Kürşat Bumin Yeni Şafak Gazetesinde 4 ve 5 Eylül’de yayınlanan makalelerinde “Gayrimüslim’lerin pasaport numaralarının 31 ile başlaması” konusunu işliyor.
4 Eylül: “31 numara”, “Josef”, “Hocaoğlu”…
Üzeyir Garih’in “Bizim pasaportlarımız 31 numara ile başlar” şeklindeki sözleri karşısındaki kayıtsızlık, kayıtsız kalınabilecek türde değil… Kimseden ses yok; ne Başbakan ve İçişleri Bakanı’nından bir yalanlama, ne “hoşgörücüler”den bir soru… Dağlarına taşlarına “Ne Mutlu Türküm Diyene” vecizesinin kazındığı bir ülke için bu ne anlamlı bir sessizlik! Bu konuda tabii ki “modernizm”in savunucusuyuz! “Kimlikler”den, “çokkültürlülük”ten filan çok önce tabii ki herkesin eşit olarak pay aldığı “vatandaşlık hakkı”nın taraftarıyız… Birilerini “31 numara”, ötekileri “41 numara” ile başlatan bir idarenin adının cumhuriyet idaresi sıfatını haketmediğini tekrarlamaya gerek yok herhalde…
Geçen gün Garih’in bu sözlerini merkeze koyarak çizdiğim “Güzel ülkemiz” başlıklı yazımda, gazetemizin “yeni” yazarlarından “Sami Hocaoğlu”nun yazısından da kısa bir bölüm aktarmıştım. O günden beri birkaç kez tekrar okuduğum bu satırlar şöyleydi: “Ben, Menemen’de asılan Yahudi esnaf Haim oğlu Josef’in, esrarkeş Mehmet’e ip sattığı için asıldığını sanırdım. (…) meğer Menemenli Yahudi Josef, ateşli bir Serbest Fırka taraftarı değil miymiş? Bu yanlışımı, sağ olsun yakın tarihin özellikle gizlenmiş sayfalarını çevirmedeki ustalığıyla tanınan Yahudi araştırmacı Rıfat Bali düzeltti. Kendisine o gün bu gündür minnettarım.”
Siz ne düşünürsünüz bilmem ama Sami Hocaoğlu’nun bu satırları bana birkaç kez okunmayı hakeden önemli satırlar olarak göründü. Hocaoğlu’nun, bir “yanlışını” düzelttiği için Rıfat Bali hakkında sarfettiği şu sözlere bir bakın: “Kendisine o gün bu gündür minnettarım.”
Bali’nin bu “düzeltisi”nin “Hocaoğlu”nu bu derece etkilemesinin, yazarımızın tarihçi karşısında kendisini bu derece borçlu hissetmesinin nedeni nedir dersiniz? Ne olacak, tabii ki “hakikat” aşkı… “Hocaoğlu”, Bali’nin Menemenli Josef üzerine verdiği bilgiler kendisini “uykusundan uyandırdığı” için “minnettar”dır. Biraz felsefe yaparak söyleyecek olursak, “dogmatik uykusundan uyandırdığı” için… (Uykuya devam edenlere Allah rahatlık versin!)
Gazetemizin “yeni” yazarlarından “Hocaoğlu”nun yazılarını takip edenler için bu açıklama şaşırtıcı değildir. Bana göre “Hocaoğlu”, ülkemizde hemen her cenahtan “aydın”ı kendisine çeken ve asıl özelliği insanlara “gerçekçi” olmayı telkin eden “sorumluluk ahlakı”ndan uzak duran ve bir entellektüel olarak yazılarını “kanaat ahlakı” çerçevesinde kaleme alan bir yazar. Yani sayılarının artmasını dilediğimiz türden bir yazar… Ülkemizde rejimin ve de karşı cenahın “Josef”lere dair uydurduğu hikayelerin bir “yalan”dan ibaret olduğunu öğrendiğinde duyduğu “minnet” de zaten sahip olduğu bu “kanaat ahlakı”ndan kaynaklanmıyor mu?
“Hocaoğlu”nun birkaç hafta önce yayımlanan bir başka yazısı da önümde. “Din-siyaset ilişkisi üzerine” başlıklı bu yazı da önemli… Bir taraftan Cumhuriyet’in Osmanlı’yı taklit ederek dini, iktidarın vesayeti altına almasına, yani “dinin siyasallaşması”na karşı çıkarken, diğer yandan da “siyasetin dinsizleşmesi”ni eleştiriyordu. “Hocaoğlu”na göre, din bu “iki sapma”ya düşmeyerek “sivil” bir varlık kazanma yoluna girmeliydi. Yazarın “birinci sapma”ya ilişkin verdiği örnek de pek etkileyiciydi: “Değilse, Türkiye’nin batısında cami yapımı engellenirken doğusunda uçaklardan ayetli, hadisli bildiri dağıtmanın bir açıklaması olabilir miydi?”
Ancak şu da var: “Hocaoğlu”, haklı olarak, “siyasete kaybettiği ahlaki değerleri yeniden kazandırmak”tan söz ediyor. Pekiyi yazar “ahlak”tan tamı tamına ne anlıyor?
İşte yazarın cevabı: “Dinden ve imandan bağımsız bir ahlak sistemi düşünülemeyeceğine göre, bu ülkede dine yönelik her saldırı, ahlaka yönelik saldırıdır.”
“Hocaoğlu”, güzel yazıyor; ama bana sorarsanız, bu son hükmünü biraz daha açmalıdır. Birçok yazısından “ortak iyi”nin başkalarıyla pekâlâ paylaşılabilir bir şey olduğu sonucu çıkabilirken, ahlakın kökenine dair bu hüküm niye?
5 Eylül: “31 numara”, “dönme” ve Hrant’ın pasaportu…
Üzeyir Garih’in Can Kıraç’a yaptığı bir açıklamayı bu köşede iki kez aktardım. Garih, “Bizim pasaportlarımız 31 numara ile başlar. Yani pasaportta bile bile bir ayrım var” diyordu. Bu açıklamayı iki kez aktardım, çünkü hiç değilse iki kez aktarılmalıydı… “Cumhuriyet”in bu derece “kaba” bir ayrımcılığa tahammülü olmayan bir idare biçimi olduğunu söyledim. Garih’in sözlerini bu köşede aktarmakla da yetinmedim. Kanal 7 ekranında da tekrarladım. Sözkonusu açıklamayı Garih cinayetinin hemen ertesi günü, yani 10 gün önce Hürriyet gazetesi yayımlamıştı. Aradan bunca gün geçmesine rağmen, “pasaport” işleriyle ilgili hiçbir resmi makamdan bir yalanlama gelmemişti.
Nihayet dün, İçişleri Bakanlığı Basın Müşaviri’nden bir açıklama geldi. Basın Müşaviri İbrahim Saraçoğlu, Garih’in açıklamasının gerçeği yansıtmadığını, pasaportunun “31 numara” ile başlamasının nedeninin pasaportun İstanbul ilinden verilmiş olmasından kaynaklandığını bildiriyor. İstanbul ilinin pasaport kod numarası olan “31 numara”sının “İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden pasaport almak için müracaat eden bütün vatandaşlarımızın pasaportlarının birinci sayfasına” yazıldığını belirtiyor. Demek ki Garih, meseleye “kötümser” bir yorum getirmiş. Demek ki ülkenin bütün vatandaşları müslim ya da gayrimüslim olduklarına bakılmaksızın, aynı “numara”yı alıyorlarmış… Biraz (!) geç olsa da, bu problemi hallettiğimizr için memnunum… Bakanlıktan gelen bu açıklamaya tabii ki inandım; pasaportumu İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden almadığım için zaten açıp bakmamıştım bile… İnanmıyorsanız siz açıp bakabilirsiniz…
Garih’in sözkonusu açıklamasını okuduğumda, konuyu bazı gayrimüslim arkadaşlara da sormuştum. Genel kanaat, Garih’in açıklamasının “doğru” olduğu yönündeydi. Bunun böyle olduğuna inanıyorlardı… Şimdi durup o konuşmalarımızı hatırladığımda konuyu şöyle değerlendiriyorum: Tamam, sözü edilen uygulama doğru değilmiş; ama gayrimüslimlerin bunu böyle sanmaları, bunun böyle olduğuna inanmaları az bir şey midir? Tabii ki değil… Eğer cumhuriyet idaresi % 99’un dışında kalan vatandaşlarında böyle bir kanaatin uyanmasına mani olamamışsa bu az bir şey midir? Yani bu “kanaat”in vebâlini hepten bu kesimin “niyeti”ne bağlayarak mı açıklayacağız? Hiç olur mu öyle şey? Vatandaşlarını ayrımcılık yapmadığına inandıramayan bir cumhuriyetin bu işte hiç vebâli olmaz olur mu? Demek ki bu vatandaşlarını yeterince ve olması gerektiği gibi kucaklayamamış, varlık nedenin olan “eşitlik”e onları bir türlü inandıramamışsın…
Söz buraya gelince, sevgili arkadaşımız Agos gazetesi genel yayın yönetmeni Hrant Dink’in yakın tarihte yayımlanan bir yazısını hatırlamamak olmaz. Dink, “Kimlik tünelimizin korsanları” başlıklı -yine- o çok güzel yazısında, kendisine ulaştırılan bir mektuptan ve mektubun yanına iliştirilmiş “Özgüner Polat/Emniyet Amiri” imzalı bir resmi yazıdan söz ediyordu. Söz konusu resmi yazı, adı geçen emniyet amiri tarafından Karaman Askerlik Şubesi Başkanlığı’na yazılmış. Bir polis adayının durumunun bildirilmesini arzeden bir yazı. Emniyet amiri, haklı olarak, polis adayının “polis olmasında engel teşkil edecek bir halinin bilinip bulunmadığını” soruyor. Ama durun, hepsi bu kadar değil! Emniyet amiri bakın başka hangi bilgileri de istiyor: “Adı geçenin (…) sabıka kaydının çıkarılması, askeri yönden mani bir halinin olup olmadığının bildirilmesi. Nüfusça yaş tashihi yaptırıp yaptırmadığı, soyunda dönmelik olup olmadığı…”
İşte size “ayrımcılık”tan nefret eden bir idarenin ilginç merakı! İçişleri Bakanlığı Basın Müşaviri’nin bu yazışmayı da dikkate alacağını umuyorum…
Söz bizim sevgili arkadaşımız Hrant’tan açılmışken ve de İçişleri Bakanlığı Basın Müşaviri’ni de hazır karşımızda bulmuşken, bir ufak rica daha:
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Hrant Dink pasaportunu yıllardır niçin alamıyor? Hakkında bir soruşturma yok, hakkında mahkemece verilmiş bir karar yok, amma velâkin Hrant’a da pasaport yok! Gayrimüslim diye mi, solcu diye mi, kara kaşlı kara gözlü diye mi, yoksa oturduğu yerde otursun ve vatanının kıymetini bilsin diye mi?
Yorumlar kapatıldı.