Madalyonun iki yüzü var
AHMET İNSEL
Fransız parlamentosunda, “Fransa Ermenilere 1915’de yapılan soykırımı açıkça tanır” cümlesinden oluşan bir maddelik kanunun oybirliğiyle onaylanmasından Fransızların ezici çoğunluğu, televizyonlarda kısaca gösterilen, Türkiye’deki Fransa aleyhtarı gösteriler sayesinde haberdar oldu. Ama, kamuoyuna sorulduğunda, çok büyük bir çoğunluğun, Ermenilere soykırım uygulandığının tanınmasını tasvip etmeyeceği anlamına gelmiyor bu. Fransa’da adı kanun ama özü bir deklerasyon olan böyle bir kararın parlamentoda apartopar oylanması, yaklaşan belediye meclisleri seçimleriyle izah edilebilir. Üniter cumhuriyet fikrinin beşiği Fransa’da da artık cemaat baskılarının siyasal alana yansımasının engellenemediği, ademi merkeziyet yasaları sonucu önemi artan yerel meclisler nedeniyle siyasal lobi faaliyetlerinin daha fazla etkili olduğu da belirtilebilir. Fakat bunlar “Ermeni soykırımının tanınması” hareketinin beslendiği dip dalgasını anlamaya yeterli olmaz.
Fransa halkı için, -ki bu İtalya, İspanya veya Almanya, İskandinav ülkeleri halkları için de geçerlidir-, soykırım kavramı, karşısında durulması zor bir simgesel güç taşır. Bunun bir nedeni, yakın ve uzak geçmişte, bu ülkelerde yaşanan kitlesel katliamların ve Yahudi soykırımının verdiği suçluluk duygusunun bilinçaltından geri tepmesidir. Diğer nedeni ise, el yordamıyla yerleşen yeni uluslararası insan hakları hukuku ve ondan türeyen insani nedenlerle müdahale hakkı anlayışının bir yansımasıdır. Bu ülkelerde, sadece başkaları konusunda değil, kendi yakın tarihleri konusunda da soykırım ve benzeri kavramlarla bazı olayların yeniden tanımlandığına önümüzdeki dönemde daha fazla şahit olacağız. Cezayir’de kitlesel katliamlar düzenlediğini er veya geç Fransa resmen kabul edecek ve belki Cezayir halkından özür dileyecek. Fransız devrimi sonrasında, yeni devletin Vande halkını soykırım benzeri bir kitlesel katliama tabi tuttuğunu, Fransa’da okullarda okutulan tarih kitapları artık açıkça yazıyorlar.
Fransa’da birçok gözlemci, siyasal karar organının, tarihi bir olayı tanıma konusunda kanun çıkarma meşruiyetine sahip olmadığını, Cezayir konusunda ‘işi tarihçilere havale edelim’ diyen siyasi otoritenin, bu konuda karar almasının çelişkili olduğunu belirtti. Ama bu aşamadan sonra, bir siyasi parti veya bir yürütme organının kanunun anayasaya aykırılığı gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne müracaat etmesini beklemek boşuna. Kanunun yaptırım gücü yok, bir sorumluluk da belirtmiyor, üstelik o dönemdeki sorumlular öldü, o devlet de ortada yok, dolayısıyla bu seyircinin gözünü boyamak için çıkarılmış bir kanundur, önemi yoktur demek de bir aldatmaca.
Kendimizi aldatıp, avutmayalım. Bu kanun olmayan kanun, Erdoğan Teziç’in haklı olarak belirttiği gibi, “kanun genel iradenin ifadesidir” ilkesinden hareket ederek, Fransız hukuk düzeninde yer alacak ve hukuki sonuçlar doğuracak nitelikte bir metindir. Metin uygulama olanağı getirmese de, bugünden sonra, Ermeni tehciri sırasında hayatını kaybetmiş olanların çocukları, yakınları, mallarına el konmuş olanların hayattalarsa kendileri veya mirasçıları Fransız mahkemeleri nezdinde dava açmaya teşebbüs edeceklerdir. Bugün Fransız hukukçuları bu teşebbüslerin başarısız kalmasının kaçınılmaz olduğunu iddia ediyorlar. Ama bir sorgu yargıcının bir şikayeti incelemeye alması, bir mahkemenin davanın açılmasını kabul etmesi de mümkün. Türkiye’nin Lozan Antlaşması içindeki bazı hükümler, özellikle Duyunu Umumiye Borçları’nın devri konusunda, Osmanlı devletinin devamcısı olduğunu en azından iddia edecek avukat bulmak zor değil. Özellikle Adana, Erzurum, Van gibi vilayetlerde Ermeniler’in bıraktıkları mallara el koyarak zenginleşen ailelerin varlığı herkesin malumu. Bugün bazı büyük zenginlerimizin malvarlıklarının kaynağında bu müsadere de var. Eğer hala yanmamışlarsa, önümüzdeki günlerde bu bölgelerde tapu arşivlerinde yangın çıkarsa hiç şaşırmayalım.
Yıllar sonra bu tür davalar, davacıların aleyhine sonuçlansa da, Türkiye için çok önemli bir sorun yumağı oluşturacaklar ve mahkeme kararıyla olmasa bile, uluslararası alanlarda Türkiye hep savunmada olan, “sürekli zanlı” bir ülke rolünü oynamaya mahkum olacak.
Ulusdevlet olgusunun tartışıldığı coğrafyalarda, ulusdevletlerin kurulması sırasında yaşanan ve sonradan bastırılıp, toplumsal bilinçaltına atılan insani trajedilerin bilince döndüğü bir dönemdeyiz. Bilinçaltının geri dönüşü her zaman akılcı ve düzenli bir biçimde gerçekleşmez. Ama bu süreç, ulusdevletin mutlak egemenliği kavramının erimeye başlamasının da bir sonucudur ve bu nedenle, el yordamıyla ilerleyen uluslararası müdahale hakkı kavramıyla, uzaktan da olsa, ilişkisi vardır. Şimdi olmasa bile, ileride olacaktır.
Türkiye bugün inkâr yiğidin kalesidir “veciz” sözüyle hareket edip, yakın tarihin bir döneminde Ermeniler’e yapılan mezalimi reddettiği gibi, daha da ileri gidip, asıl Ermeniler’in Türkler’e yaptıkları katliamı öne çıkarıyor. 200 bin mi, 500 veya 800 bin mi, hatta daha fazla mı, bilmiyorum, ama sayıları yüzbinlerce olduğu kesin olan (Kurtuluş Savaşı’nda kaç kişi öldü, biliyor musunuz?) Osmanlı yurttaşı Ermeni’nin, tehcir kararının uygulanması sırasında katledilmeleri, açlıktan ve hastalıktan ölmeleri anısına Türkiye’nin hiçbir köşesinde, en ücra bir kapı arkasında bile bir taziye anıtı, bir plaket koymuyoruz. Bugün Türkiye’de yaşayan 80 bin civarında Ermeni Türkiyeli’nin (isterseniz Ermeni Türkü deyin!), en azından bir kısmının, tehcir sırasında ölen uzak, yakın bir akrabası yok mu? Ama Iğdır’da, Ermenistan’dan görülsün diye özellikle ihtişamlı yaptırılan “Ermeni Katliamı Zulüm Anıtı”mız var. Van müzesinde “Ersin Çavuşoğlu samanlığında 1915 yılında katledilen ve yakılan Türkle’re ait iskeletler”in sergilendiği özel bir bölüm var. Ermeni çetelerinin Türkler’i, Kürtler’i öldürdükleri elbette doğru. Ama bir doğrunun onaylanması, madalyonun ters cephesinin inkârını gerektirmiyor.
Soykırım, bir insan grubunun, etnik veya dini aidiyeti nedeniyle bilinçli, sistemli ve evrensel biçimde yok etmeye yönelik bir girişimse, elimizdeki bilgi kırıntılarıyla, 1915 ve sonrasında Ermeniler’e soykırım politikası uygulandığını söylemek zor. Ama bu, Ermeniler’in sadece tehcir edilmesini değil, bir kısmının yok edilmesinin “devlet için daha hayırlı” olacağına inanarak hareket edenlerin olmadığı anlamına gelmiyor. Türkiye’de, yakın zamana kadar, tarihimizdeki bu olayları “mukatele” yani karşılıklı katliam olarak tanımlardık. Şimdi neredeyse bütünüyle inkâr ediliyor.
Türkiye solunun bir kısmının da artık dahil olduğu bir inkâr nöbeti yaşıyor bu toplum. 68’liler Vakfı, Ticaret odalarıyla elele Fransız bayrağı yakıyorlar. Fransa Ermeni soykırımını tanıdı diye. Ama Iğdır’daki inkâr anıtına, ölen yüzbinlerce Ermeni yurttaşımızın anısına bir siyah çelenk bırakmıyorlar.
Yarın ABD, ertesi gün İngiltere ve diğer Batı ülkelerinde, önemli bir Ermeni nüfusun yaşadığı İran veya Suriye’de, belki Bulgaristan’da da böyle kararlar alındığında, yapacağımız sokak eylemlerini plânlamak, yakacağımız bayrakları depolamak, yürüteceğimiz etkili boykotları hazırlamak ateşiyle yanıp tutuşan bu ruh hali, dünyasını şaşırmış Türkiye toplumsal-siyasal tahayyülünün bunalımını ele veriyor. Bu gidişin sonunun on yıl, yirmi yıl sonrasının Sırbistan’ı, Irak’ı olmak demek olduğunu fark ettiğimizde, çok geç olmayacak mı? Ve işte asıl o zaman, Türkiye toplumunda yüzbinlerce iç düşmanın hazır beklediği karabasanı içinde gözü dünyayı görmez hale gelmiş olanların, Sevr fobisi içinde eli ayağı kenetlenenlerin, devleti korumak adı altında aslında kendi korunaklı ve üstün konumlarını koruyanların, Türk milliyetçiliği üzerinden şoven düzenlemelerle siyaset yapanların, birlik ve beraberliğimizin köküne kibrit suyu döktüklerini göreceğiz.
Bunu görmek için, yarının başka tür bir Sırbistan’ı olma bedelini ödemek zorunda mıyız?
Yorumlar kapatıldı.