Yıldırım Türker “satılmışım, satılmışsın, şatılmış, satılmışız, satılmışsınız, satılmışlar” diye başladığı yazısında, Türkiye toplumunun çok kullandığı bu kavramı, geçtiğimiz günlerde Fransa’daki “Ermeni tasarısı”nı protesto için Ermenistan’lı eşini boşayan birisi ile de örnekliyor. Yazının tamamı şöyle….
Başka hangi dilde var, bilemiyorum. Batı dilleri böylesine yaygın kullanılan bir sıfat sunmuyor. Elbette bir adamın birileri tarafından satın alınmış olduğunu söyleyebilirsiniz, ama ‘satılmış’ olma hali tepenizde sallanan etik bir kılıç, nefsinizin sizi faka bastırmak için oynadığı sinsi oyun sonucu alnınıza yapıştırılıverecek bir yafta değildir. ‘Ulan satılmış!’ diye batı dillerini şenlendiren bir küfür olmadığı gibi toplumsallaşmanın ürettiği paranoyaların başında ‘satılmak’, ‘satılmış’ diye adlandırılmak gelmez. Memleketimizde piyasa ekonomisinin oluşum koşulları incelenirse belki bu küfrün dinamiği aşikâr olur. Anadolu’nun bahtsız dilinde çocuk ölümlerinin bir kader olarak algılanması sonucu ‘bu çocuk Allah’a havale edildi, O’na satıldı, haydi başka kapıya’ diye ölüm kovmak için bebeciklere takılan Satılmış adı bambaşka bir konu.
Alışveriş terimlerinin böylesine kaba, şartların böylesine dolaysız olduğu bir kültürde farklı inançlara mensup insanların birbirlerine hınçla “satılmış” diye ünlemeleri çok doğal. Her alanda iktidara talip olanların iktidarı adlandırış biçimleri, hayallerini süsleyen o zirveye dikecekleri bayrağı üretiş yolları zorbalığın konaklarında soluklanıyor. Kendileri çeşitli satışlardan geçerek edinmiş oldukları iktidar odağını başkalarının burnunu sürterek, onları kimliksiz-kişiliksizleştirerek güçlendiriyorlar. Emir-komuta zinciri ebeveyn-çocukla başlayıp öğretmen-çocuk, çavuş-er, karı-koca, amir-memur, durmadan yeniden üretilerek bütün hayatı kıskıvrak bağlıyor. Varolmanın yegâne koşulu, kişiliğini pazarlık gücünün elverdiği koşullarda elden çıkarıp daha iyi pazarlıklara hazırlanarak oyalanmaktan ibaret. Millet, vekillerinin transferlerini izlerken söz konusu ettiğimiz bu işleyişin bir alegori olmadığını açıkça anlıyor. Söz üretenlerin yani fikir erbabının sergüzeşti de insana bu kaypak varoluş biçiminin doğası üstüne birçok gerçeği açık ediyor. Bir yerde kendin olarak kalabilme, kendin olmanın ayrıcalığını bulunduğun her konuma dayatabilme başlıbaşına bir cüret sorununa, giderek kahramanlığa dönüşüyor. Çünkü her alanda altına imzanı atacağın akit beraberinde gizli bir paketi de koltuğunun altına sıkıştırıveriyor. Diyelim gazeteci oldun. Bunun için maaş alıyorsun. Bu işin karmaşık etik sorunlarını bir yana bırakırsak dünyanın her yerinde bu işi yapan insanlardan beklenen, bir maaş karşılığında haber kovalamak, gelişmeleri yorumlamak, kamuyu bilgilendirmektir diyebiliriz. İşte bu memlekette bu iş tanımı senin maaşını garanti altına almaya yetmiyor. Gazeteciyi gazeteci yapan bu pratiğin üstünde, daha öncelikli bir görev seni bekliyor. Hele yükselmek, o gazetenin sözcülerinden biri haline gelmeyi kafaya taktıysan. Patronunun çeşitli iş kollarında karmaşık ve karanlık yatırımlarının da bekçiliğini üstleneceksin. Bu gıllıgışlı ilişkiler ayyuka çıktığında onun fahri avukatı olarak söz alacaksın. Muhasebeciysen hesapları tutman yeterli sanma. Açıklardan yararlanmayı, müşterinin vergi kaçakçılığına da ortak ve önayak olmayı göze almalısın. Satacağın her türden hizmet için iyi yalan söyleyebilme, kendini parlatabilme, ne kadar adil olmasa da karşındakinin ihtiyacını iyi tartıp ona göre pazarlık dayatabilmek zorundasın. Sonuçta üretimin belirlediği bir piyasa söz konusu değil nasılsa. Nakit nakdi tartıyor. Vereceğin hizmetin tek karşılığı da bu: Cash. Dilimize de girmiş olan keeş.
Toplumsallaşmanın genel iklimi bu topraklarda daha sert, daha kavurucu. Madem satılacaksın, iyi kapıya satıl. Ucuza gitme. Kurnaz ol. Madem satılmışsın. Bol bol dürüstlükten, haysiyetten, yüce duygulardan dem vur. Kısacası satışını gürültüye getir.
Bu atmosferin yarattığı gülünç durumlar da var elbet. Bana hangi iş görüşmesinde kendi küçük ekonomime göre yüklüce bir ücret önerildiyse bir konuda anlaşmazlık uydurup oradan kaçmışımdır. Bir memur çocuğu olarak büyütülmüş olmanın verdiği paranoyayla bu fikrimce makul olanın epeyi üstünde ücretle bana önerilen işin mahiyeti konusunda derin kuşkulara kapılırım. Zaman zaman hem parasızlıktan yakınır hem para getiren işlere küstahça burun kıvırırım. Kendi orta halli çevremde patronunu seçerek hayatının bütün denetimine sahip olduğunu zanneden dostlarım çok oldu. Bu da hayli komik bir çabadır doğrusu. İş ve işin yöneldiği kitle aynı olsa da şu patron bu patrondan daha temiz, bu patron ötekinden daha karanlık görünüyor ölçümlemeleriyle kendi üç kuruşluk gelirinin helal olması için çırpınmak nereden bakılsa trajikomik. Bana bu yazıyı yazdıran da sıkıcı bulduğu müşterisiyle yemeğe çıkmak zorunda kalan bir dostumun kendisini, üstelik sahici bir öfkeyle ‘satılmış’ ilan etmesiydi.
Satılmayanlar da var
Dünyayı kendi saftoron, küçücük hayatından doğru okumanın; buradan yola çıkarak dünyayı duruşuyla sarsabileceğine iman etmenin milli gururla ateşlendiğinde nelere kadir olabileceğinin güzel bir örneğiyle bitirmek isterim. Hadımköy’de çiftlik işleten Fazıl Koçu, 14 Şubat’ta mahkemeye bir boşanma başvurusu yapmış. Açıklama bölümü aynen şöyle: ‘Davalı eşimle 4 yıldır evli olup, bu evlilikten çocuğumuz yoktur. Eşim Ermenistan uyrukludur. Fransız Hükümeti, Ermenilere hoş görünmek için sözde Ermeni soykırımı yasasını çıkarmıştır. Alınan haksız ve yersiz karar beni derinden rencide etmiştir. Evli bulunduğum eşime karşı beni küçük düşürmüştür. Geçmişimizi karalamıştır. Bu kararı içime sindiremediğim için bu kararı şiddetle ve nefretle reddediyorum. Bu sebeplerle eşimden boşanmak istiyorum.’ Gazeteye yaptığı açıklamalar daha eğlenceli. Karısının şu ara Ermenistan’da olduğunu söyleyip ekliyor, “kararımı duyduğunda belki kendine zarar bile verecek. Ama ben tüm Türk milletinin onurunun peşindeyim.” Fransız Hükümeti’nin ailesine fitne soktuğunu da belirtiyor. Koçu, soykırım yasasının kabulünden sonra uykularından olduğunu, sakalının ağardığını söylüyor. Ermeni eşinin önceki evliliğinden olma 3 çocuğunu “soykırım olmadığına nasıl ikna edeceğini” soruyor. Evliliğini yaşatmak da bitirmek de artık Fransa’nın elinde imiş.
Fazlı Koçu, besbelli evliliği hakkında yeterli bilgi vermiyor. Milliyetçi dilin kurnazlıkla inşa edilmiş sinsi alanına sığınıyor. Bu arada Müslüman olup Fatıma adını alarak kendisine satılmış olan karısının işine son verirken sözde Ermeni bir kadınla dünyanın kalleşliğine rağmen evli kalarak ‘satılmış’ olmayacağını, Türklük onurunun aileden bile kutsal bir değer olduğunu haykırıyor. Acıdan bir gün içinde sakalı ağarmış bu çiftçi sözde Ermeni karısıyla sözde evliliğini sona erdirirken sözde Türk onurunun bir kadına satılık olmadığını da bir kez daha kafamıza kakmış oluyor. Ama işi biraz abartıyor. Kurban pazarlığından sonra helalleşirken cûş-ü huruşa kapılıp kolumuzu çıkarıyor.
Yorumlar kapatıldı.