten zincirin son halkasıydı; zincirin ilk halkası olan Karakoyunlu ise hükümetteki ANAP’lı bakanlardan biri olduğu için, doğrudan üzerine gidilmesi koalisyonun ‘istikrarı’ açısından doğru olmazdı. Dolayısıyla hedef belli oldu. Aksi halde Star ve Milliyet gazetelerinin böylesine ‘bilinçli’ ve istikrarlı bir biçimde ahlaksızlığa varan ölçülerde çarpıtarak haber ve manşet yapmaları kolay kolay açıklanamaz. Bunlara Rıfat Bali gibi, kendi sözleriyle “manyaklık derecesinde titiz” araştırmacıların ‘büyük Ermeni planı’ tespiti de eklenince; sınır tanımayan bir düzeysizliğin önü açılmış oldu. Tüm azınlıkları kapsayan ve hepsinin de eşit haksızlığa muhatap olduğu Varlık Vergisi olayına ilişkin bir filmde, karakterin birinin etnik kimliğindeki değişikliğin bir planın parçası olduğunu düşünebilmek başlı başına zihinsel bir handikap. Bunun bilim adamlığıyla ilgisinin olmadığı da apaçık. Bu nedenle eğer Bali gerçekten de bir titizlik göstermekteyse, bunun milliyetçi bir titizlik olduğunu teslim etmek gerekiyor. İnsanlar kendilerini milliyetçilik karşıtı sanabilirler, öyle sunabilirler, hatta milliyetçilik aleyhine yazılar da yazabilirler. Ancak dünyayı azınlık kimliğinde kalma / Türkleşme ikilemi içinde algılıyorsanız, hangi tarafı savunursanız savunun, perspektifiniz milliyetçidir. Bali’nin MHP’lilerle aynı safta olduğunu tabii ki söyleyemeyiz. Ama gene de bu son olayda onları bir araya getiren, bütünleştiren bir tılsım var. Bu tılsım benim hangi etnik kimliğe dayanırsa dayansın, her türlü milliyetçiliği reddetmem ve bu ideolojiyi bizatihi zararlı ilan etmemle alakalı. İşte bu nokta hem MHP’lilere hem de Rıfat Bali’ye ters geliyor. Onlar benim Ermeni milliyetçisi olmamı istiyorlar… Bu onları çok rahatlatacak: Hem beni mahkum etmek üzere akıllarının erdiği bir neden bulmuş olacaklar; hem de kendi milliyetçilikleri kendi gözlerinde meşruiyet kazanacak. Çünkü benim Ermenilik peşinde olmadığım bir çatışmada, ne Bali’nin ‘Türkleştirme’ tezinin bir anlamı vardır; ne de Türk milliyetçilerinin düşmanlık ve hainlik edebiyatının. Bu olayda sağ ve sol milliyetçiliğin bütünleşmesi; Deniz Som, Melih Aşık, Hasan Pulur gibi tarif gerektirmeyen yazarlardan destek bulması; hele bu saldırganlığın doğal mecrasına akarak Emin Çölaşan’la taçlanması, meselenin özünü ortaya koymaktadır. Türkiye’de devlet Müslüman’a karşı laik, gayrimüslime karşı Müslüman kimlikle davranan çifte standartlı, etik kaygulardan arınmış bir mekanizma olma sevdasını sürdürmektedir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının Türklük altında ezildiği böyle bir anlayıştan ise ne eşitlik ne de özgürlük çıkmayacağı gibi; oluşacak ahlak düzeyi de ancak paragrafın başında adı geçenlerinki kadar olur.

Yorumlar kapatıldı.