Radikal’de bugün yayınlanan yazısında Avni Özgürel “Mareşal Çakmak’ın gayrimüslimleri koruma çabası Başbakan Saraçoğlu’nu kızdırdı ve Varlık Vergisi Kanunu çıktı. Almanlardan para alan gazeteler, ‘Yahudiler kanımızı emiyor’ diye yazdı” diyor.
Geçen sene BRT televizyonu için ‘Kader Anları’ isimli bir belgesel hazırladım.
Seçtiğimiz konu başlıklarından biri Varlık Vergisi’ydi. Yakın zamanda
kaybettiğimiz Üzeyir Garih’in o vesileyle anlattıklarının içinde yer alan
şu cümleler zihnime asılı kaldı: "Eziyet çektik. Ölenler, geri dönmemek
üzere yurtdışına gidenler, her şeyini kaybedip hayata küsenler oldu. Aile
olarak çok sıkıntılı günler yaşadık. Ama buna rağmen şimdi Varlık
Vergisi’nin değil uygulamasının savunulur yanı yoktur diyorum. Savaş
sartları bu mali kararı almaya sevk etti.."
11 Kasım 1942 tarihinde yürürlüğe girip 15 Mart 1944’te kaldırılan
Varlık Vergisi çıktığında Türkiye Cumhuriyeti’nin bütçesi bugün için
komik bir para olan 385 milyon liraydı ve Nazi ordularının Yunanistan’ı işgal
etmesiyle ateşin kapısına dayandığı Türkiye’nin sadece ordusunu savaşa
hazır tutmasının maliyeti 500 milyon lira olarak hesap edilmişti.
Memurlara maaş ödenip ödenemeyeğinin tartışıldığı, gümrük
gelirlerinin neredeyse sıfıra indiği bir dönemdi ve yüksek sesle söylenmese
dahi Kurtuluş Savaşı sırasında çekilen maddi zorluğu paylaşmadığı düşünülen
İstanbul’a öfkenin doruğa tırmandığı ortamda akla gelmiş bir çözümdü
Varlık Vergisi.
Şifre sözcük: İhtikâr
40’lı yılların gazete ve dergilerine bakanlar bir sözcüğün şifre
haline geldiğini görürler: İhtikâr!. Vurgunculuk manasına gelen kelimenin
hedefi tüccarlardı ve halk günlük hayatında bunun gerçeğin ifadesi olduğunu
görüyordu. Döviz bulunamadığı için ithalatın zorlukla ve pahalı yapıldığı
sır değildi ama çoğunlukla kaçak yollarla ülkeye sokulan malların el altından
fahiş fiyatla satıldığı da gerçekti.
Bu sırada Almanya, Ankara Büyükelçisi Von Papen aracılığıyla ‘Türkiye’deki
dostlara’ dağıtılmak üzere 5 milyon mark gönderdi. Bu para büyük ölçüde
basın kuruluşlarına verildi. Kimi gazeteler için Alman gemileri Hamburg’tan
kâğıt taşımaya başlanmıştı. Yardım karşılığında açıkça Türk
basınının Alman yanlısı ve antisemitik bir yayın anlayışını
benimsemesi isteniyordu.
O zamana kadar İstanbul’un eğlence hayatına magazin anlayışıyla yaklaşan
gazeteler birden üslup değiştirdi ve debdebeli hayatın halkın sefaleti
pahasına sürdüğünü, savaş zengini gayrimüslimlerin ülkenin kanını
emdiğini yazmaya başladılar.
‘Akademik’ araştırmalar
Konu üniversitelerde ‘doktora tezi olarak’ işlenmeye ve Türkiye’nin
ticaret hayatının ne oranda Yahudilerin kontrolünde olduğunun akademik
seviyede araştırılmasına kadar vardı. O yıllarda CHP’nin İstanbul il örgütünde
sorumluluk üstlenmiş olan Suat Hayri Ürgüplü hatıralarında açlığın
yaygınlaşması üzerine parti olarak aşocakları açmak zorunda kaldıklarını,
bunları faal halde tutabilmek için ismini belirledikleri zenginlerden para
toplamaya çalıştıklarını anlatıyor. Ancak bunda da hedefe ulaşamadıklarını,
"Savaştan yararlanıp büyük paralar kazananlar, eğlence yerlerinde müthiş
para harcayanlar vardı Bunları ya partiye davet ediyor, ya ziyaretlerine
gidiyordum ama çoğu zaman partinin adı dahi onların yardım duygularını
harekete geçirmeye yetmiyordu" diyerek anlatıyor.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün yakınması da aynı yöndeydi:
Bulanık zamanı bir daha ele geçmez fırsat sayan eski batakçı elinden
gelse teneffüs ettiğimiz havayı bile ticari meta haline getirmeye çalışıyor.
Gözü doymaz vurguncu tüccar ve hangi yabancı milletin hesabına çalıştığı
belli olmayan birkaç politikacı, milletin hayatına küstah bir surette kundak
koymaya çalışmaktadır. Bunların vatana karşı aşikâr zararlarını
gidermenin yolu elbette vardır…
Çakmak’ın girişimi
Dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın gidişatı onaylamadığı
artık biliniyor. ’20. Tertip’ diye isimlendirilen girişimiyle hem gayrimüslimleri
güvenlik kaygısı duyan kesimi tatmin etmek için toplumdan ayırmak hem de
onların eziyet görmelerini engellemek için askere alma kararı verip bunu yıldırım
hızla uygulamaya başladığı da. Nitekim Vakko firmalarının sahibi Vitali
Hakko anılarında askerden terhis edildikten bir hafta sonra mağazalarına
gelen polislerin onu alıp kargatulumba tekrardan askere götürdüklerini anlatıyor…
Ancak bu iyi niyetli teşebbüsün sonucu değiştirmediği biliniyor.
Neticede Varlık Vergisi CHP Grubu’nda ve TBMM’de gündeme alınıp iki günün
içinde, neredeyse üzerinde tartışma yapılmaksızın ve Başbakan Şükrü
Saraçoğlu’nun deyimiyle ‘bir sosyal adalet vergisi’ olarak kabul edildi.
Kanuna göre illerde ‘takdir komisyonları’ kurulacak ve mükellefler itiraz
mercii olmayan bu heyetlerin tahakkuk ettirdikleri vergiyi ödeyeceklerdi.
Vergiyi para olarak ödeyemeyenlerden de çalışma karşılığı tahsilat yapılacaktı.
Takdir komisyonlarının ne denli ‘karakuşi’ çalıştığını söylemeye
gerek yok. Kimden neden o denli yüksek ya da kimden neden düşük vergi
istendiği belli değildi. Ama öfkeler, eş-dost hatırı, dedikodular
belirledi vergi miktarını demek fazla abartı olmaz. Örneğin İstanbul’da
kimin ne kadar serveti olduğuna dair araştırma yapmak için kurulan birime,
bankalardan, Emniyet’ten, tüccarlardan ve MİT’ten yüz bin kişilik liste
geldiği biliniyor.
İnönü de ödedi
Ülke çapında 465 milyon lira olarak tahakkuk ettirilen vergiye karşılık
315 milyon lira toplanmış bunun 221 milyon lirası
İstanbul’dan tahsil edilmişti.
Elbette Varlık Vergisi’nin yükü gayrimüslimlerin ağırlıkla da Yahudi
cemaatinin üstündeydi. Bu arada vergi yükünden kurtulmak için tanıdıkları
zenginleri listeleyip onların ‘tahmini servetini’ belirterek ihbar edenler de
çıktı. Nitekim Ermeni asıllı bir tüccarın verdiği liste esas alınıp Aşkale
serüvenine dayanak yapıldı. Ama dönemin Türk asıllı zenginleri de büsbütün
azat edilmedi. Nuri Dağdelen, Mithat Nemli, Rıza Temelli (İnönü’nün kardeşi
ve tıbbi pamuk fabrikası sahibi) gibi iş dünyasının o dönemde maruf
isimlerine vergi tahakkuk ettirildi. Hatta Cumhurbaşkanı İsmet İnönü,
"Ben tüccar değilim, maaşımdan vergi ödüyorum zaten" diye itiraz
ettiği halde Taşlık’daki emlaki dolayısıyla altı bin lira ödemek zorunda
kaldı. Sonuçta İstanbul’da 50 bin Yahudi’den 7 bini servetlerini tamamen
yitirip uluslararası kuruluşların Hahambaşılığa gönderdiği yardımla
hayatlarını sürdürmek zorunda kaldı.
‘Salkım Hanım’ın öyküsü
‘Salkım Hanım’ bir TRT yapımı olarak gündeme gelip Hasan Pulur ve Hıncal
Uluç’un
ağır eleştirileriyle başlattıkları tartışmanın odağına yerleşince Yılmaz
Karakoyunlu CNN TÜRK’te Cüneyt Özdemir’in programına çıkmış ve
televizyona uyarlanırken
romanın çarpıtıldığını söylemişti.
Şimdi ise, muhtemeldir ki Karakoyunlu TRT’nin bağlı olduğu bakan ve Yücel
Yener’in yeniden genel müdürlüğe gelmesinde ön planda rol oynamış kişi sıfatıyla
ona kol-kanat germek ihtiyacı içinde farklı bir tutum sergiliyor…
Kaldı ki Karakoyunlu’nun gözlerden kaçırdığı bir gerçek var: Konunun
esası Salkım Hanım’ın Taneleri’nin roman ya da sinema eseri olarak var olup
olmaması değil. Bu işi kendi parasıyla ya da özel sektörden temin ettiği
finans desteğiyle yaptığı sürece, (Muharririmizin ne yazık ki eserlerini
ödenekli tiyatrolarda oynatmak ve devletin televizyon kurumunda filmleştirmek
gibi bir alışkanlığı var) ister romanda Yahudi olarak yazdığı
karakterleri filmde Ermeni’ye dönüştürsün ister Rum’a kimse bir şey
diyemez. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin bildiğimiz kadarıyla geçerliliğini
koruyan resmi politikasına ters bir senaryonun filmleştirme yükünü devletin
sırtına atıp, Atatürk’ün kurduğu İş Bankası’nı buna sponsor yaptıktan
sonra Kültür Bakanlığı’nı harekete geçirince eleştirilere karşı tahammüllü
olması gerekir diye düşünüyorum.
Madem TRT’nin bu eseri yayımlamaktan dolayı içi rahat, Karakoyunlu da
ortada hiçbir sorun olmadığını düşünüyor; o zaman neden Yener başında
olduğu kurumun onca para harcayarak vücut verdiği, birçok ödül almış,
hatta Oscar adayı olarak Kültür Bakanlığı tarafından ABD’ye gönderilmiş
filmi iki defa daha yayınlama hakkı elindeyken bundan vazgeçip özel bir
televizyon kanalına satıyor?
Yorumlar kapatıldı.