Kimlikler Çatışması (5)
Taliban ile ABD arasında tercih yapmaya zorlayan sahte gündem aslında muhafazakar kesimi sanıldığından daha az rahatsız etti. Her şeyden önce halkın bilinçaltında epeyce yaygın bir ABD aleyhtarlığının varlığı ortaya çıktı. Bu araştırılmaya değer bir nokta; çünkü kamuoyu anketlerinde ABD, Türkiye’nin en önemli dostu olarak gözükse de, Türkiye halkı içten içe ABD’nin cezalandırılmasını istiyor.
Bunun somut bir tahlile dayandığını söylemek pek mümkün değil. Anlaşılan dünyayı ‘yöneten’ ülkelerden biri olma gücümüzü yitirmemiz ve muhtemelen bu güce bir daha erişemeyecek olma ihtimalinin yüksekliği, kendi dışımızda bir suçlu bulma ihtiyacına yol açıyor. Belki de bu nedenle medyadaki birçok muhafazakâr kalemin satır araları, neredeyse ABD’nin sivilleri öldürmesini ve bunun sonucunda yeni terörist eylemlere maruz kalmasını istemeye varacak duyguları taşımaktaydı.
Öte yandan laik medyadan yükselen argümanların zayıflığı da muhafazakâr kesimi rahatlattı. Tipik bir yazı, İslami duyarlılığa sahip partileri kınama gayretkeşliği içinde şöyle demekteydi: “Yedi bine yakın masum insanı öldüren bu cani için hâlâ ne delili soruyorlar?” Yani delilin olmadığı kabul ediliyor; ama yedi bin kişinin de Bin Ladin tarafından öldürüldüğünden emin olunabiliyordu. Bu genel kalitesizlik karşısında muhafazakâr kesimin daha serinkanlı ve seviyeli olması beklenirdi; ama öyle olmadı. Birçokları Bush’un ‘haçlı seferi’ kelimesini kullanmış olmasına bir can simidi gibi sarıldı. Kendi bilinçaltımıza bakma cesareti olmadığı ölçüde, başkalarının bilinçaltından medet umuldu. Türkiye’nin muhafazakârları kendilerini yüzeysel bir savrulmanın etkisinden kurtarıp mesafeli bir duruş yaratamadılar.
Bu mesafesizliğin iki belirgin uzantısıyla karşılaştık. Birincisi rasyonel analizle bilinçaltını bir araya getirme işlevi gören komplocu bakıştı. Yazılar akılcı bir biçimde başlamakta; ancak yazarın iç dünyasının ihtiyaçlarına bağlı olarak genellikle rahatlatıcı büyük sonuçlara ulaşarak sonuçlanmaktaydı. Komplocu bakış hem dünya gerçeklerini işin içine sokmakta, hem de bunları iç dünyamızda beslenen paranoyalarla bütünleştirmekteydi. Böylece ABD’nin müdahalesi bir anda İslam karşıtı bir hareketin başlangıcına dönüşmekte; buradan giderek Batının İslam karşısındaki korkusu vurgulanmakta ve zımnen İslam’ın bir ‘yükselme’ döneminin eşiğinde olduğu sonucuna varılmaktaydı. Diğer bir deyişle kendi tarihsel maceramızla beslenen hayal dünyamızdaki kimlik çatışması, dünya olaylarına mesafeli bir bakışı da büyük ölçüde zorlaştırmakta.
Muhafazakar yazarlardaki mesafeli duramama özelliğinin ikinci boyutu, İlahi adalet beklentisinin epeyce yaygın, ortak bir ruh hali oluşturduğunu ortaya koymaktadır. Beklenen bu adalet, bazen somut tarihsel geleceğe; ancak çoğunlukla zaman tahdidinden kurtulmuş belirsiz bir dünyaya atfedilmektedir. Günümüzde İslami alemin Batı karşısında ezikliği bir isyan motivasyonu yaratmakta; ancak bu isyanın başarısının maddi temellerinin olmaması nedeniyle, neredeyse zamansız ve insansız bir model içinde gelecekteki muzaffer İslam’a sıçranmaktadır. Bu mekanizmanın nasıl işleyeceği, beklentilerin neye dayandığı ise belirsizdir. Dolayısıyla da geleceğin modeli, zamandan bağımsız hale getirilen ‘hakiki Müslüman insan’ üzerinde temellenmektedir. Bu bakış dinsel açıdan anlamlı ve kıymetli olabilir; ancak ne bugünü, ne geçmişi, ne de geleceği anlamamıza meydan vermediği, hatta bunu engellediği açıktır.
Dahası söz konusu yaklaşımlar hayali ve total çözümler peşinde gittiği ölçüde, insanı gözden kaybetmekte ve muhafazakar kesimin kendini anlamasını da engellemektedir. Anlaşılan ‘Biz niye böyleyiz?’ sorusu aynen laik kesimde olduğu gibi bu cephede de hayati önem taşımaktadır.
Yorumlar kapatıldı.