Hadi Uluengin yazısında Türk-Ermeni diyaloğu konusuna değiniyor. Yazının devamı şöyle…
MALUM, Prusya disiplinin şaşmaz dakikliği, üstelik yok İttihatçı Talat şöyle telgraf göndermişti, yok Taşnakçı Artin böyle talimat vermişti, deminden beri bunları dinlemekten hafaganlar bastı… Garabet’e kaş göz işareti yaptım ki, biraz salondan dışarı çıkıp ciğerlerimizi iki nefes dumanla dolduralım.
Çıktık. Bizim Kumkapılı zaten ‘cigaranın kralı Birinci’dir’ diye tutturmuş olduğundan önce Amerikan mamulatın filtresini kırdı, dudağına sonra iliştirdi.
Bir de ceketi omzuna attı ve elinde tesbip, sanki bitirim raconu kesiyor…
‘Ne o beyim, Alaman memleketinde de Gedikpaşa’dan Nişanca’ya volta mı? Kadırga’dan öteye sarkma ha, orası benden sorulur’ diye hafiften posta koydum.
Kerata kaçın kurası, ‘Yumurta ökçemiz yok diye fakiri hor görme paşazadem, evel Allah Nil Sinema’sında manitamız bekliyor; topikçi Dikran’ın meyhanesinde de Rast şarkı teganni ederek aslan sütü fon dipleyeceğiz’ cevabını yapıştırdı.
Altında kalmak İstanbul çocuğunun şanımıza yakışmaz, ‘hadi önden yürü de ende traşını görelim ve şu sulh kadehini bir koklayalım’ karşılığıyla devamını getirecektim ki, tam o sırada koridor duvarındaki afişle burun buruna geldim.
Garabet söyledi, meğer Mülheim şehrinin her tarafında ibadullah asılıymış.
‘Türk – Ermeni Diyaloğu’na alelacele yetiştiğimden dikkatimi çekmemişti…
EN üste, koskocaman puntolarla ve kırmızı mürekkeple ‘fragile’ yazıyordu.
Latince ‘fragilis’ kökeninden inen kelimenin lugat karşılığı aşağı yukarı ‘nazik’, ‘kırılgan’, ‘itina gerektiren’ anlamına gelir.
Nitekim bu etiket, televizyon aparatından kristal bardağa, içinde özel bir dikkatle taşınması gereken şeylerin bulunduğu paket ve kutulara yapıştırılır.
Zaten afişin altına, yine aynı tür ambalajların üzerine eklenen ve söz konusu duyarlılığı hatırlatan ‘handle with care’ cümlesi eklenmişti…
Peki, afişin ortasında ne vardı?
AFİŞİN ortasında, canım ciğerim, henüz yeni doğmuş; ana rahmimden şimdi çıkmış; dünyaya ilk kez bakmış iki güzelim bebekçiğin yanyana fotoğrafı vardı.
Belki ikizdiler, belki değil, kesin bir şey söyleyemeyeceğim…
Ve, hani doğumevlerinde, doktor göbek bağını keser kesmez ve ebe kundağı daha bağlamadan, çocuklar birbirlerine karışmasın diye onların kollarına hemen plastik bilezik geçirilir ve üzerlerine de derhal isimleri zikredilir ya, işte fotoğraf kadrajı o bileziklerin ayan beyan seçileceği biçimde yapılmıştı.
Ve, bir bilezikte ‘Ali’, diğer bilezikte de ‘Agop’ yazıyordu !
HOŞ geldiniz, sefalar getirdiniz Ali ve Agop beyler. Türk ve Hayk bebeler.
Allah ikinizi de analı babalı büyütsün ve mürüvetlerinizi görelim.
Söz, Garabet Ali’ye sünnet kirvesi, ben de Agop’a vaftiz babası olacağız.
Doğru, tabii ki çok ‘kırılgan’sınız ve tabii ki bin ‘itinaya’ muhtaçsınız.
Üstelik, dedeleriniz o itinayı savsakladığından, onların kırmış olduğu ve değme Bohemya kristalinden kat be kat daha değerli olan Türk-Ermeni vazosunun parçalarını ince ince yapıştırıp, bütününü yeniden onarmak da bizlere düşüyor.
Fakat Ali ve Agop, bizim bebecikler, yine söz, işin üstesinden geleceğiz!
Yok, yok, öyle eli ekmek tutan koca delikanlı olmanızı beklemeyeceğiz!
Düşmanlık ve intikamcılık provokatörleri her türlü temas arayışına çomak sokmaya çalışsa da, hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa, Paris’te, Mülheim’da, Ankara’da, Erivan’da diyalog falan derken, sizler ilk ‘gı’yla güldüğünüzde; hadi bilemediniz, artık altınızı lök gibi doldurmaya son verip hafiften emeklemeye başladığınızda, bizler kırık vazoyu onarmış olacağız.
Ve Garabet oğlum, hadi yürü cigara molası yeter ve tekrar salona dönelim, çünkü yarın Ali’yle Agop’un analarına, mamalarına, babalarına Mülheim Türk – Ermeni diyaloğunu anlatmaya devam etmemiz gerekiyor, yoksa paparayı yeriz !
Yorumlar kapatıldı.