Kimlikler Çatışması (6)
Muhafazakar kesim sadece İslamî duyarlılıkla belirlenmiyor. Yelpazenin öteki ucunda Türklük kimliği var; ve ‘devlet’ bu pozisyonun en önemli yapıtaşını oluşturuyor.
Devlet bağını göz ardı eden bir Türk kimliğini reel dünyada tasavvur etmek bile bu kesimler için zor gözüküyor. Dolayısıyla ABD’nin Afganistan müdahalesi hemen Türk devletinin nüfuzunu genişletme imkanı olarak değerlendirildi. Bu kesimin sözcüleri terörle savaşın etik yönüne pek fazla ‘takılmadıkları’ gibi, Afganistan halkının Müslüman olmasından da fazlaca etkilenmediler. Birleşmiş Milletler veya ABD’nin böyle bir isteği olmasa bile, Türk askerinin bölgeye gitmesi savunuldu. Bu sayede pazarlık gücümüz artacak, hatta Kuzey Kıbrıs’ın bağımsız bir devlet olmasının bile yolu açılacaktı. Diğer taraftan PKK terörüyle olan mücadele süreci Türkiye’yi dünyadaki ‘tek uzman ülke’ konumuna getirmiş olduğu için, ABD’nin de bize şiddetle ihtiyacı olacaktı.
Anlaşılacağı gibi Türklük imgesinin son yıllardaki iki taşıyıcı mekanizması, yani terörle mücadele ve Kıbrıs, son olayda da işlevsel olmayı sürdürdü. Tarihsel süreci Türk’ün macerası olarak algılayanlar da, İslamî bakışa sahip olanların çoğunluğu gibi, kendilerini büyük geleceğin eşiğinde hissettiler. Hayalcilikle palavracılığın birleştirildiği modeller gerçekçilik olarak sunulurken; yapılan tahlillerin nasıl bir kimliksel eziklik gölgesi taşıdığı es geçildi. Kuramsal bir Türk kimliğinin izdüşümü olarak, dünya da yüzeysel bir kuramsallık içinde çözümlendi.
Muhafazakar yelpazenin ortasına geldiğimizde ise daha farklı, Türklükle İslam’ı birleştirmeye çalışan bir kimlikle karşılaşıldı. Türk devletinin artan önemi şimdi sadece terörle mücadele deneyimine değil, ondan daha belirgin olarak Türkiye halkının Müslüman oluşunun getirdiği avantaja dayandırılmaktaydı. Batı’nın ‘farklı’, yani modern dünyaya ters düşmeyen bir Müslüman ülkeye ihtiyacının bulunduğu; diğer taraftan ‘gerçek’ İslam’ın da ancak Türkiye tarafından temsil edilebileceğinin altı çizildi. Eklemeye gerek yok belki ama, Türkiye’nin bu konumdaki tek ülke olduğu da özellikle vurgulandı.
Kritik nokta şu ki, eğer Müslümanlık gerçekten de Türkiye devleti için bir avantajsa, bunun kullanılması ancak devletin Müslümanları kucaklaması ile mümkündü. Diğer bir deyişle muhafazakar yelpazenin göbeğinde yer alanlar, Osmanlı döneminin devlet politikasını çağrıştırır bir biçimde yeni bir devlet/cemaat yakınlaşması önermekteydiler. Ne var ki bu bir hayal. Bir kez daha dünyanın gerçek boyutlarıyla analizi, kendi kimliksel beklentilerimizin türevi olarak formüle edilmiş oldu. Türkiye’nin hangi normlar etrafında yönetilmesi gerektiği konusunda beslenen inançlar, bir anda büyük bir sıçramayla dünyadaki son gelişmeleri kuşatıverdi. Bu bakış dünyayı anlama çabasını böylece boşlarken; Türkiye’deki temel gerilimlerin derinliğini kavramayı da reddetmiş oldu.
Türkiye’nin sorunu kimliksel çatışmanın gerçek bir ayrışmaya tekabül etmesidir. Bu ayrışma birtakım basiretsiz yöneticilerin hatalarında ısrar etmeleriyle oluşmamıştır. Bu tespit ilelebet çatışma yaşanacağını ima etmese de, yeni bir kimliksel sentezin hiç de kolay olmayacağının ve tarihsel açıdan zorunlu da olmadığının işaretini vermektedir. Kimliksel çatışmanın gevşemesi her şeyden önce bakmaya ve dinlemeye karşılıklı olarak açık olmayı gerektirmektedir. Ancak bunun getireceği psikolojik rahatlama ortamında dünyayı yeniden anlamaya ve kavramaya başlayabiliriz. Aksi halde herkesin kısır hayalleri egemen olmakta ve bu çelişen hayaller parçalı kimlik yapısını daha da beslemektedir. Birbiri için bu denli itici olan bir kimlik dünyasına konsantre olduğumuz ölçüde, giderek tarihsel ve siyasal bir körlüğe saplanmamız hiç de şaşırtıcı değil.
Yorumlar kapatıldı.