İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Raffi Kebabcıyan bir çocuğun gözünden 6-7 Eylül’ü anlatıyor: Kâbus

Raffi Kebabcıyan Kâbus adlı bu öyküsünde bir çocuğun gözünden 6-7 Eylül olaylarını anlatıyor. Bu öykü yazarın Aras Yayınclık’dan çıkan ‘Konuş Halil Bey Konuş’ adlı kitabında yer alıyor.

Bu kitabı IDEEFIXE’den online satın alabilirsiniz…


Bu kitabı listeme ekle



Konuş Halil Bey Konuş
,
Raffi Kebabcıyan
Aras Yayıncılık

Pencereden gördüğüm insanlar vardı fotoğraflarda. Aynı yüzler, aynı çarpık yüz
ifadeleri. Sessizlik… “Bak şu dostuna!”… Mösyö Onnik, fotoğrafların içinden
Halil Bey’i gösteriyordu parmağıyla. Halil Bey ağzını kocaman açmış bağırıyordu.
Acaba ne diye bağırıyordu? Herhalde “Aferin oğlum, sen ne akıllı çocuksun!”
demiyordu. “Allah bağışlasın seni yavrum.” Hayır hayır, böyle bir şey değil.
Halil Bey, sen o akşam neler diyordun? O Eylül akşamı, o saatte, İstiklal
Caddesi’ndeki işin neydi Halil Bey? Konuş Halil Bey, konuş, bir şeyler söyle!
Halil Bey susuyordu. Galiba sorularımın cevabını hiçbir zaman alamayacaktım,
artık bize misafirliğe de gelmiyordu.
(Arka Kapak)

Kâbus

“Işığı söndür!” dedi anneannem, “Çabuk!” Anneannem sinirli. “Çabuk dedim sana!” Fakat neden? Karanlığı sevmiyorum, karanlıktan korkuyorum. “Gürültüyü…” diyor anneannem, “Gürültüyü duymuyor musun?” Gürültü mü? Hangi gürültü? Benim kulaklarım Roy Rogers’ın tabancalarından çıkan seslerle dolu hâlâ. Anneannemin bunu kastetmediğine eminim. Çizgi romanı, yani Roy Rogers’ı bir tarafa bıraktım. “Buraya gel!” dedi anneannem. “Pencerenin yanındaki koltuğa.” Bunu ben de biliyorum, orada olduğunu biraz önce fark etmiştim. “Şimdi duyuyor musun gürültüyü?” Neden bu kadar sinirli anneannem? Yavaş yavaş ayağa kalkıp, ona doğru yürüdüm. Dışarısı sandığım kadar karanlık değildi. Yemek masasına da, küçük masaya da çarpmamalıydım. Annem “Dikkat et!” derdi hep, “Sakın ha, Bohemya’dan aldığımız kristal vazoyu kırmayasın!” Sağ elini, artık çok iyi bildiğim bir şekilde sallardı. Şimdi hatırlıyorum, Madam Arusyak’ın kürk mantosu hakkında konuşurken de elini aynı şekilde sallamıştı. Yola çıkmadan önce bir kez daha uyardı. Ezbere biliyordum zaten, tekrarlamaya gerek yoktu. Masalara çarpmamalıydım, çarpmadım da. Anneannemin kucağına oturdum hemen. Bu sefer “Aram, ne kadar ağırsın.” demedi; “Seni taşıyamam artık, bebek değilsin ki.” de demedi. “Ne olur bir şeyler söyle, anneanne!” Anneannem susuyor, cevap vermiyordu. Sağ eliyle tül perdeyi araladı; yukarıya, Taksim Meydanı’na doğru bakıyordu. Boynumu uzattım, ben de görmek istiyordum. Geri itti beni, izin vermedi. “Neden?” diye sordum. Yine sessizlik. Hayır, sessizlik filan yoktu, gitgide şiddetlenen sesler geliyordu sokaktan. Duymamak olanaksızdı. “Kıbrıs Türktür! Kıbrıs Türktür!” Başka gürültüler de geliyordu. Buna benzer bir şeyi nerede duydum ben? Anneannem “Gel!” dedi ve aniden ayağa kalktı. Ne kadar çevik ve güçlüydü! Omuzlarımı sıkıca tutuyor, canımı acıtıyordu. Beni çekip, pencereden uzaklaştırdı. Hiç alışık olmadığım, boğuk bir sesle “Sana göre değil bu!” dedi. Koridordan geçip, kapıya doğru gittik, durduk. Anneannem ne yapmak istiyordu? Titreyen elleriyle kapının zincirini taktı, anahtarı iki defa çevirdi. Bakışlarını kapıdan ayırmadan geri geri gitti. Yalnız tek eliyle tutuyordu beni, az önceki gücü kalmamıştı galiba. Odasına girdik birlikte. Yatağının önünde diz çöktü, elimi bırakmıştı. Yüksek sesle dua etmeye başladı. Allahım, herkes duyacak şimdi! En başta da üst komşumuz Ayşe Hanım. Odadan dışarı koştum, pencerenin önüne geçtim yine, perdeyi açıp, ağzımı burnumu cama yapıştırdım. “Kıbrıs Türktür! Kıbrıs Türktür!” Sesler ve insanlar daha da yaklaşıyordu, bütün ayrıntıları seçebiliyordum artık. Kollarını yukarı kaldırmış sallıyorlardı, bir şeyler vardı ellerinde. Evet, artık daha net seçebiliyordum. Değnek, sopa ve benzeri şeyler. Yanılmıyorsam madenden, çünkü arada parıldıyorlar. Hayr mer vor hergins… Niçin bu kadar yavaş yürüyorlar? Duruyorlar mı? Niçin? Duracak ne var? Kırılan cam sesleri duyuyorum. Bir dükkândan içeri giren insanlar görüyorum; fakat o dükkân bu saatte kapalı değil mi? Yegestse arkayutyun ko, yeğitsin gamk ko vorbes hergins… Kumaş toplarıyla dışarı çıktılar. Bir adam kumaş topunu ucundan tutup havaya attı. Ne güzel yaptı bunu, çok becerikli olmalı bu adam. Yerdeki kumaşı ayaklarıyla çiğniyor, paramparça ediyordu. Başkaları da yapıyordu aynısını. Yer rengârenk kumaş parçalarıyla dolmuştu. Anlayamadım, kumaş toplarını neden alıp götürmediler? Üst başlarından belliydi, fakirdiler. Bağırıp çağırıyorlardu. Söylediklerini anlamıyordum. Çarpılmış ağızlardan durmadan çıkan “gâvur” kelimesini duyuyordum yalnızca. Sonra, bir an için kumaşçı dükkânını unutmuş göründüler. Toğ mez ızbardis mer vorbes… Adamlardan biri Franguli’ye baktı, elini vitrine uzattı. Üstü başı düzgün bir adamdı bu, belli ki fakir fukara değildi. Yemin ederim ki değildi. Onu tanıyordum. Babamın müşterilerinden biriydi, Halil Bey. “Maşallah, ne akıllı çocuk. Al oğlum, ye şu poğaçayı. Ye oğlum, ye!“ Franguli’nın camekânından ve içerideki mücevherattan geriye bir şey kalmadı. Onları yere atmıyorlar. Bir şey kalmadı orada da. Annem, o vitrinin önünde durup bakamayacak artık, babam da hep yaptığı gibi, sabırsızlıkla annemi kolundan çekiştiremeyecek. Adamlar şimdi Japon Mağazası’nın içinde. Yine kapıdan girmediler, buranın da vitrini kapısından genişti. O güzelim bebekler, mekano kutuları, tahta atlar, oyuncak tanklar, hep düşlediğim, fakat hiç sahip olamadığım bir sürü şey, havada uçuşuyordu. Orası benim Franguli’mdi. Amerikan Kültür Merkezi’nden de içeri girdiler. Bu defa kapıdan, çünkü oranın vitrini yoktu. O güzelim kitaplara ne oldu acaba? Okuyamıyordum ama onları elime almayı çok severdim. İngilizce zor dil, yani benim için. Ayl prgya ızmez i çaren… Bizim eve yaklaşıyorlar, fazla bir şey kalmadı. Halil Bey yok ortalıkta. Nerede kaldı? “Halil Bey, Halil Bey!” diye bağırıyorum pencerenin arkasından. Yok, kaybolmuş. Yaklaşmaya devam ediyorlar, neredeyse bizim evin önündeler. Der voğormıya, Der voğormıya, Der… Bizim daireden içeri girerlerse ne yapacağım? Ya kapımızı kırıp, un ufak ederlerse? Allahım, ne yapayım, ne yapabilirim ki? Keşke babam burada olsaydı, annemle seyahate çıkmamış olsalardı. Gör bak o zaman sen, neler olurdu burada! Babam bir eliyle bir adam, öbürüyle bir başkasını tutar, tüy gibi yukarı kaldırır, kafalarını ceviz gibi birbirine çarpar, bir köşeye savururdu. Sıra başkalarına gelirdi sonra. Babam çok güçlüdür, her şeyi yapabilir. Birine bir tekme, öbürüne bir kafa! Sonuçta, hepsini dışarı atardı. Vallahi, billahi öyle yapardı! Bir keresinde bana tokat atan o adama neler olmuştu? “Serseri!” diye bağırmıştı babam, “Sen ne cüretle?” Az kalsın karakola götüreceklerdi babamı, adama bir güzel sopa çekmişti. Eğer burada olsaydı, bir yere gitmemiş olsaydı, aynısını bugün de yapardı. Şu dışarıdakiler ne şanslılar! Ben de babama yardım ederdim. Eskisi gibi zayıf değilim artık, güçlendim. Birkaç sene sonra ben de babam gibi olacağım. Bu ne gürültü? Kapımızı paramparça ediyorlar. Kırılan cam sesleri. Fakat bizim kapının camı yok ki. Yani? Yev peverya i hoki im ızsosgali or mahun, yev zergyuğ kehenuyn, yev ızser arkayutyan. Babacığım, neredesin babacığım, sana ihtiyacım var! Amenagal Der Asdvadz mer, getso yev voğormıya. Getso Der. Gelmediler, bizim eve girmediler. Yollarına, aşağıya doğru devam ettiler. Başka vitrinler vardı daha. “Kıbrıs Türktür, Kıbrıs Türktür!”

Annemle babam ertesi gün döndüler. İkisinin de yüzü solgundu. Öpüştük. Sıkıca sarıldım onlara. “Yavrum!” dedi babam. “Yavrum.” dedi annem. Başımı okşadılar. Annem ağlamaya başladı. Anneannem hâlâ yataktaydı. Hastaydı, ateşler içinde yanıyordu. “Garip.” dedi Doktor Garabedyan, “Bu ateş de nereden çıktı?” Başını kaşıdı. Bir kâğıt parçasının üstüne bir şeyler karaladı. “Günde üç kez.” Der voğormıya, Der voğormıya, Der… Gündüz gözüyle her şeyi daha açık görebiliyorum artık. Kumaş parçaları, cam kırıkları, paramparça oyuncaklar ve adlarını bile bilmediğim bin bir çeşit şey yüzünden, asfalt görünmüyordu. Sokağa çıkıp biraz karıştırsam, belki ilginç bir şeyler bulabilirdim. “Olmaz! İzin vermem, olmaz!” Babamdı, bağırıyordu. Mecburen yukarıda kaldım. Daha sonra çöpçüleri gördüm, temizlemeye, izleri yok etmeye gelmişlerdi. Akşam, anneannemin vücudu hâlâ ateşler içinde yanıyordu.

Mösyö Onnik, Studebaker’ın direksiyonunu ustaca sağa çevirdi, “Irzına geçilenler de olmuş.” dedi. Gümüşsuyu Caddesi’nden aşağı iniyorduk. “Irzına geçilmek ne demek?” diye sorma gafletinde bulundum. “Ulan, tokatı yersin şimdi!” diye kükredi babam. “Şu edepsize bakın!”… “On genç kız…” diye devam etti Mösyö Onnik. Az sonra Dolmabahçe’ye varacaktık. İşte, vardık bile. Boğaz ne güzel bugün. “Kanada mı? O soğuk ülkeye mi gitmek istiyorsun?” Bayağı bağırıyordu Mösyö Suren. “Her şeyini, evini barkını bırakıp gidecek misin? Ve niçin bütün bunlar?” Mösyö Suren çok temkinli, çok ciddi adam. Babamın ne cevap verdiğini duymadım, yan odadaydılar. Babam bağırmıyordu. Artık onlarla birlikte oturup, konuşmalarını dinlememe de izin vermiyordu. Büyüklerin işiydi bu, ben büyük değildim. “Halk boşalmalıydı!” diye devam etti Mösyö Suren bağırarak. “Menderes bir defalığına böyle bir şeye izin verdi. İnsanlar boşaldılar.” İnsanlarla birlikte vitrinler de boşaldı, ama geçici olarak, Franguli gibi. Vitrininde yine boy boy, fiyat fiyat inciler ve elmaslar parıldıyor Franguli’nin, ama annem artık eskisi gibi önünde dikilmiyor. Bazen durup, kaçamak bakışlarla mücevherleri gözden geçiriyor, sonra yoluna devam ediyor, sorumlu sanki benmişim gibi elimden çekiyor. Bazı dostlarımız başka ülkelere gittiler. Mösyö Onnik mesela; kalktı, buzdağlarının ülkesi Kanada’ya gitti. Yola çıkmadan önce, bir akşam bize geldi. Mösyö Suren de gelmiş, Menderes’in demokratlığı hakkında konuşup duruyordu. Allahtan, eski hatamı tekrarlayıp demokratlık denen şeyin ne olduğunu sormadım. Mösyö Onnik, bir şey söylemeden masanın üstüne iki fotoğraf bıraktı, hayır fırlattı. Büyücek, siyah beyaz fotoğraflardı. Pencereden gördüğüm insanlar vardı fotoğraflarda. Aynı yüzler, aynı çarpık yüz ifadeleri. Sessizlik… “Bak şu dostuna!”… Mösyö Onnik, fotoğrafların içinden Halil Bey’i gösteriyordu parmağıyla. Halil Bey ağzını kocaman açmış bağırıyordu. Acaba ne diye bağırıyordu? Herhalde “Aferin oğlum, sen ne akıllı çocuksun!” demiyordu. “Allah bağışlasın seni yavrum.” Hayır hayır, böyle bir şey değil. Halil Bey, sen o akşam neler diyordun? O Eylül akşamı, o saatte, İstiklal Caddesi’nde işin neydi Halil Bey? Konuş Halil Bey, konuş, bir şeyler söyle! Halil Bey susuyordu. Galiba sorularımın cevabını hiçbir zaman alamayacaktım, artık bize misafirliğe de gelmiyordu. O hiçbir yere gitmedi, en nihayetinde adı Onnik değildi. İki kızı yoktu, olsaydı bile umurunda olmayacaktı. “Suren dayday, ırzına geçmek ne demek?”… “Sussana edepsiz, utanmaz seni, şimdi tokadı yersin!” Anneannemin vücudu hâlâ ateşler içindeydi ve Doktor Garabedyan başını sallayıp duruyordu. “Ne olacak bu kadının hali?” diye sordu babam. Ne olacak ki? Papaz “Der voğormıya, Der voğormıya…” dedi ve buhurdanı salladı; bir avuç dolusu toprak aldı ve anneannemin tabutunun üstüne attı. “Toprağı bol olsun.” diye mırıldandı Mösyö Suren. Anneannemi gömdüler, yalnız başına. Yaşamı boyunca hep olduğu gibi, şimdi de yalnız kalacaktı; benim dedesiz büyümem gibi. Ben dedemi ne gördüm, ne de nerede gömülü olduğunu öğrendim. Kimse bilmiyordu bunu, anneannem bile. “Alıp götürdüler.” derdi rahmetli, “Götürdüler, bir daha da geri getirmediler.”

Yorumlar kapatıldı.