İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Gayrimüslim Vakıfların sorunları

Gayrimüslim vatandaşlarımızın karşı karşıya bulundukları sorunlar, Yargıtay’ın aldığı son bir kararla yeniden gündeme geldi. Surp Pirgiç Ermeni Hastanesi Vakfı ile Hazine arasındaki dava dolayısıyla yapılan başvuruda Yargıtay, “vakfiyesi olmayan, vakfiye niteliği ile değerlendirilen 1936 tarihli beyannamesinde de taşınmaz mal edinebileceği belirtilmeyen cemaat vakıflarının bu tarihten sonra sebebi ne olursa olsun, taşınmaz mal edinemeyecekleri” kararına vardı. Söz konusu karar, 1936 tarihli beyanname gerekçe gösterilerek, azınlık vakıflarının o tarihten itibaren gayrimenkul edinmelerinin engellenmesini, edindikleri malların eski sahiplerine veya Hazine’ye devredilmesini öngören mevcut uygulamanın teyidi anlamını taşıyor. Kısacası bu uygulama, azınlık vatandaşlarımıza ait vakıfların işlevlerini yerine getirebilmek için ihtiyaç duydukları gayrimenkulleri satın alma veya bağış gibi yollarla edinmelerini engelliyor; örneğin, Ermeni veya Rum bir vatandaşın kendisine ait bir araziyi hayır için bu vakıflardan birisine miras bırakmasına izin vermiyor.

Yargıtay tarafından haklarını kısıtlayıcı yeni kararlar alındığını bildiren Türkiye Ermenileri Patrikhanesi’nin konuya ilişkin açıklamasında, Osmanlı Devleti döneminde kurulan ve dinî, hayrî, eğitim alanlarında cemaatlerine hizmet veren gayrimüslim vakıfların, devletçe yardım edileceğine dair mevzuat hükümlerine rağmen, Cumhuriyet döneminde devletten hiçbir yardım almaksızın sadece cemaatin maddi katkılarıyla ve gayrimüslimlerin bağışladıkları gayrımenkul gelirleriyle ayakta durmaya çalıştıkları; dini alanda cemaatlerine hizmet verirken, hayrî alanda ülkenin bütününe yararlı olup, eğitim alanında ülkeye çok önemli hizmetler verecek insanların yetişmesine önayak oldukları; buna rağmen gayrımenkul edinme hakkından yoksun bırakılan gayrımüslim vakıflarının maddî varlıklarının pek yakında değer yitirecekleri; gayrimüslim vakıflarının gelir temin etmek için maddi varlıklarını ticaretle değerlendirme imkanından da yoksun oldukları vurgulanarak, “bunların kapanması mıdır istenen? Türk gayrımüslim vakıflarının malları yabancı malı olarak mı görülmektedir?” diye sorulmaktadır.

Gayrimüslim vatandaşlarımızın sorunları

Yargıtay kararıyla yeniden gündeme gelen -veya artık gelmesi gereken- gayrimüslim vatandaşlarımızın sorunları ve sahip oldukları statü(ler), insan hakları açısından kabul edilebilir olmaktan uzaktır. Özellikle Lozan Anlaşmasında kendilerine azınlık statüsü verilmeyen veya bu statüyü talep etmeyen Süryani veya Yezidi gibi diğer gayrimüslim vatandaşlarımızın durumu daha olumsuz bir nitelik taşımaktadır. Azınlık sayılan gayrimüslimler de, ötekiler gibi, Osmanlı döneminde sahip oldukları dinî ve kültürel haklarının bir bölümünü bugün kullanamamaktadır. Azınlıkların dinleri, dilleri ve kültürleri üzerindeki, önemli bir bölümü Cumhuriyet döneminin ürünü olan resmi ve fiili engeller de devam ediyor. Ondokuzuncu yüzyılda açılan Heybeliada Ruhban Okulu bugün kapalı. Azınlık okullarında okumak isteyen gayrimüslim çocuklarına bürokratik güçlükler çıkarıldığından yakınılıyor. Tek Parti döneminde çıkarılan söz konusu beyanname yüzünden bugüne kadar 30’dan fazla gayrimenkulun Ermeni vatandaşlarımıza ait vakıflardan alınarak “mahkeme kararıyla” eski sahiplerine veya Hazineye verildiği bildiriliyor.

Lozan’ı nasıl anlamalı?

Türkiye Ermenileri Patriği Mesrob II, önceki bir açıklamasında, 1936 tarihli Beyannamenin yetkililer tarafından yanlış değerlendirildiğini ve bu yüzden vakıfların gayrimenkul edinebilmelerinin olanaksız hale getirildiğini ifade etmişti. Öte yandan 1936 yılında çıkarılan beyanname gerekçe gösterilerek azınlık vakıflarının gayrimenkul edinmelerinin yasaklanmasının Lozan Anlaşmasına aykırı olduğu da öteden beri dile getirilmektedir. Gerçekten de, Lozan Anlaşmasının 42. maddesinin bir gereği olarak Türkiye Hükümeti, “gayrimüslim Türk tebaasına ait kiliselere, havralara, mezarlıklara vs. müessesatı diniyeye ve hayriyelerine her türlü teshilat”ı (kolaylık) göstermeyi ve “yeni müessesatı diniye ve hayriye ihdası (ortaya çıkarılması) için bu kabil sair müessesatı hususiyeye temin edilmiş olan teshilatı lazımeden hiç birini beriğ etme[meyi]” (yani lüzumlu kolaylıklardan hiç birini engellememeyi) taahhüt etmektedir. Dolayısıyla bu anlaşma, azınlık vatandaşlarımızın bu konudaki mağduriyetlerini gidermeye kararlı ve yeterli düzeyde hak ve özgürlük nosyonuna sahip bir hukuk yorumcusunun, mevcut uygulamayı değiştirebilmek için ihtiyaç duyduğu hukukî zemini yeterince sağlıyor görünmektedir. Öte yandan bu alanda yeterince sağlam bir zemin bulunup bulunmamasından bağımsız olarak, dinamik bir hukuk anlayışıyla, mevzuattaki sınırlayıcı hükümleri özgürlükler lehine esnetmek de pekala mümkündür (Örneğin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, 1970’leren bu yana içtihat yoluyla Sözleşme’yi “yaşayan bir belge” olarak yorumlayarak, orada tanınan hakların 1950 yılındaki düzeyini yeterli görmemesinde, o düzeye saplanıp kalmamasında olduğu gibi).

Lozan’a uygun olsaydı bile değişmesi gerekirdi

Ancak bütün bunlar doğru olmasaydı, yani mevcut uygulama 1936 Beyannamesine; o beyanname de Lozan Anlaşmasına uygun olsaydı, azınlık vatandaşlarımıza ait vakıflara yönelik bu uygulamayı kabul etmemiz mi gerekecekti? Bu soruya, insan hakları, adalet ve barış gibi değerleri önceleyen hiç kimsenin olumlu cevap verememesi gerekir. Çünkü sorun ister Beyannamenin yanlış değerlendirilmesinden veya Lozan’a aykırı olmasından, isterse de tam tersine Lozan’a uygun olmasından kaynaklansın, -hukuku, yürülükteki kurallar bütünü olarak değil, kaynağında hak nosyonunun yer aldığı evrensel bir değer olarak aldığımızda-, her halükârda hukuka aykırıdır. Kısacası, söz konusu uygulamanın hukuksuzluğunu anlamak için belki Lozan’a gitmeye, uluslararası anlaşmaların bağlayıcılığı ilkesine bakmaya gerek da olmayabilir. Yani, mevcut uygulama Lozan anlaşmasına uygun olsaydı bile hukuka uygun olmayacaktı; çünkü bu uygulama, bir kısmı yürürlükteki anayasa tarafından da güvence altına alınmış görünen insan hakları kapsamındaki sivil ve siyasi haklara; bu çerçevede eşitlik ilkesine, din ve vicdan özgürlüğüne, mülkiyete ve mülkiyetin rıza ile transferi ilkesine aykırıdır.

“Azınlık Sorunu Lozan’da Çözüldü” mü?

Azınlık sorununun Lozan’da çözüldüğünü savunup, gayrimüslimlerin hakları ile ilgili önerileri “ulus devlete saldırı” olarak algılayan birileri için bu sorun Lozan’da çözülmüş görünebilir; ama insan haklarını ciddiye alan hiç kimse için sorun çözülmüş değildir. Eğer yetim çocuklar için kurulmuş bir Ermeni vakfın parasını vererek satın aldığı gayrimenkul devlet eliyle ondan alınıp başkasına veriliyorsa, bunun yanlışlığını, haksızlığını anlamak için hukuk bilgisine veya uluslararası anlaşmalara bakmaya gerek yoktur; adalet hissini kaybetmemiş herkesin yüksek sesle karşı çıkması gereken bir zulümdür bu.

Sorunun kaynağını doğru teşhis etmek

Türkiye Ermenileri Patrikliği’nin konu ile ilgili açıklaması da müslim veya gayrimüslim, adalet duygusunu kaybetmemiş herkesin altına imza atacağı bu hak ihlâlini dile getiriyor. Söz konusu açıklamanın bir bölümü, bu uygulamanın muhatabının niyetine ilişkin bir kıyas da içeriyor. Açıklamada, “Almanya’da 300’e yakın cami inşa edilebiliyor, ve Hıristiyan olmayanlar dernekleri ve vakıfları için yeni mülk edinebiliyorlar, hatta devlet yardımı alabiliyorlarken, Türkiye kendi öz vatandaşlarını 1936 sonrasında Hıristiyan veya Musevi’dirler diye bu haktan yoksun kılıyor” şeklindeki bir değerlendirme yer alıyor. Aslında bu kıyaslama, çelişkiyi gösterebilmesi bakımından daha iyi seçilmiş öncüllere dayanabilirdi. Zira gayrimüslimlere bu uygulamayı reva gören iradenin, Almanya’da cami açılmasından pek de hoşnut olduğu, dolayısıyla bu kıyastan etkilenebileceği söylenemez. (Belki bu kıyas, “Almanya’da Atatürkçü Düşünce Dernekleri kurulabiliyor ve mülk edinebiliyorken …” diye başlasaydı muhtemelen daha ikna edici olurdu). Bunu vurgulamamın nedeni, muhatabı ve onun niyetini doğru teşhis etmenin, sorunun çözümü açısından taşıdığı önemdendir. Azınlık vatandaşlarımıza yönelik bu uygulama, İslam inancı veya Müslüman çoğunluk adına yapılmamakta; onları da aynı biçimde mağdur eden daha temel bir kaynaktan türemektedir.

Görülen odur ki, Türkiye’deki gayrimüslimlerin kaderi de diğer inanç gruplarının kaderinden çok farklı sayılmaz. Müslüman vakıflarının da benzer baskı ve el koyma olaylarını yaşadığı, başörtülü kadınların resmi ayrımcılığa tabi tutulduğu ve dahası 28 Şubat sonrası vatandaşların kendi paralarıyla yaptırdıkları camilerine el konulduğu bir ülkede, kurbanlar değişse de, egemen iradenin ihlalden muaf tuttuğu hiçbir kesim yoktur. Bu anlamda sorunun kaynağında, müslimi, gayrimüslimi, Türk’ü, Kürt’ü ve Ermeni’siyle tüm vatandaşların haklarını garanti altına alıp, koruması gerekirken, belirli bir siyasi anlayışı resmileştirerek ve ona dayanarak bu hakları kendisi ihlâl eden bir yapı ve işleyiş bulunmaktadır. Özellikle devletin sahip olduğu ideolojinin milliyetçilik ve laiklik ilkelerinin anlaşılış ve uygulanış biçimi bu tür sorunları tüm vatandaşlarımız için sürekli olarak üretmektedir.

Bu sorun hepimizin sorunudur; birlikte çözmeliyiz

Yapılması gereken, hepimizin muhatabı olan devleti insan haklarına dayalı bir hukuk devleti haline getirmeye çalışmaktır. Bunun kısa zamanda gerçekleşebilecek gibi görünmediği düşünülebilir. Dolayısıyla bu hedefe ulaşmaya çalışırken, bugün, şimdi yapılabilecekleri de ihmal etmemeli, genel olarak sivil ve siyasi haklar alanını genişletilmek için çaba harcarken, aynı anda, gayrimüslim vatandaşlarımızın karşı karşıya bulundukları ihlâl üreten mevzuatı da tespit ederek ortadan kaldırmak için somut adımlar atmalıyız. Bu süreçte hiçbir kesimin, hatta tek bir kişinin bile sorunu küçümsenmemeli, insanın sırf insan olmak bakımından sahip olduğu hakları talep etmesinin ardında ilave bir niyet aranmamalıdır. Birilerinin ayrıcalıklı konumlarını koruma aracı olan “iç ve dış düşmanlar” öcüsüyle kandırılmaya artık bir son vermek gerekir.

Bunu yapabildiğimizde, ne azınlık statüsüne gerek kalır, ne bazı vatandaşlar ihlâl endişesiyle azınlık statüsünü altına sığınabilecekleri bir şemsiye olarak görmeye devam ederler, ne de azınlık statüsünü talep eder hale getirilmiş başka vatandaşlar kalır.

Bütün bunların ötesinde, vatandaşlarımızın bir bölümünün hakları, başka ülkelerin taraf olduğu anlaşmalarla garanti altına alınmak zorunda kalınıyorsa, zaten orada başlangıçtan itibaren bir sorun var yok mudur?


Makalenin orijinali için tıklayınız


* Dr., Siyaset Bilimci, Liberal Düşünce Topluluğu

Yorumlar kapatıldı.