Bir zamanlar binlerce Ermeni’nin yaşadığı Mardin’in Derik ilçesinde tek bir aile kaldı. Devletten satın aldıkları kiliselerine gözleri gibi bakıyorlar. Demirciyan ailesinin büyük çocukları İstanbul’da okuyor. Göçmek isteyen aileyi Derikliler bırakmıyor
Celal BAŞLANGIÇ
Mardin’e atanmıştır öğretmen Fevzi. Kars’tan biner trene. Ne yolluk, ne para… Erzurum, Sivas, Çetinkaya, Diyarbakır, Adana, Toprakkale, Halep yoluyla döne dolaşa gelir Mardin’e.
Mardin’in sıcağı kızgın sac basıyordur öğretmen Fevzi’nin sırtına. Buralarını kitaplardan Mezopotamya, verimli topraklar, Sümerlerin yurdu olarak bilirdi. Oysa şimdi ne tek bir ağa vardı, ne bir çalı, ne de bir yudum su…
Mardin’deki Milli Eğitim Müdürü “Derik ilçesi” der Fevzi’ye. Kırık dökük bir otobüsle Derik’e gider:
“Derik, Mazıdağ’ın eteğinde. Yıkık, ören bir yerdi. Yalnız yeşillik var. Su var. Gün batandan sonra Mazıdağ’dan esen yel var… En önemlisi az da olsa Türkçe konuşanlar, gazete okuyanlar vardı.”
Abdo adında bir Ermeni’nin ‘akrep yuvası’ evine yerleşir. Geceleri Mazıdağ’dan korkunç yel eser. Çok yağmur yağar. Sel olur bu yağmurlar. Toprağı sürükler götürür. Şahvelet Köprüsü’nün altına, oradan Fırat’a, Suriye’ye…
Böyle bir gecede birden silahlar patlar. İşte o zaman tüfekliler ortaya çıkıp karşılıklı çatışırlar. Bunlar CHP kökenli Abdürrahim Türk ile DP kökenli, aynı zamanda ilçenin belediye başkanı Necimoğlu’nun adamlarıdır. İki yan da ölü verir, öğrencilerden ölenler olur. Okullar tatil edilir; bir haftalık, on günlük sokağa çıkma yasakları ilan edilir.
Verimli topraklara ağalar el koymuştu. İhtilaller olsa da, partilerin adları değişse de var olan düzen bir türlü değişmez. Öğretmenlerin uyarıları, oralı öğrencilerin halktan yana çabaları eriyip gidiyordu. Ama bu arada aşiretlerden kopmalar oluyordu. Büyük kentlere, Almanya’ya göçler başlıyordu. Öğretmenlerin ceza olarak Derik’ten Mardin’in çeşitli ilçelerine ayrı ayrı dağıtılmaları, ardları sıra ağlayan Deriklilerin uyanışını simgeliyordu.
Ağaların iktidarı devrildi
Ümit Kaftancıoğlu’nun ‘Tüfekliler’de anlattığı bölge, Mardin, Derik işte böyle bir yerdir. Aradan çok zaman ve bir ihtilal daha geçti. Sonra başka ‘tüfekliler’ çıktı sahneye. Bir kısmı o yanda, bir kısmı diğer yanda yer aldı aşiret reislerinin. Kanlı ve uzun bir süreç yaşandı Derik’in de bir parçası olduğu coğrafyada. Şimdi savaş yorgunu insanlar, kolay kapanmayacak yaralarına, giderek derinleşen barış sürecini bir merhem olarak sürmeye çalışıyorlar.
Faşistlerce katledilen yazar Ümit Kaftancıoğlu’na bugünkü Derik’ten gönderilecek en güzel haber, artık aşiret reislerinin seçimi kazanamadığı, bir kadının HADEP’ten belediye başkan adayı olup tüm oyları silip süpürdüğüdür.
Verilecek başka sevinçli bir haber daha var elbet Kaftancıoğlu’na. 70’li yıllarda bir uyanışın simgesi olarak gördüğü ‘Deriklilerin gidenlerin arkasından ağlaması’ hâlâ daha sürüyor. Bütün yitirdikleri için üzülüyor Derikliler. Bu yüzden de geriye kalanları korumak, daha fazlasını yitirmemek istiyorlar.
Kevork Demirciyan ve ailesi de işte bunlardan biri. Demirciyanlar Derik’te kalan son Ermeni ailesi. Ermeniler Derik’te önce bir yok oluş, sonra yeniden varoluş, ardından bir daha yok oluş süreci geçirmişler.
19. yüzyılın Derik’ini tanımlayan Şemseddin Sami, ilçe genelinde 15 bin kadar Müslüman üç bin kadar da Ermeni ve Süryani’nin bulunduğunu anlatır.
1915’te ‘Ermeni techiri’ olur. Yalnız Ermenilerle sınırlı kalmaz bu ‘kırım’ elbette. Diğer Hıristiyanlara da yansır. Sonunda hiç Ermeni kalmaz görünüşte. Elbette bu yalnızca görünüştedir. Kevork Demirciyan, üzerinde pek durmak istemediği süreci kısaca anlatıyor:
“Dedelerimiz sanatkâr insanlardı. 1915’te buralarda aşiretçilik vardı. Ağalar düşünürler ki ‘bunlar gitseler işi kim yapacak’ diye. Kiminin 10, kiminin 20 köyü var o zaman. Teker teker zulalamışlar dedelerimizi. Bir de götürülen kafileden kurtulan çocuklar var. Onları da saklamışlar. Cumhuriyet’ten sonra yeniden ilçe merkezine dönmeye başlamış dedelerimiz. O zaman büyük bir cemaat oluşmuş. 150-200 aile kadar.”
Evi askerlik şubesiymiş
Ancak o zaman bir sorunla karşılaşmış Derik’teki Ermeniler. Cemaat yok, diye tüm kiliselerine devlet el koymuş. Zaten kiliselerin çoğu yıkılmış, tek ayakta duran Surp Kevork. 1957 yılında Derik’teki Ermeni cemaati 5200 lira ödeyerek, içinde devletin atlarının bakıldığı kiliseyi satın almışlar. Bir temizlik işi başlamış kilisede. “O günleri hatırlıyorum” diyor Kevork, “Beş yaşındaydım. Hepimiz kilisenin içindeki toprağın, pisliklerin boşaltılması için çalıştık. Benim gibi demirci olan dedem Gragos bir kilit yaptı kilisenin kapısına.”
Ekonomik nedenlerle Derik’teki Ermeniler özellikle İstanbul’a göçmeye başlamışlar.Son beş yıl öncesine kadar 15 aile kalmış. İki yıl önce de sondan bir önceki aile göçünce Kevork, ailesiyle birlikte tek başına yaşar olmuş Derik’te:
“Kürtçe konuşuyoruz. Başka insan olmadığı için Ermeniceyi de unuttum. Altı çocuğumdan üçü İstanbul’da. Biri kuyumculuk yapıyor, diğerleri Ermeni okullarına gidiyor. Onlar iyi Ermenice konuşuyor. En büyüğünü yedi yaşında göndermiştim buradan. Bugünlerde gelecek de askere göndereceğim.”
Bir ara Derik’ten ayrılmaya kalkmış Demirciyan ailesi. Ancak komşuları buna izin vermemiş. Kevork’un eşi Anjel kendisine gösterilen ilgiden memnun; “Komşularımızla ilişkilerimiz çok iyi. Birbirimize gelip gidiyoruz. İstanbul’a taşınacağımızı söyleyince, sizleri bırakmayız, dediler.”
Aslında Deriklilerin bu konudaki düşüncesi ortak. Gitmeleri bir yana gidenlerin geri gelmesini istiyorlar.
Kalkıp Demirciyan ailesinin evine gidiyoruz. Taştan, kemerli, iki katlı tipik bir Derik evi. Yakın zamana kadar askerlik şubesi olarak kullanılmış burası. Kevork da eski evlerine kurulan şubeden gönderilmiş askere. Sonra mahkeme kararıyla geri almışlar evlerini.
Ayrılırken “Yine gelin” diyor Kevork. Son Ermeni ailesinin Müslüman komşuları da el sallayarak uğurluyor bizi. Diyarbakır’a doğru yola çıkarken bir selam gönderiyoruz Ümit Kaftancıoğlu’na. Çünkü Derikliler artık, bir uyanışın simgesi olarak gidenlerin arkasından ağlamayı çoktan aşmış, bugüne dek kendisinden kopartılanları bir daha yitirmek istemiyor!
Artin de Diyarbakır’ın son Ermenisi
Margosyan’la Gâvur Mahallesi’nde
Surp Gragiryos Kilisesi’nin zangoçu Uso, demirci kardeşleri Sabro ve Rızgo yok artık. Güzeller güzeli Meryem ölünce kimse çalmıyor artık kilisenin çanını.
Yakındaki Şeyh Matar Camii’nin müezzini, bitmek tükenmek bilmeyen çan seslerine “ya sabır, ya sabır” diye katlanmıyor. Dört Ayaklı Minare’den gelen ezan sesine, Surp Gragiryos’un çan sesleri karışmıyor bugünlerde:
“Allahu ekber, Allahu ekber!…”
“Ding-dong, ding-dong!..
“Allahu!..”
“Ding!..”
“Ekber!..”
“Dong!..”
Demirci Dikran bir kulağı Uso’nun çan sesinde, diğer kulağı Kürt müşterisinde, körük çeken çırağına bağırıp durmuyor artık; “Dı hade çeek, ula çek” diye. Mahallenin bütün çocuklarını doğurtan Kure Mama’dan, bir tutan ‘bırnoti’ yani enfiye isteyen çocukların bir kısmı bu dünyadan çoktan göçüp gittip.
Ama hâlâ bir delikanlı gibi dimdik ayakta duranlar var elbette. İşte Diyarbakır’daki Gâvur Mahallesi’ni, yani Hançepek’i memleketin dört bir yanına duyuran Mıgırdiç Margosyan’la o Gâvur Mahallesi’ni birlikte gezip anlattığı birbirinden güzel, sımsıcak insanları, öyküleri dinlemek ayrı bir keyif. Margosyan’ın anlattığı, Diyarbakırlı Ermeni Kejo’nun öyküsü bile bir zamanlar burada yaşanan çokkültürlü alaşımın bir ışıltısı:
“Diyarbakır’da yaşıyorsunuz, her sabah erkenden kalkıp işinize, yani sıvacılığa gidiyorsunuz. Yolda yürürken, tanıdık, eş, dost, akraba, bir sürü insana rastlıyorsunuz. Kimine Ermenice ‘pariluys’, kimine Arapça ‘selamünaleyküm’ diyorsunuz; akşam, kireç, harç, badana, boya karışımı elbisenizle işten dönerken de, yine kimilerine Ermenice ‘parirgun’, bazılarına Türkçe ‘iyi akşamlar’, başkalarına da Kürtçe ‘evarete ğher’ deyip, omuzunuzda taşıdığınız kocaman karpuzunuzla eve giriyorsunuz; sizi, gelinlerin boynundaki sıra sıra inciler gibi, boy sırasına dizilmiş kızlarınız karşılıyorsa, onların arasında şöyle kara kaşlı, kara gözlü, donsuz ve ‘yiğidin malı ortada’ diyen bir oğlanın karşılamasını istemez miydiniz?”
Mıgırdiç ile birlikte Gâvur Mahallesi’nin derinliklerine doğru giriyoruz. Her bir duvarı, her bir evi özenle anlatıyor Margosyan. Yanında Eşber Yağmurdereli var. Her bir anlatılanı en ince ayrıntısına kadar görüyor. Ferhat Tunç, yıllardır türkülerini söylediği insanlarıyla birlikte dinliyor Mıgırdiç’i. Gülten Kaya, yakasına bir kırmızı karanfil olarak takıp getirmiş Diyarbakır’a Ahmet Kaya’yı.
Surp Gragiryos Kilisesi koskocaman bir yıkıntı olarak duruyor karşımızda. Margosyan bu görkemli kilisenin onarılması için gerekli kaynakları sağladığını, bir tek önlerinde bürokratik sorunlar kaldığını anlatıyor.
Bu sırada Diyarbakır’da kalan son Ermeni Artin Zor geliyor yaşlı gözlerle. Sarılıp öpüşüyorlar Margosyan’la. “Hatırlıyorum” diyor Artin “Şu kadarcık bir çocuktu Mıgırdiç. Koltuğunun altında defteri, okula giderdi her gün.”
Tavanı tümüyle çökmüş, tabanı ‘belki altın buluruz’ umuduyla delik deşik edilmiş bir zamanların görkemli kilisesinden çıkıp yandaki küçük binaya geçiyoruz. Kapının kilidini, anahtarı özenle saklayan bir Kürt kadını açıyor. Burası önceden Ermeni okuluymuş. Büyük kilise çökünce, bu bina kiliseye dönüştürülmüş. Küçücük bir yer. Kapı girişine terlikler dizilmiş. Hemen kapının dibindeki duvarda din adamlarının ayin yaparken giydikleri elbiseler var. Mumlar da hazır. Sanki birazdan Ermeni cemaati içeri girip ayine başlayacak gibi…
Bir düşe dönüşüyor Mıgırdiç’le Gâvur Mahallesi’nde gezmek. Ayrılırken, evinin merdivenlerinin üzerine çıkan Diyarbakır’ın bilinen son Ermenisi Artin’i hep birlikte alkışlıyor Hançepek’i gezenler. Geride, yaşlı gözlerle bırakıyoruz Artin’i. Gidenlerin arkasından ağlamak Ümit Kaftancıoğlu’na göre ‘bir uyanışın simgesi’ydi ya, işte aynen öyle oldu. Biz giderken arkamızdan Artin ağlıyordu, giden Ermenilere de Diyarbakır’da kalanlar.
Yorumlar kapatıldı.