Salih Kevirbiri/ istanbul
‘6-7 Eylül Olayları’ Türkiye Cumhuriyeti tarihinin son 50 yıla damgasını vurmuş en önemli olaylardan biri kuşkusuz. 5 Eylül 1955 gecesi huzurlu bir şekilde uykuya dalan İstanbul ve İzmir Ermeni, Rum ve Yahudi azınlığı 6 Eylül sabahı korkunç manzaralara tanık oldu.
Rober Haddeciyan o günleri yaşayanlardan birisi. Haddeciyan’a olay günü yaşananları, atmosferi ve yarattığı etkiyi sorduk…
6-7 Eylül badiresini yaşamış biri olarak bize o günü anlatır mısınız?
Bugün gibi anımsıyorum o günleri. Çok enteresan bir şekilde olaylara tanık oldum. Olayın yaşandığı gün İzmir’den İstanbul’a gelen bir vapurdaydım. 6 Eylül’ü 7’ye bağlayan gece vapurda olduğumdan hiç bir şeyden haberim yoktu. 7 Eylül sabahı Galata rıhtımına yanaştığımızda bir fevkaladelik sezdik. Ortalık darmadağındı, harpten yeni çıkılmış gibi bir durumla karşılaştık.
Yakınlarım beni almaya geldiklerinde bir şey söylemek istemediler. Daha sonra eve giderken yolda olup bitenleri tek tek anlattılar. Suadiye’de oturduğumuzdan, eve Beyoğlu’ndan gidelim dedik. Beyoğlu’ndaki gördüğüm manzarayı hayatımın sonuna kadar unutamayacağım. Tanıdığım bir çok dostlarımın dükkanları darmadağın edilmişti. Bütün değerli eşyalar sokaklara dökülmüş, parçalanmıştı. Düşmanca bir tutum vardı. Amaç o eşyaları eve götürüp kullanmak değildi.
Neydi asıl tahribat veya tahribatlar?
Asıl tahribat fizikselden ziyade psikolojik idi. İnsanlar işini kaybetti, dostlarını kaybetti. En önemlisi de yaşadığı memlekete ve devlete karşı olan güvenini kaybetti. Bu olaydan sonra pek çok dostumun istemeyerek bu toprakları terketmelerine şahit oldum. Gittiler ve hiçbiri de mutlu olmadı. Çünkü onlar, bu memleketin asıl sahibiydiler. Olayların açtırdığı yaralar Türkiye’ye kaybettirdi ve hala da kaybettirmeye devam ediyor.
Devletin tavrı ne idi. Gerekli hassasiyeti gösterdi mi?
Devletin asıl amacı, o dönemler sürtüştüğü Yunanistan’a bir gözdağı vermekti. Bir gövde gösterisine ihtiyaç vardı. Bu gösteri, bugün bile çözülüp anlaşılamayan bir mekanizma ile çığırından çıktı ve umulmadık bir boyuta ulaştı. Sürekli bunu kendime soruyorum; nasıl oluyor da, aynı anda İstanbul’un birbirinden bu kadar uzakta olan semtlerinde, aynı şekilde insan grupları aynı karakterdeki işyerlerine sanki aynı yerden emir almış gibi saldırıya bulunuyorlar? Bu olayın çok iyi hazırlanıp, örgütlendirildiğini bize gösteriyor.
1955 yılındaki acılar bugün yaşanmıyor olsa da, bir ‘Ermeni’, ‘Rum’, ‘Yahudi’ fobisinin olduğu konusundaki görüşleriniz neler?
Evet eskisi gibi olmasa da maalesef bu fobi var. Eskiden daha kötüydü. En büyük gazetelerin azınlıklara karşı en kötü ifadeleri kullandıklarını biliyoruz. Fakat ne kadar değişmiş olsa da, maalesef belirli bir kesimin azınlıklara karşı temelsiz bir rahatsızlık duyduğu kesin. Bu kesimler Türkiye’nin başına bela olmuş olumsuzlukların tesirinde kalarak hala bildiğini okuyor.
O günkü olayları provake edenler ile bugün demokratikleşme ve Kopenhag Kriterleri’ne karşı çıkanların aynı çevreler olduğu görüşü yaygın, öyle değil mi?
Doğrusunu isterseniz ben fazla siyasi yorumlar yapmak istemiyorum. Malumunuz durum ortada. Fakat şurası muhakkak ki Türkiye’de bazı konularda değişmeyen bir çizgi görülüyor. Arzu edilmeyen bir politika tatbik ediliyor. Bütün bunlar Avrupai ve çağdaş bir şekilde, insan hakları normlarına uygun bir şekilde yapılanmamızı engelliyor.
Sizce olayların içinden çıkılamaz bir hal almasında ‘azınlık’ diye tabir edilen Ermeni, Rum ve Yahudilerin etrafa kapalı olması rolü yok mudur?
Zaten nüfusları azalmış olan azınlıkların etkili olacağı kanaatinde de değilim.
Yorumlar kapatıldı.