Yıllar boyunca, değişik alanlarda ekilen, yanlış politikaların sevimsiz sonuçlarını biçtiğimiz bugünlerde, devletin başta Ermeniler olmak üzere, azınlıkların (camialarına ait) tüm malvarlıklarına yavaş yavaş resmen ‘el koyuyor’ izlenimini vermesi en çok Türkiye Ermenilerini rahatsız ediyor.
Türkiye Cumhuriyeti, AB’ye girme süreci içerisinde Kopenhag Kriterleri, Ulusal Rapor, Uyum Raporu ve İlerleme(me) Raporu, derken girmek istediği ‘kulüp’ün olmazsa olmaz değerinde bir koşulunu, sanki siyah güneş gözlüğü takarak, görmemeye çalıştı.
AB’ye değiştirme sözü olarak verdiği yasalar, uygulamalar ve davranışlar listesi, diye nitelendirebileceğimiz rapordan, son anda MHP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı, sayın Devlet Bahçeli’nin hareketiyle ‘Azınlıkların Hakları ve Onlara Karşı Uygulamaların Düzeltilmesi’ başlığı çıkartılmıştı.
Sayın Bahçeli’nin ve tabii diğer liderlerin de ‘altuni bir sükût’ ile durup ‘gümüşi bir konuşma’ (itiraz) yapmayı akıllarından bile geçirmeden, onaylamış oldukları gerekçe şuydu: Azınlıkların durumlarının düzeltilmesi diye bir şeye söz verildiği takdirde, bugüne dek süren ‘azınlık politikaları’nın yanlış olduğu tasdiklenecekti.
Garip bir ayıp anlayışı
Her nedense işkencenin biteceği, düşünce ve ifade özgürlüklerinin tamamen yerleşeceği, kadın ve çocuk suiistimallerinin ortadan kaldırılacağı ve daha yüzlerce maddelik
‘demokrasi ve çağdaslık koşulları’nı yerleştirme vaadi’ ile bu ülkede işkencenin de, düşünce ve ifade yasaklarının da, kadın ve çocuk suiistimallerinin de ve daha yüzlerce demokrasi ve çağdaşlık ayıplarının var olduğunu kabul etmek bir onur sorunu olmuyordu da, buna karşın ‘azınlık politikaları’nın yanlış olduğunun’ su yüzüne çıkması, bir onur sorunu, yüzlerimizin kızarmasına neden olacak, dile getirilmesinden korkulan bir ayıp olabiliyordu.
Aslında çağdaş demokrasilerde, devletlerin bizzat kendilerinin, öz devletlerine ne denli güvendiklerinin bir göstergesi olarak azınlık politikalarının daha, biraz daha, gelişmesine önayak oldukları unutuluyordu tabii.
Cesaret edemiyorlar
Araştırmacı-gazeteci Rıdvan Akar’ın hazırlamış olduğu ciddi ve namuslu bir çalışma olan ‘Cumhuriyet Döneminde Azınlık Politikalarımız’ başlıklı araştırmasında görülebileceği gibi cumhuriyet hükümetleri, geçmişten bugüne dek azınlık politikalarını, aslında hiç de yüzleri kızarmadan, en olumsuz
şekliyle uygulayabilmişlerdir.
Öyle bir uygulama ki işte şimdiki hükümetin (üstelik geçmiş hükümetlerdeki politikalarda en ufak bir sorumluluğu bulunmayan) Başbakan Yardımcısı; uğrunda ‘seve seve her seyi yapmaya hazır olduğu’ ülkesinde işkence yapıldığını, insan haklarının ihlal edildiğini, insan fikirlerinin ifade edildiği takdirde sonucunun bir vahamet olacağını vs. sindirebiliyor ama ‘azınlık politikaları’nın eşelenmesine gönlü razı olamıyor, cesaret edemiyor.
Aslında bu davranışa, sübjektif koşullarda hak vermemek elde değil. Çünkü gerçekten Türkiye Cumhuriyeti’nde bugün, işkencenin ortadan kaldırılması, kişilerin temel hak ve özgürlüklerine saygıda bulunulması vs. azınlık politikalarını ve bu politikaların uygulanması sonucu, bugüne dek sarkan, son derece anormal sonuçlarını değiştirmekten çok daha kolay gözükmektedir.
Aslolan yalnız kokusu artık yedi düveli saran bir kirli sorunu görmemek için ‘siyah güneş gözlüğü’nün takılması değil asıl bu durumun değiştirilmemesi için (en başta kendi kendine düşmanlık edercesine) gösterilen ‘bilinçli inat’tır.
Çünkü devletlerin tarihinde birbirinden etkileşim göz ardı edilmeyecek bir etkendir. Yani Cumhuriyetimizin kuruluş yılı olan 1923’ü esas olarak kabul edersek, o yıllarda Türkiye dışındaki ülkelerin bugünkü ‘gelişmiş-uygar devletlere kıyasla ‘ayıplı’ olduklarını tabii ki görürüz. Dolayısıyla ‘ayıplı bir toplum’ olmanın, yalnız ve yalnız Türkiye’ye mahsus bir ‘özellik’ olması değildir söylenmek istenen. Hâşâ.
Tüm sorunun M. Kemal Atatürk Türkiyesi’nde, demokrasi ve insan hakları konusunda harcanan toplumsal enerjinin, yönetim
iradesinin ve dolayısıyla kat edilen adımların, o zamanki batı devletlerininkileriyle kıyasla, çok daha ileriyken, bugün aynı Türkiye’nin, yine aynı Batı devletlerinin fersah fersah gerisinde kalmasıdır. Üstelik sanki özellikle geride kalınmasi için bir inat gösterisi yapılmaktadır.
Çağdaş demokrasi yolunda ilerleyebilmesi ve ekonomik kalkınma sürecinde, sağlıklı bir trend izleyebilmesi için gereken sistemin sigortasının atacağını bilerek, bu tutumu sürdürmenin sözde milliyetçilik adına yapıldığı iddiası, acaba o ‘milliyetçilik’ kavramının sorgulanması gerektiğini gündeme getirmemeli mi?
Bir yargı kararı
Daha geçen hafta Yargıtay, İstanbul’un Yedikule semtinde bulunan Surp Pirgiç Ermeni Hastanesi ve Samatya Kilisesi Vakıfları’na ait iki gayrimenkul hakkında “Azınlık Vakıfları, beyannamelerinde bulunmayan malları sonradan edinemezler” kararı vermiştir.
Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ister istemez, üstelik ilk veya onuncu kez de değil, tam 37. kez hele bugünkü uluslararası nazik konjonktürde de azınlık mallarına el koyma durumuna düşmektedir. Evet bu durum, herkesten çok, Türkiye’de askerlik görevini yapan, vergisini ödeyen, ülkenin ekonomik kalkınmasında, kültürel zenginleşmeşinde, yurtdışında bilimsel-sanatsal ve her türlü dalda tanıtılmasında tartışılmaz payı olan, eğitime kadrolarıyla katkıda bulunan, Ermeni (ve diğer) kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını infial derecesinde rahatsız etmektedir.
“Biz bu ülkeyi karşılıksız sevdik” ya da “Bu ülke için seve seve” gibi açıklamaları, içi boş birer slogan şeklinde değil, tersine gerçek bir yaşam tarzı olarak kabul etmiş ve dolayısıyla bunları, bağırıp-çağırmadan yaşamlarında uygulayan, Ermeni kökenli (ve diğer) Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının sorunu şudur:
Azınlıklar ait oldukları Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi vatandaşına, dışkı yedirtmekten dolayı, Strasbourg’daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne verilip, orda yine mağdur ettiği vatandaşına maddi tazminat ödeme durumunda kalmaktan başka, tüm dünyanın gözleri önünde, bu hiç hoş olmayan sabıkasını siciline geçirilmesinde olmuş olduğu gibi, buna bir de yenisini ekleyerek: ‘Kendi vatandaslarının mallarını resmen gasp eden’ ülke durumuna düşmesini, istemiyor.
Bu ülkenin kurucusunun güzel imzasından, taa İstiklal Marşı’nın aranjmanına kadar, her yerde, -ama özel bir istekle kazılmak bile istense bunun kesinlikle olanaksız olduğu çapta her yerde- atalarının imzası bulunan Ermeni kökenli vatandaşlar, sorunlarını dışarıdan baskı görmeden, kendi öz iradesiyle halledebilecek duruma gelmiş olduğuna inanmak istiyorlar. Ve bu ülkeye, bu devlete, kısacası bu topluma karşı inançlı olmanın, en azından bir suç oluşturacağına da inanmak istemiyorlar.
Raffi A. Hermonn; Araştırmacı-gazeteci, Paris
Yorumlar kapatıldı.