‘Salkım Hanımın Taneleri’ filmi üstüne kopan kıyamet, Türkiye’nin nasıl bir ülke olduğunu, görmek isteyene gösteren bir olay oldu. Filmin tartışılan senaryosundan hiç aşağı kalmayan bir senaryo ya da tiyatro metni çerçevesinde cereyan etti ve sonucuna ulaştı. Bu ikinci senaryoda, ayrıca, herhangi bir rol şaşması, karışıklığı da olmadı. Aktörler hepsi sıraları gelince oyuna katıldılar ve kendilerinden bekleneni yaptılar. Çokça zayiatla sona eren facianın sonunda perde kapanırken son bilgelik sözlerini söylemek de Hakkı Devrim’e düştü. Hakkı bey, “Etyen’e haksızlık ettik” diyerek ve İshak Alaton’a medeni cesaretinden ötürü teşekkür ederek, bu toplumda ve bu medyada insani değerlere de hâlâ yer olduğunu göstermiş oldu.
Facianın doruk noktası (Frenkçe’de ‘climax’ derler) Yahudi cemaatinin işin içine karışma biçimiydi. ‘Bizden böyle bir talepte bulunulmadı’ sözünün Hahambaşılık’tan kopartılmasıydı. Biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları ülkemize ne kadar alışık ve ne kadar ileri fikirli olsak da, her şeyi önceden göremiyoruz. Bu filmi üretenler de, daha sonra böyle bir tartışma olacağını tahmin edemedikleri için resmi yazıyla başvurup resmi yazıyla reddedilmeleri gerektiğini düşünememişlerdi. Bunun yerine, memleketimizde daha geçer akça olan bir yönteme yönelerek araya tanıdık sokup ‘şifahi’ görüşmelerle sonuca gitmeyi tercih etmişlerdi.
Böyle olunca, vatanperver medyamız Hahambaşılık’a koşup, ‘Sizden kim izin istedi? Siz ne cevap verdiniz?’ diye soruşturmaya başlayınca, onlar da -cemaatin selameti açısından- istenen ve beklenen cevabı, ‘maddi hata’ da yapmadan, vermiş oldular: ortada hiçbir resmi yazışma yoktu; sinagogda film çekmek için yazılı bir başvuru olmamıştı, resmi makama resmen ulaşmış bir talepten kimse haberdar değildi.
Medyamız Hahambaşılık’tan bu cevabı alınca, vatanperver bir coşkuyla, ilgili zevatı manşetlerde linç etmeye girişti.
Ama Hahambaşılık makamının böyle davranıyor olması (yani, önce ‘şifahi’ görüşmelerde alınan ‘biz buna bulaşmayız’ tavrıyla ve sonunda da ‘bizden izin istenmedi’ tavrıyla) acep nasıl bir ruh halinin ürünüdür, sorusunu soran olmadı. Bu tavrı belirleyen korunma içgüdüsü acaba nereden türemiştir? Yahudiliğin evrensel bir özelliği midir, yoksa Türkiye’de Yahudi olmanın da bunda bir payı var mıdır?
Yahudi cemaatinin kurumsal sözcüleri benim bu sorularımdan da hoşlanmayacaktır. Bunu biliyorum.
Bu kıyamet ve burada medyanın sergilediği tavırdan sonra filmdeki cenaze sahnesine izin veren Ermeni cemaatinin içinde birtakım tartışmalar oluyor mu acaba şimdi? Acaba birileri, ‘Yahu, baksana Yahudiler nasıl tavır almış? Bizim başımıza iş açılmaz mı?’ diyor mudur? Tabii, ‘açılır mı?’, ‘açılmaz mı?’ çok fazla tartışacak bir durum da yok. Örneğin, 30’larda çıkarılan, gayrimüslim vakıflarla ilgili mevzuatın şu günlerde uygulanma biçimi böyle merakları hemen giderecek mahiyette.
Türk milliyetçilerinin, ‘Salkım Hanım’ vesilesiyle sergiledikleri davranışlar ve söyledikleri sözler, bu cumhuriyette ‘Türk soyundan’ gelmeyenlerin nasıl konuşmalarının
-ve nasıl ‘yaşama’larının- gerektiğini onlara göstermiş oldu. Zaten nicedir gösterdiği için bu ‘bilgi’ artık bir
‘içgüdü’ haline gelmiş. Bu olaydan çıkan en acı sorun bu.
Onun için ben de, Hakkı Devrim gibi, İshak Alaton’a buradan bir ‘Sağ ol’ demek istiyorum. Medeni cesareti iki yanlı. Medyanın linç keyfini kaçırdığı gibi, Yahudi cemaatini de ürkütmeyi, yani kendi cemaatinin
öfkesini de çekmeyi göze almış olmalı. Böyle örneklere derin ihtiyaç var…
Yorumlar kapatıldı.