soL dergisinin “Azınlık Gençleri Anlatıyor” kitabı yazarı Yahya Koçoğlu ile yaptığı reportajı aktarıyoruz.
soL: “Azınlık Gençleri Anlatıyor” nasıl doğdu?
Yahya Koçoğlu: Turkish Daily News’te çalışırken bu konuda bir dizi hazırladım. Bir dizi yazıydı, röportaj değildi: Azınlıkların Sorunları. Hazırladığım dizi basılmadı. Ama ben bu çerçevede bir çalışmanın gazetecilik sınırlarını aşacağını farkettim. 1915, 1895’ten alıp, Osmanlı döneminden, millet sisteminden alıp buraya kadar getirmek gerekiyordu. Beni aştı. Yani o kadar geniş bir çerçeveyi tek başına ben yapamazdım. Mesleğe de uygun olmuyordu. Ben de gazetecilik kısmına yoğunlaşıp röportajlarla devam ettirdim.
soL: TDN içeriği nedeniyle mi basmadı?
Y.K.: Evet, içeriği nedeniyle.
soL: Konuyu neden tercih ettiniz. Azınlıkların sorunlarıyla ilgili bir dizi hazırlamak sizin tercihiniz miydi, yoksa gazetenin isteğiyle mi hazırladınız?
Y.K.: Benim tercihimdi. Bir avukat arkadaşımla, Mert-Er Karagülle, otururken bir gün bana haber konusu bul dedim; azınlık vakıflarıyla ilgilenmemi önerdi. Azınlık vakıfları, kiliseler, mezarlıklar, her biri ayrı vakıf kabul ediliyor yasa önünde ve onlara islamcı vakıflar ya da diğer vakıflara göre sıkı uygulamalar getiriliyor. İşte bir sürü kilise o yüzden dökülüyor. Vakıflar Genel Müdürlüğü ki, ambleminde cami var ama azınlıkların kuruluşlarının denetimini onlar yapıyor. Bir sürü yobazın toplandığı, gericinin toplandığı bir kurum o. Dolayısıyla her anlamda baskı yaparken kiliseleri yok etmek pahasına, tarih, kültür bunların hiçbirini görmeyip sadece “gavurları yok edelim” mantığıyla, kültürleri yok etme mantığıyla, hiçbir şeye izin vermiyorlar, azınlık vakıfları paralarını kullanamıyor, 1936’dan sonra edindiği gayrımenkuller, taşınmaz binalar Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından ellerinden alınıyor. Bu durum ilgimi çekti. Oradan başladık buraya kadar geldi. Konu çok genişti azınlık sorunları deyince. Ben mesleğime uygun hale getirdim, röportaja dönüştürdüm. Şu an yaşayanlar dedim, gençler dedim. Gençleri seçmemin nedeni de 1964 sonrası doğanlarla görüşme isteği. 1964 bana göre son devletin sistemli baskısı. Genel sistemli baskı, Yunan pasaportlu Rumlar’ın sınırdışı edilmesi. 300-350 tane de Yunan pasaportlu Yahudi varmış bunlar arasında. Sonra Yahudilerle devletin derdi o sırada, o olay özelinde olmadığı için onların hakkındaki sınırdışı kararı kaldırılmış ama. Ondan sonra devletin direkt bir sistemli baskısı olmadı. Ermenilere şöyle yapalım demedi, tek başına Agop’u şöyle yapalım dedi. Rumlar’ı böyle yapalım demedi, Yorgo’yu böyle yapalım dedi. Çünkü artık tehlike olmaktan çıkmıştı gayrımüslimler ya da azınlıklar. Nüfus olarak o kadar azaldılar ki… O zaman oran olarak şu ankine göre daha yüksekti nüfusları. Yine de yüzde 99’u müslüman olan ülkede diyebilmeye başladılar dolayısıyla tehlikeli değildi.
soL: Özellikle gazetelerde, dergilerde çok fazla, bir miktar Kürt sorunuyla da ilişkilendirilebilecek bir şekilde azınlıkların sorunlarına ilişkin hassasiyetin arttığını görüyoruz. Bunların bir bölümü insani anlamda gerçekten samimi çalışmalar, hiç şüphe yok. Ancak bir bölümünün düzenin Kürt sorununa yaklaşımıyla ilişkilendirilebilecek şekilde toplumsal-siyasal ağırlığı kalmamış kesimler üzerinden bir tür arınma amacına hizmet ettiği söylenebilir mi?
Y.K.: Süryaniler bu toprakların en eski halklarından biri. 10-15 bin kişi kaldı. Sonra farkedildi Güneydoğu’da o taş işçiliği. Midyat, Mardin, oradaki, o artık ölmek üzere olan kültür. Gidenlerin geri geleceğini ben çok düşünmüyorum. 50-60 bin tanesi son beş yılda altı yılda gitti. Yani bunu geri getirme şansınız yok. İstediğiniz kadar gidip de oradaki taş işçiliğini, onların gümüş işçiliğini yazalım. Bu iyi niyetli biraz belki ama daha da çok haberi kurtarma, sayfayı kurtarmaya hizmet ediyor. İyi fotoğraf veriyor diye düşünüyor herhalde çünkü iyi niyetli olsalar, gerçekten üzerine düşseler herhalde birçok şey daha farklı olurdu. Yezidiler bugün köylerine dönmek için Güneydoğu’da dava açtılar. Çünkü boşaltılan köylerine korucular yerleşmiş. Bunu yazan gazete doğru dürüst hatırlamıyorum ben. İki üç tane kısacık kısacık sağda solda yazı çıkıyor. Ya da işte Güneydoğu ya da Kürtlere duyarlı gazetelerde, dergilerde çıkıyor. Dolayısıyla samimi olduğunu çok düşünmüyorum. Basının bir bölümü her 2-3 ayda bir Süryanileri Pazar eklerinde kullanıyor. Gerçek anlamında söylüyorum: Kullanıyor. İyi fotoğraf olduğu için kullanıyor başka bir şey değil. Yoksa aynı basın, kitapta da var, bir Ermeni müzisyen var 1915’teki olaylarda aklını kaybediyor, Komitas, onun heykeline fotomontajla bir köpeği işetmişti. Aynı basında Süryanilere böyle, Ermenilere böyle. Bu samimiyetsizlik, bunu ortaya koyuyor.
soL: Kendi çalışmanızı nereye yerleştiriyorsunuz?
Y.K.: Ben mesela birey olarak kendimi akladığımı düşünüyorum. 1915’teki Ermeniler’e yönelik kırım, benim tercih ettiğim ifade bu. Soykırım değil, kırım. Ermeniler de Ermenice bu anlama gelen “çart”ı kulanıyor; Türkiye’dekiler en azından. Ya da Rum nüfusun azalması için yapılanlar. Burada sadece devleti suçlamak bence doğru değil. Burada biz de, halk da yani toplumda, Türk, Kürt, işte gayrimüslim olmayanlar da suçlu. Çünkü o kadar büyük bir baskı, zor var ki yok ettik, 100 yılda bu kadar azalttık. Ben bu kitabı yazarak bireysel özrümü dilemiş addediyorum kendimi. Birey olarak özür aynı zamanda gelecekte bu işi yapmamayı da taahhüt etmektir. Ben bu işi yapmayacağım diyorum. Aklanıp aklanmadığımı ileride başkaları değerlendirir tabii ki ama bireysel özrümdür bu kitap benim.
soL: Kitap için görüştüğünüz insanlardan söz eder misiniz?
Y.K.: Benim konuştuklarım sınıfsal köken olarak küçük burjuva olarak nitelendirilecek bir kesimdi. Ekonomik olarak çok yukarıda değillerdi. Az sayıda çok zengin insan da vardı.
Ancak eğitim ve kültür düzeyleri yüksekti. Mensup oldukları topluluklardan aldıkları bir özellik elbette ama büyük bölümünün kentli olduğunu, İstanbul’da yaşıyor olduklarını da belirtmek gerekiyor. Zaten köylü gayrımüslim kalmadı, çok az. Toplam taşralı 2000. 1000-1500 Mardin Midyat civarında Süryani, 300-500 Gökçeada’da Rum, 300-500’de Türkiye’nin bir sürü yerine dağılmış Ermeni. Bir de 300-500’de Yahudi var İzmir’de ki o da kent. Şöyle bir şansları var. Daha ilk sokağa çıktıkları anda iki dilliliği öğreniyorlar. Ermeniyse Ermenice, Türkçe. Ermeniler Ermeni okulunda, Rumlar Rum ilkokulunda okumuş dolayısıyla Ermeniceyi, Rumcayı biliyor. Ve sonra devam ediyor, yani hiç bırakmıyor. Rumca yazıyor. Bir de hemen hepsi iki dil sahibi hatta İngilizce, Fransızca, Almanca dilleri de biliyorlar. Bunu değerlendiriyor, okuyor. Süryaniler’de bu çok fazla yok. O da Güneydoğu kökenli, eğitim düzeyi düşük olan bir yerden gelmeleri, anadil eğitimini okulda alamamalarından kaynaklanıyor.
soL: Her biri farklı topluluklar aslında. Farklılıkları üzerine neler söyleyebilirsiniz?
Y.K.: Örneğin bir Süryani’yi bir Kürt’ten ayırabilmek çok kolay değil, camide ya da kilisede olduğunu görmezseniz. İsimden de zor. Mardin kökenliler Türkçe isim kullanıyorlar, İşo değil İsa diyorlar. Ortadoğu’dan çıkan, din kitaplarından kaynaklanan ortak bir sürü isim var; onlardan seçiyorlar. Anadillerini değil Arapça’yı kullanıyorlar. Çoğunluğu resmi okullarda okuduğu için orada verilen eğitimden etkilenmiş. Etnik kökenini sorduğumda çok net değiller. Süryaniyim diyorlar; onu bir din olarak kabul edip Türküm demiyorlar. Yahudiler çok net etnik olarak Türk kimliğini kabul ediyorlar, öyle söylüyorlar. Ermeniler çok net, biz Ermeniyiz, Türk değiliz diyorlar. Rumlar aynı keza.
Rumların tamamı Rumca ad kullanıyor. Yani resmi adları da Rumca. Ermeniler’de ortak adlar var. Museviler’de Türkçe ad alanlar, askerlik öncesi ismini değiştirenler var. Ama tamamında hiç baskı görmedim diye yanıt verip baskı gördünüz mü sorusuna “tabii ki ben bir parça çekinirim” yanıtıyla bir yerde açık verebiliyor. Korkudan ya da belki çekingenlikten demek doğru kaynaklanıyor. Bu bazen korku oluyor, bazen güvensizlik. Bir Rum “kendi evinde kiracı gibi hissetmek” diye tanımladı. Aidiyet duygusundan yoksunlar ne yazık ki. Hatta hatta eskiler yeni araba almak istemiyor.
Dindarlık Ermeniler’de biraz daha az gibi, tabii bu benim konuştuklarımda onu mutlaka vurguluyorum. Ateist sayısı 6-7 falandı her halde Ermeniler’de. Ama Süryaniler’de – ben üçlü bir gruplandırma yaptım din sorusunda: dindar, inançlı, ateist/inanmıyor. – ateist yok, inançlı var ve dindar yani dinin gereklerini yaşayan insanlar var. Museviler’de ateist yoktu. Rumlar’da da ateist var.
Çok bilinçli olmayan solcu Türkiye insanı gibi öyle bir çekingenlik var. Çok garip bir benzetme oldu ama.
soL: Bir yerde görüşmelerin sizi umutlandırdığını söylemiştiniz. Neden?
Y.K.: Ben bu coğrafya için umutlandım. Konuştuğum insanlar bana umut aşıladılar. Çünkü gerçekten, geleceği düşünerek adım atıyorlar. Sadece kendilerini değil. Tabii bu gene konuştuklarımla sınırlı ama içinde bulundukları toplumu tanıyorlar, yaşıyorlar. Bu elbette kültürel düzeyleri, eğitim durumlarıyla falan da bağlantılı. Ama sokağa çıkıp bir sürü olumsuzluğu görünce umutsuzluğa kapılır insan. Ben onlarla konuştuktan sonra o umutsuzluğumu biraz giderdim. Bu ülkenin gençleri olarak umut verdiler bana. Nasıl umut verdiler?
Mesela eğitim düzeyi olarak ben Süryanileri en aşağıdaki grup gibi söyledim ama ilkokul mezunu olduğunu söyleyen bir Süryani tuttu, o kadar net tespitler yaptı ki, beni şaşırttı. Ben Türk arkadaşınızı var mı, Süryani arkadaşınız var mı diye sordum; ben arkadaşlarımı Türk, müslüman, bilmem ne böyle değerlendirmem. Arkadaş arkadaştır. İlkokul mezunu bir müslümandan bunu bekleyemezsiniz. Alim değil belki ama arif. Yaşamı tanımış, görmüş geçirmiş, bir şeyler almış…
Umut veren noktalardan biri de: “Burası benimle var oluyor” düşüncesiydi. Yani bu çok hoş bir yaklaşım. “Ben yoksam Anadolu yok”.
Ben çalışmadan memnunum yani ilk olması vs. gibi şeyler dışında bir sürü arkadaşım oldu. Bana umut veren bir sürü arkadaşım oldu.
soL: Bir de olanakları olmasına rağmen yurtdışına gitmemeyi düşünmeleri dikkat çekiciydi. Bu neden kaynaklanıyor?
Y.K.: 46 kişinin 6’sı 7’si falan gidebilirim diyor. Umduğumuzun tersine çoğu gitmeyeceğim diyor. Ama gitmek isteyenlerin lise sonrasında zaten gitmiş olmasından, benim görüştüğüm yaş kuşağının kalmayı tercih etmesinden kaynaklanıyor. Bu yaklaşımın bütün için doğruyu yansıttığını düşünmemek lazım.
soL: Bu çalışmayı genişletmek gibi hedefiniz var mı?
Y.K.: Sanıyorum bu hafta ikinci baskısı yapılacak. Bildiğim kadarıyla basılı mecralarda çok az yer aldı. Buna rağmen kendi tanıtımını kendi yaptı ve sattı kitap. İkinci baskı da değil belki de şöyle bir durulduğunda bana elektronik posta aracılığıyla ulaşamadığı kesimlerden gelen bir şeyler olursa düşünürüm.
Bir de şey olabilir hani ben tarihçi değilim, bilim adamı değilim, örneğin o bölümünü genişletecek birileriyle ortak bir çalışma olabilir. Bir sosyolog gelir, soruları tekrar saptarız ve tekrar böyle benzer bir şey olabilir.
soL: Yeni projeleriniz var mı?
Y.K.: Bir projem var. Ben gazeteciyim. Bu ülkede yaşadığım sürece de bu işi yapmayı düşünüyorum. Yakın dönemle ilgili bir çalışma olacak.
Bir de benim sorunuzla çok ilgisi yok ama mizah yazarlığım var. Yani sağda solda üç beş tane basılı oldu. Belki onları toparlayacağım. Bir sürü öyküm oldu. İşsiz gazetecinin anıları gibi, işsiz gazetecinin iş çabaları falan gibi.
soL: Basının içinde bulunduğu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Kendinizi nereye yerleştiriyorsunuz?
Y.K.: Kendimi işsizlik bölümüne yerleştiriyorum. Aforoz edilmeyi kullanmıyorum. Öyle değil. Yani birey olarak bana karşı öyle bir tavır yok. Ama benim gibi düşünenlere karşı öyle bir tavır var. Çünkü bundan beş yıl önce başarısız olmuş, oturduğu yerden basına kötü laflar söylüyor diye düşünürdüm. Bir sürü başarılı gazeteci işin dışındaysa bu onların değil Hürriyet’in, Milliyet’in, Sabah’ın, bilmem kimin suçu. Ya da bir sürü başarısız bugün oradaysa ne durumda olduğunu gösterir. Bir de dibe vurdu. Dibe o kadar hızlı vurdu ki toprağın altına oturdu, olması gereken yerin altına geçti diye düşünüyorum. Benim 150 yıllık, 160-170 yıllık basın tarihinde hiç devletten uzak olmadı basın diye bir yaklaşımım var. İlk gazeteciler padişaha Fransız gazetelerindeki haberleri çevirenlerdi, ulufe, maaş alırlardı. Hâlâ öyle. Şimdi maaşını patronundan alıyor ama patron maaşı devletten alıyor. Yani gazetelerini diğer işlerini kotarmak için araç olarak kullanıyor patronlarımız. Haber diye bir kaygı kalmadı. Yani Simavi’yi eleştirirdim ben ilk gazeteciliğe başladığımda. Şimdikileri eleştirmiyorum bile. Şimdikileri direkt kötülemek gerekiyor. Benim ilk yaptığım haberlerden biri gazetelere açılan, haberleri nedeniyle açılan davalar idi, onları toparlamıştım 1989’da. Gazetelere haberler nedeniyle açılan davaların listesini üç dört yıl ben yaptım. Şimdi içeride yatan basın patronu var. Haber nedeniyle değil ama. 1950’lerde gazeteciler haber nedeniyle girer yatarlarmış ya da cumhuriyet tarihinde hep böyle olmuş. Şimdi banka batırdığı için giriyor. Tabii bunu tek başına basın olarak da almamak gerekiyor. Bileşik kaplar kuralı Meclis’te kıyak emeklilik için işte bu kadar yırtınıyorsa milletvekilleri ya da hükümetimiz Amerika’nın kucağına bu kadar oturmuş savaş için uğraşıyorsa basın da böyle olur. Yani çok birbirinden ayrı değil ne yazık ki. Taksici kırmızı ışıkta geçiyorsa Emin Çölaşan da böyle yazar. Resmen böyle.
Yahya Koçoğlu kimdir?
Kitabının girişinde şöyle tanıtılıyor Yahya Koçoğlu:
“Yahya Koçoğlu 1965’te Adana’da doğdu. Çeşitli Anadolu liselerinden okuduktan sonra İ.Ü. Hukuk Fakültesi’ne girdi. 1989’da ANKA Ajansı’nda başladığı profesyonel gazetecilik ağır bastı ve öğrenimini yarıda bıraktı. 1993’te Uğur Mumcu’nun öldürülmesinin ardından 1905’ten 1993’e Türkiye’deki gazetecilik cinayetlerinin anlatıldığı Kurşunla Sansur adlı kitabı yazdı. Cumhuriyet, Radikal ve Turkish Daily News gazetelerinde çalıştı.”
Yorumlar kapatıldı.