Murat Belge, Nuray Mert, Fatih Altaylı ve Zülfü Livaneli’den “Ermeni sorunu” ekseninde, türk milliyetçiliğine, Fransa’ya ve tarih ile hesaplaşmamıza dair yorumlar.
Nuray Mert: Sözde vatanseverlik – Radikal
Tüm toplumlar, modern, ulusal kimliklerini inşa ederken, geçmişlerini yeniden yazdılar. Bunu yaparken, geçmişlerine ilişkin bazı şeyleri öne çıkarıp, bazı şeyleri gölgede bıraktılar. Bu durum modernleşme sürecine mahsus da değil, her yeni toplumsal değişim ve akım, kendine geçmiş inşa etmeye devam ediyor. Kısacası geçmiş, her zaman, herkes tarafından, siyasal söylemlerin bir parçası haline getiriliyor. Bu ne kadar doğru, ne kadar değil meselesi, önemli ama neredeyse içinden çıkılmaz bir konu. Bu durumda, bu çabaların hangi noktada, günümüzdeki insan ilişkilerini, toplumsal ilişkileri, toplumlararası ilişkileri çıkmaza soktuğu konusu öncelik kazanıyor.
Bu anlamda, aslında hiçbir geçmiş tasavvuru toptan masum ve tehlikesiz değil. Yani, milliyetçi geçmiş tasavvurları, yabancı düşmanlığı, hasımlık, kavga dövüş psikolojisi körükleme riski taşıdığı gibi, kendini barışçı, evrenselci ilan eden bazı geçmiş tasavvurları da, dil, geçmiş ortaklığı hissini tamamen görmezden gelerek, haklı tepkiler yaratabiliyor.
Kısacası, farklı kimliklerin, siyasi veya toplumsal akımların, kendine referans aramak üzere, geçmişle kurduğu ilişki kritik. Geçmişle kurulan veya kurgulanan ilişkiler, kullanılan referanslar, hangi kimliğin ve görüşün sahibi olursa olsun, tek tek insanlar ve toplumlara, bugüne ilişkin sorumluluklar yüklüyor ya da yüklemeli, yoksa işler çıkmaza giriyor. Geçmiş tam bir kavga alanı işlevi görüyor.
Görünen o ki, bizim geçmişle ilişkimiz, halihazırda, tam anlamıyla çıkmaza girmiş durumda. Türkiye Cumhuriyeti, genç bir devlet, Cumhuriyet vatandaşlığı, görece, yeni bir kimlik. Bu bakımdan geçmişle ilişkimizin karmaşık olması, kafamızın karışık olması bir noktaya kadar doğal karşılanabilir. Ancak, bugünkü kimliğimizin içini neyle dolduracağımız tartışması, Cumhuriyet’in kuruluşundan çok önce başlamış bir tartışma, ve maalesef hiç bitmeyecekmiş gibi gözüküyor. Özellikle Meşrutiyet döneminden itibaren, kimliğimizi belirleyenin öncelikle, Türklük mü, Müslümanlık mı olduğu, Batı dünyasına mı, Doğu dünyasına mı, İslam âlemine mi dahil olduğumuz tartışılmakta. Bu kadar da değil, Türklük ne etnik mi, coğrafi mi, tarihsel mi, siyasi bir kimlik mi, Müslümanlık öyle mi algılanmalı böyle mi, değişime açık mı değil mi, Türklere özgü bir Müslümanlık var mı yok mu tartışıp, daha doğrusu dövüşüp duruyoruz. Batılı mıyız değil miyiz konusu da ayrı bir muamma, Batı’yı sever miyiz, nefret mi ederiz veya neyini severiz, neyini sevmeyiz hâlâ belli değil.
Bence, Ermeni meselesinin yarattığı infial, bizim kimliğimiz ve geçmişimizle kurduğumuz ilişkinin sorunlarını bir kere daha gün yüzüne çıkardı. Bir tarihi olayın siyasi platformda Türkiye aleyhine kullanılmasının yarattığı tedirginlik son derece anlaşılır bir şey. Olay bu çerçevede tartışılırken orada kalsaydı mesele yoktu.
Ancak, bu konu tam bir hezeyan havası yarattı.Aslında, tüm politik tartışmalarda geçmişle ilişkimizin yarattığı sorunların, kafa karışıklığımızın gölgesi var, bu laiklik konusu için de geçerli, Avrupa Birliği konusu için de, diğerleri için de. Biz, halen, geçmişimizi hatasıyla sevabıyla serinkanlılıkla kabul edebilen, toplumsal kimliğini sağlam bir zemine oturtabilmiş bir toplum değiliz. Halihazırda, her seferinde, sorunlar üzerinde oluşan ortak öfkeden bir kimlik çıkarmaya çalışıyoruz. Toplumun öfkesiyle övünüyoruz, laiklik konusunda oluşan toplumsal öfkeden, Avrupa’ya karşı oluşan öfkeden, siyasi cinayetlere karşı oluşan öfkeden medet umuyoruz. Öfkeyi beslemek için geçmişe, öfkeye katkıda bulunacak her şeye müracaat ediyoruz.
Öfke ortaklığı üzerine inşa edilen kimlikten hiçbir topluma hayır gelmez. Öfke, olsa olsa, geçmişle, gelecek tasavvurarıyla, her an, herkesle ve birbiriyle kavgaya hazır bir toplumun mayası olabilir. Halihazırda öyleyiz, ‘birlik ve beraberlik’ adı altında, çabuk öfkelenen, öfkesine kurban giden, haklıyken haksız durumuna düşen, mümkün olan her platformda kavga eden, dünya görüşleri birbirine son derece yakın siyasetçilerin Meclis’te tekme tokat dövüştüğü, hatta birbirlerinin ölümüne sebep olabildiği bir ülkeyiz.
Olanlar doğal, öfke mayası insanları geçici olarak bir arada tutar. Geçmişle ilişkimizi de, bu mayayı güçlendirme yönünde kullanmamız, kimseye değil, bize zarar veriyor, vatanseverlik adına bu mayaya yatırım yapmak, şuursuzca da olsa, bu ülkeye büyük zarar veriyor. Hiçbir ‘düşman’ın veremeyeceği bir zarar! Daha barışcı, daha serinkanlı bir toplumsal veya ulusal kimlik inşa etmek için sonsuz zaman ve imkân yok, o yüzden, ulusal onurumuza gerçekten titizleniyorsak, sözde vatanseverlikten vakit varken vazgeçelim.
Murat Belge: Büyük şekilde rencide olanlar – Radikal
Ermeni konusunun sözlü ya da yazılı medyada tartışılır hali pek kalmadı galiba. Bir tarafın zaten ‘tartışmak’ diye bir derdi de yok. Daha yüksek sesle ‘milliyetperverlik’ mesajlarını haykırıp olabilecek bir serinkanlı söylem varsa ona da engel olmak istiyor, bunu başarıyorlar da. Zaten onlar toplumun ‘görünürlük’ düzeyinde bunu yaparken, onun altında yoğun bir mekanizma çalışıyor, faks mesajları ve her türlü kanal kullanılarak hakaretler, tehditler yağdırılıyor, etkili bir yıldırma kampanyası örgütleniyor.
İşin bu ‘anonim’ kısmını üstlenenler arada sırada, gene medyada, ‘görünür’ hale geldiğinde, topluma ve dünyaya nasıl bir mesaj vermiş oluyorlar? ‘Türk tarafının’ 2001’deki temsilci ve sözcüleri bunlarsa, 1915’tekilerin kim bilir neye benzediğini düşünmemek elde değil. Ama bu dediğim yalnız ‘anonim’ kesim için geçerli değil; adı sanı bilinen, toplumda konumu, saygıdeğer yeri olanlar da bu konuda ağızlarını açtılar mı, çok zaman ne yaptıklarının farkında bile olmadan, ürkütücü bir şiddet ve vahşet sergiliyorlar. ‘En çok okunan’ gazeteci Türkiye’deki Ermenilere hitaben konuşurken sopayı aba altında tutmaya da özen göstermiyor; ama ‘en liberal’ gazeteci de sevgi göstermek için kullanılacak en güzel sıfatın ‘sadık’ olmayabileceğini nedense aklına getirmiyor.
Dün gece kervana Semra Özal’ın da katılmış olduğunu sabah gazetelerden öğrendim. Tabii, onun da burada yeri olmalıydı. TV programına telefon tarikiyle duhul eden Semra hanım, “600 seneden fazla süren imparatorluk üzerine Atatürk gibi bir önderin kurduğu Türkiye Cumhuriyeti olarak nasıl böyle bir af dileyebiliriz?” demiş. Yalnız bunu önereni değil, programı yaparak bunu önerenlere meydan vereni de affedemeyeceğini bildirmiş. Ayrıca, ‘benim gibi hakiki milli duygularla dolu vatandaşları zannediyorum ki çok büyük şekilde rencide’ ettiklerini de söylemiş.
Kastettiğim bütün ‘boğucu unsurlar’ var bu sözlerde: 600 senelik o imparatorluğu ortadan kaldıran Atatürk’ün kendisiyken, nasıl bunlar iki ‘eşdeğer’ ve birbirini tamamlar varlık olarak böyle bir cümlede yan yana geliyor? Ortada Ermenilere yönelik, ‘özür dilemeyi gerektiren’ bir eylem tartışıldığına göre, o eylemden sorumlu tutulabilir kişilerden hayatta ve Türkiye’de kalanları 1926’da Atatürk’e suikast tertipleme suçlamasıyla yargılanıp idam edildilerse, bu olgu Semra hanımın içi boş retoriği sayesinde buharlaşıp gidecek mi? Ayrıca, Türkiye’den birileri ‘aslı yok’ dediği için tartışmalı hale getirilmiş bir gazete mülakatında, Atatürk’ün ağzından Los Angeles Times’ta bu insanların ‘binlerce Ermeni vatandaşımızın’ ölümünden sorumlu olduğu sözü de aktarılmıştır, ama bu uzun hikâye.
Şimdi, bütün bu ‘600 sene’ ve ‘Atatürk’ün kurduğu’ retoriğinin anlamı, ‘büyük devlet özür dilemez’ gibi bir şey. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in özür dilemeyi gerektirecek fiille bir ilgisi olmamasının yanı sıra, bu nasıl bir ilke? Özür dilemeyi gerektiren bir şey yapan, özür diler. İri yarı bir adam otobüste ufak tefek adamın ayağına basarsa, özür dilemesi gerekmez, çünkü icabında ötekini dövecek kadar güçlüdür! Semra hanımın adalet, doğruluk vb. anlayışının temelde bu olmasına şaşmak için hiç neden yok. ‘Hakiki milli duygularla dolu’ olduktan sonra, başka türlüsü zaten gerekmez.
Ve bugün de, Türkiye’nin bu olayı düşünmesinin önünde, bu hakiki milli duygular var.
Yorumlar kapatıldı.