Türkiye, 1978 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu’ndan gelen tam üye olma önerisini neden geri çevirdi? O zamanlar geçerli olan ‘Onlar ortak, biz pazar olacağız’ anlayışından ve o anlayışın temsilcisi Bülent Ecevit’in CHP’si iktidarda olduğu için mi, yoksa AET üyeliği o zamanın Milli Siyaset Belgesi’ne aykırı olduğu için mi?
Türkiye adam gibi bir ülke olsa, burada demokrasi ve vatandaşa saygı geçerli olsa, bu soruların cevaplarını bütün ayrıntılarıyla biliyor olurduk.
Biliyor olurduk, komşumuz Yunanistan’ın bizi kat kat geride bırakıp zengin olmasına karşılık bizim neden hâlâ kişi başına 2000 dolar civarında dolaşan ‘fakirlik’le yaşamaya mahkûm olduğumuzu…
Bugün Türkiye, komşularına göre yeni bir fakirliğe mahkûm edilmenin eşiğinde. Postacı kapıyı ikinci kere çaldı ve biz sanki elimize bir mektup geçmemiş gibi davranmaya devam ediyoruz, kılımızı kıpırdatmıyoruz. Bu arada Bulgaristan komünizmden çıkıp bizden daha zengin olmaya hazırlanıyor.
Avrupa Birliği tam üyeliğinden korkuyoruz. Türkiye’de MHP gibi siyasi partilerle başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere bazı devlet kurumları, açıkça söylemeden AB düşmanlığı yapıyor, tam üyeliği geciktirmek ya da dolaylı yoldan engellemek için çalışmalar yapıyor.
Göründüğü kadarıyla iki büyük korku, 80 yıldır boğuştuğumuz iki büyük korku AB üyeliğinin önünde de en büyük engeller.
Bu iki korku, irtica ve bölünme korkuları.
Avrupa Birliği’ne üye olmak için yerine getirilmesi gereken Kopenhag Kriterleri Türkiye’yi böler mi, Türkiye’de irticanın iktidara gelmesini kolaylaştırır mı?
Hayır! İki sorunun da cevabı net bir hayır.
Daha dün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, dinci partilerin kapatılmasının örgütlenme özgürlüğünün ihlali olmadığını söylemedi mi? Avrupa’nın demokrasi standardı buyken, hâlâ bir tehlike olduğundan söz edilebilir mi?
Gelelim bölünme meselesine… Anadilde eğitime ve radyo-TV yayınına izin vermek, özellikle Kürtler söz konusu olduğunda bir ‘ulusal bilinç uyanması’na neden olabilir mi?
Burada söylenmesi zor bir şeyi söyleyeceğim: Unutmayın, 15 yıllık terör mücadelesinde ölen 40 bin kişinin 30 binden fazlası Kürt’tü. Bu, en azından bölgede ya da artık büyük şehirlerde yaşayan 30 bin acılı ve belki de hınçlı aile demektir. Hâlâ dağda olanları, hapiste olanları da sayacak olursanız, ortada zaten maalesef ‘uyanmış’ bir bilinç var.
Nitekim bu durum, çözüm yoluyla birlikte salı günkü Genelkurmay açıklamasında da zımnen doğrulanıyordu: “Ülkenin bir parçasında ekonomik ve sosyal tedbirlerin alınmaması neticesi ayrılıkçı terörün etnik/milliyetçi ve ayrılıkçı harekete dönüşmesi önlenemiyorsa…”
Anılan bölgede HADEP’in yegâne siyasi parti olduğu gerçeği de göz önüne alınırsa ve bu partiyle ilgili seçimin son derece bilinçli olduğu kabul edilirse, gerçek daha iyi anlaşılır.
Ama Genelkurmay’ın da söylediği gibi ‘ekonomik ve sosyal tedbirler’in alınması gerekiyor. Ekonomik tedbirlerin ne olduğu belli. Sosyal tedbirlerden kastedilen de, anadilde radyo-TV yayınıyla anadilde eğitimi de kapsayan bir dizi önlem aslında.
Avrupa Birliği üyesi olup da etnik ayrılıkçılık hareketleriyle baş etmek zorunda olan tek ülke Türkiye değil.
İngiltere, Fransa, İspanya, Belçika ilk aklıma gelen sorunlu ülkeler. Ama bu ülkelerin hiçbiri bölünmedi. Hatta tam tersine AB ile gelen özgürlük ve ekonomik zenginlik, bölünmenin önündeki en büyük engel artık.
Cumhuriyetin ilk gününden beri sahip olduğumuz korkularımızı aşmak için bir fırsat AB. Ekonomik sıkıntılarımızı kalıcı biçimde gidermenin yolu da AB’den geçiyor.
Bakın, Kemal Derviş Türkiye’ye bir ufuk gösterdi: Program adam gibi uygulanırsa 5 yıl içinde Avrupa Para Birliği’ne girmeye hazır hale gelebiliriz. Bunu başaran Türkiye’yi kimse tutamaz. Yeter ki biz kendi ayağımıza çelme takmayalım…
Yorumlar kapatıldı.