İLK ÇAĞDAN EVRENSEL BİLDİRİYE İNSAN HAKLARI VE BELGELERİ
20.ci yüzyılın son çeyreğine, bilgi çağı ya da insan hakları çağı demek mümkün, ne ad verirsek verelim,iki dünya savaşı yaşayan insanlık ,yazık ki daha mutlu bir dünya kurmayı becerememiş durumda. İnsanlığın bir bölümü globalleşme ve bilgi çağını yaşarken,çok önemli diğer bir bölümü inanılmaz bir sefalet ve yokluk içinde yaşıyor. Çevre ve doğa kirlenmesi,işsizlik ,kötü beslenme , işkence,faili meçhul cinayetler ve benzeri pek çok olumsuzluk bir türlü dünya gündeminden düşmüyor. Bu ortamda insanlığın,daha mutlu bir gelecek ve daha güzel bir dünya için ortak değerlere ya da ortak bir paydaya ihtiyacı var. Bu ortak payda ya da ortak değerlerden biri “İNSAN HAKLARI ” olabilir.
İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin yayımlanmasından bu güne neredeyse yarım yüzyıl geçmesine rağmen bu konuda hatırı sayılır gelişmeler ,insan hakları ihlallerinde önemli azalma olmamıştır.
NEDEN ?
Hacettepe Üniversitesi Felsefe bölümü başkanı Prof. İoanna Kuçuradi insan haklarının korunması konusunda karşılaşılan güçlüklerin teorik kaynaklarını ve diğer nedenlerini -özetle- şöyle sıralıyor.
1.-Kavram karışıklıkları:Bir hakkı insan hakkı yapan ölçütlerle ilgili karışıklık ve bunun sonucu olarak bu hakların gerekliliği konusunda duraksama.
2.-İnsan haklarının korunması için bugün özellikle uluslararası düzeyde benimsenecek ilkeler ve izlenecek yollar konusunda karışıklık:Bir karışıklık ki, kimi zaman hem koşullar ve hem de insan onurunun içeriği bakımından değerlendirememekten;kimi zamanda bu hakların nasıl korunacağı konusunda,dünyayı bir bütün olarak kucaklayan resmi bir yanıt verecek kadar cesur düşünememekten kaynaklanır.
3.-İnsan onurunun tam nerede tehlikede olduğunu görebilecek bir göz kazanmayı sağlayan, sistematik bir eğitimin eksikliği:Bu nedenle karar verenlerin çoğunun insan hakları konusunda insan değeri ve onuru açısından değerlendirme yetersizliği.
4.-İnsan haklarının sadece bir politik bir sorun olarak ele alınması ve bu nedenle insan haklarının felsefi ve özellikle etik bir sorun olduğu gerçeğinden uzaklaştırması. Bu nedenle de insan haklarına saygı ve bu hakların yaşamasının sürekli bir barış ve uluslararası bütün yapıcı ilişkilerin temeli olduğu gerçeğinin gözden kaçması.
5.-Birleşmiş Milletler’in yetersizliği:Bu hakların korunması için,insan haklarının engellendiği her yere karışma hakkı verecek yolların bulunamaması.
Birleşmiş Milletlerin insan haklarını korumakta karşılaştığı ana sorunların bazılarını ise,Theo C.Van Boven ve B.G.Ramcharan insan haklarıyla ilgili seminere verdikleri raporda ,şöyle sıralıyorlar.
1.-Hükümetlerin taahhütlerinde çıkan sorunlar.
Hükümetlerin insan haklarıyla ilgili sözleşmeleri ve benzeri belgeleri kabul etmelerine rağmen,bu konuda açık bir ilgisizlik görülmektedir. Onaylanmasına karar verilen belgele bile yıllarca imza beklemektedir. Bazı ülkeler uluslararası düzeyde hakların çiğnenmesini önlemek için çağrıldığında çoğu zaman kendi çıkarlarını ve dostlarını kollamayı ve muhaliflerini tedirgin etmeyi tercih ederler.
2.-Kuruluşun yapısından ve diplomatik çerçeveden kaynaklanan sorunlar.
İnsan haklarıyla ilgili kurul ve organlarda hükümetler büyük ağırlıkla temsil edilmekte,halktan ve hükümeti temsil etmeyen kuruluşlardan çok az temsilci bulunmaktadır.
Diplomatik çerçeve kuruluşun yapısı ile ilgili bir sorundur. İnsan hakları konusunda klasik diplomatik yöntemlerin kullanılması,insan haklarında pazarlık konusu yapmıştır. Bu nedenle,belki de insan hakları ile diplomatik çerçevenin yeni esaslara bağlanması gerekir.
3.-İdeolojik rekabetten kaynaklanan sorunlar.
İnsan hakları çoğu kez devletin çıkarları içinde kaybolur ya da ulusal güvenlik gibi uydurma nedenlerle kısıtlanır. Çoğu kez ideolojik gruplar arasındaki rekabet genel olarak insan haklarından daha üstün tutulur.
4.-Bakış açısı ve öncelik sorunları.
Çoğu kez insan hakları hükümetlerin önceliklerinde ya da uluslararası bürokraside alt sıralarda yer alır. Hükümetler insan haklarının korunmasıyla ilgili bir sorunla karşı karşıya geldikleri zaman, çoğu kez ulusal güvenliği korumak ya da gelişme gibi daha acil sorunlar olduğunu belirtirler.
5.-Olguları saptama alanındaki sorunlar.
Modern iletişim teknolojisine rağmen ,insan haklarının ihlalleriyle ilgili bilgiler BM’ye ulaşması oldukça uzun bir zaman alır. Bu süreci kısaltıcı tedbirler alınmalıdır.
6.-Çare olarak görünen tepki gösterme yöntem ve işlemlerindeki ilkellik.
İnsan haklarının çiğnenmesinde gösterilecek başlıca tepkiler:Tartışma ve acil önlemler,aracılık, incelemeler,soruşturmalar gibi hareketler ve resmi bildirilerdir. Aracılık yoluna genel olarak kişisel durumlarda, bazen da genel durumlarda başvurulmuştur. Bazı durumlarda araştırma ve soruşturama yapılmış ve bazen bu organlar insan haklarının çiğnenmesini lanetlemiş ve bu konuda bildiriler yayımlamışlardır. Bu yöntem ve işlemlerin insan haklarını korunmasında son derece yetersiz olduğu kanıtlanmıştır.
BM bu hakların korunması içine yeni bir yaklaşımı geliştirmeye başlamıştır. Bu gelişme insan haklarının korunması için hükümetlere yasal ve maddi olanaklar sağlanmasıdır.
7.-Haber alma sürecindeki sorumluluklar.
Yukarıda belirtilen nedenlerle,insan haklarının çiğnenmesi konusunda hükümetlere baskı yapılması ve bu konuda hükümetlerin denetlenmesi daha büyük önem kazanır. Kitle iletişim araçlarının hükümetleri etkilemesi bir yere kadar boşa çıksa da,bu alanda hükümetleri etkilemek ve denetlemek onların sorumluluğundadır. Bu sorumluluk son derece önemlidir. Uluslararası topluluk bir gün bu konuda başarılı olacaksa ,bu temel bir öğe olacaktır.
8.-Mali kaynak sorunları.
BM’in kendi kaynaklarının ve dolayısıyla özellikle insan hakları organları için ayrılan kaynakların yetersiz olması. Bu nedenle personel ve araç gereç yetersizliği.
Görüldüğü gibi insan hakları konusunda en önemli görev devlete düşmektedir .İnsan haklarıyla, milliyetçilik ve ulus devlet aynı ailenin düşman kardeşleri değilse de zıt kardeşleridir .Gerçekte, J.Mourgeon’un dediği gibi “İktidarın İnsan Haklarının,eşzamanlı olarak hem gereç sağlayıcısı,hem de mezar kazıcısı -ikisi de aynı ölçüde- olduğunu hemen belirtmek gerekir”. Yani insan hakları daima otorite ile daha doğrusu iktidarla çatışma halindedir. Daha açık deyişle insan haklarını ihlal edende,bu ihlalleri önlemesi gerekende devlettir. (Bu nedenle İnsan haklarını savunan kuruluşları, insanlara karşı suç işleyen kişi ya da toplulukları değil, devleti muhatap alırlar. Ancak bu konuda bilgisi olmadan fikri olan az gelişmiş beyinler bu kurumları terör yanlısı ya da suçludan yana görebilir.) Ulus-devlet ise, özellikleri nedeniyle insan haklarıyla daha fazla çelişmektedir. Öncelikle ulus-devlet milliyetçidir ve bu milliyetçilik bir kaç devlet dışında (Fransa-İngiltere ve ABD.) politik değil, kültür milliyetçiliği (din,dil,ırk ve benzeri temellere dayanan milliyetçilik) şeklindedir. Bu milliyetçilik ise her zaman heterojen bir toplum yerine homojen bir toplum ister .Bu nedenle de her türlü farklılık ulus-devlet tarafından açık ya da gizli tepki görür. Bu farklılıkları gidermeye girişmek tek başına hak ihlalidir. Kaldı ki bu farklılıkların giderilmesi, çoğu kez asimilasyon ve bazen jenosit şeklinde olmaktadır .Son iki yüz yılda kaybolan dil ve ırk sayısı yüzlerle ifade edilmektedir. Ne yazık ki insanlığın kültür zenginliği olan pek çok dil hakkında hiç bir bilgi yoktur. Yanılmiyorsam Ibıhça denilen bir dilde son birkaç yılda yurdumuzda kayıplara karıştı,hem de hiçbir iz bırakmadan.
Sonuç olarak insan hakları son elli yılda,başta devletlerin gösterdiği direnç olmak üzere,pek çok nedenle beklenen ve umulan gelişmeyi gösterememiştir.
NEDİR İNSAN HAKLARI ?
İnsanlığın yüzyıllardır kullandığı bu kavramın açık ve kesin bir tanımını yapmak oldukça zordur. Kapsamı gün geçtikçe genişleyen insan hakları kavramının, tanımını yapabilmek için,hak ve özgürlük gibi bu haklarla ilgili kavramların tanımlanması yerinde olacaktır.
Hak nedir ? Hukuki açıdan hakkın tanımı konusunda üç önemli teoriden söz edilebilir. Bunlar irade,çıkar ve karma teoridir. İrade teorisine göre hak,hukuk sisteminin kişiye tanıdığı irade gücüdür. Çıkar teorisi hakkı, hukuk düzeninin koruduğu çıkarlar olarak tanımlar. Her iki tanımın eksiklerini tamamlayan karma teori,hakkı, hukuk tarafından korunan ve bu korumadan yararlanılması bireyin istemine bırakılan yararlardır. Başka bir tanım J.Mourgeon tarafından yapılmıştır.”Hukuksuz hak olmaz ve ayrıcalık olmayan hak yoktur. Bunun tersi her zaman doğru değildir. Yani hak,hukuk statüsünün konusu olacak ve yararlanana bir ayrıcalık tanıyacaktır.” Prof.Bülent Tanör ise hakkı şöyle tanımlıyor. “Hak terimi özgürlüğün içerdiği serbestlikleri içermenin yanı sıra devletten ve özel kişilerden bir takım somut edimler isteme yetkilerini de bağrında taşır.” Bu konuda daha geniş tartışmayı uzmanlara bırakarak hakkı,hukuk tarafından korunan,kişiye devletten ve özel kişilerden bir takım somut edimler isteyebilme yetkisi veren ayrıcalıklar ve yararlar olarak tanımlayabiliriz.
Özgürlük ise tanımlanması daha zor bir kavramdır. Fransız “İnsan Ve Yurttaş Hakları Bildirisi” 4.cü maddesine göre “özgürlük, başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilmek” dir. Orhan Hançerlioğlu “özgürlük, bilincine varılmış ve böylelikle egemen olunmuş zorunluluk ” demektedir. André Mercier, “özgürlük, daha çok birlikte getirdiği bazı güçlük ve engellere rağmen bir şeyde ısrar etme,onu halletme ve aşma olanağıdır. Özgürlük bir kişinin,özellikle istediğini yapması demek değildir. Çünkü her zaman için bir hak ya kabul görmüş bir kurum tarafından meşru kılınmıştır ya da ikna, gelenek, hatta şiddet yoluyla oluşan toplu bir uzlaşma sonucu meşru kılınmıştır.” demektedir. Prof . Bülent Tanör’ün tanımı şöyle ” Özgürlük bir şeyi yapma ya da yapmama serbestliğidir ve otoritenin (Devletin) dayatacağı buyrukların tutsağı olmama anlamına gelir.” Burada tam anlamıyla yeterli olmasa da, bir genel tanım yaparsak: Özgürlük,yasalarla belirlenmiş zorunluluklara göre,bir şeyi yapma ve yapmama serbestliği ve gücüdür.
İnsan haklarını tanımı ise doğal olarak daha da zordur. Meydan Laurousse Hürriyet maddesinde “İnsan hakları terimi ise çok geniş ve metafiziktir” diyerek,bu hakları metafizik bir kavram olarak görüyor. Anabritanica’nın tanımı ise “İnsan Hakları temelde devlet gücünü sınırlar; hem yasal, hem de ahlaksal düzenlemelerin kapsamına girer,hem olanı,hem de olması gerekeni dile getirir. Özünde genel ve evrensel niteliktedir; bütün insanların,hatta bazı durumlarda henüz doğmamış olanların her yerde sahip olması gereken haklardır.” Bu çağdaş tanıma yakın bir tanım da Prof.Bülent Tanör tarafından yapılmıştır. “Hak tanımının başına getirilen insan sözcüğü ile yaratılan insan hakları tamlaması da pozitif hukuk tarafından tanınmış olsun olmasın,belli bir tarihsel aşamada insanların sahip olması gerekli sayılan bütün hak ve özgürlükleri ifade eder. Pozitif hukukun dışında ve üstünde bir anlam taşır,yalnız olanı yani kamu otoritelerince tanınanı değil,olması gerekeni de içine alır.” Bu tanımlardan yararlanarak genel bir tanım yapabiliriz. İNSAN HAKLARI,İnsanla ilgili ve insana ait olan;belli bir tarihsel aşamada, ulusal ya da uluslararası hukuk, etik ve bilim adamlarının ortak görüşü olarak beliren; sadece olanı değil,olması gerekeni de kapsayan ve bu nedenle pozitif hukukun üstünde yer alan ; karşılığında kişilere kesin olarak bir takım ödevler yükleyen ;bazı durumlarda insanın doğmadan ya da öldükten sonra da sahip olduğu,genel ve evrensel hak ve özgürlüklerdir. Kısaca insan haklarının özelliklerini şöyle sıralayabiliriz. Hak ve özgürlük insana ait ve insanla ilgili olacaktır;belli bir tarihsel aşamada hukuk, etik ya da bilim adamlarının ortak görüşü olarak belirecektir ;karşılığında kişilere bir ödev yükleyecektir ; genel ve evrensel olacaktır.
İNSAN HAKLARININ SINIFLANDIRILMASI
İnsan haklarını çeşitli temellere göre sınıflandırmak mümkündür.
A) Çeşitli aşamalarda uluslararası gündeme giriş sırasına göre haklar.
a) Birinci kuşak haklar.
Büyük bölümü 17. ve 18.ci yüzyıldan beri gündemde olan haklardır. Bu nedenle bu haklara klasik haklar da denir. Yaşama hakkı;kişi güvenliği;yasal eşitlik;din,vicdan, düşünce ve inanç özgürlüğü; işkence yasağı; konut dokunulmazlığı;mülkiyet hakkı;seçme ve seçilme hakkı gibi haklardır. Burjuvazinin bireyci ve liberal görüşünden kaynaklanırlar.
b) İkinci kuşak haklar.
Ekonomik,Sosyal ve Kültürel haklardır.19.cu yüzyılda başlayan kitlesel hareketler ve gelişen sosyalist, reformcu görüşlerin etkisiyle gündeme girmiştir. Liberal devlet yerine sosyal ve müdahaleci devlet görüşü öne çıkar. Çalışma ve sosyal güvenlik hakları,adil ücret,sendika ve grev hakkı,İşsizlikten korunma hakkı,ücretli tatil dinlenme ve eğlenme hakkı, öğrenim ve eğitim hakkı gibi haklardır.
c) Üçüncü kuşak haklar.
20.ci yüzyılın ikinci yarısında,özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin talepleriyle ortaya çıkan haklardır. Bu nedenle bu haklara kolektif ya da dayanışma hakları da denir. Ulusların siyasal,ekonomik, sosyal ve kültürel geleceklerini belirleyebilme hakkı, sosyal gelişme ve kalkınma hakkı,çevre hakkı, doğal kaynaklardan yararlanma hakkı gibi haklardır.
d) Dördüncü kuşak haklar.
İletişim,anlatım ve bilgilenme hakkı gibi modern haklardır. Bilgi çağı ve globalleşme sonucu önem kazanmış ve uluslararası hukukta yerini almıştır.
e) Beşinci kuşak haklar.
Bu haklar,halkların hakları olarak tanımlanan,ulus-devlet kavramıyla geniş ölçüde çelişen haklardır. İnsanlığın ortak malvarlığına saygı hakkı,savaşa karşı barış hakkı gibi haklardır.
Not:Dördüncü ve beşinci kuşak hakların henüz kesin bir ayırımı yapılmamıştır.
B) Önem ve öncelik derecesine göre haklar. Bu konuda da pek çok görüş vardır. Dr.Henry Shue hakları şöyle sınıflandırmaktadır.
a)Temel haklar.
1) Bedensel Güvenlik Hakları.
2) Varlığını Sürdürme Hakları
b) Diğer haklar.
a) Temel Haklar.
Tüm diğer haklardan yararlanabilmek için korunması ve varlığı gereken haklardır. Bu hakların olmaması halinde diğer hakların varlığı,daha doğrusu kişilerin diğer haklardan yararlanması düşünülemez.
Temel haklar iki ana gruba ayrılır.
1) Bedensel Güvenlik Hakları.
Yaşama,işkenceden korunma hakları,sakatlanma,ırza geçme ya da saldırıyla karşı karşıya kalmama haklarıdır.
2) Varlığını Sürdürme hakları.
Temiz hava ve su,yeterli yiyecek ve giyecek,barınak ve asgari sağlık hizmetleri.
b) Diğer haklar.
Temel haklar dışında kalan ve yoklukları bir başka hakkın kullanılmasına engel olmayan
haklardır.
Bu sınıflandırma bazı hakların diğer haklara göre öncelikli olduğunu vurguladığı için çok önemlidir. Temel insan haklarının ihlal edildiği toplumlardan,diğer haklara saygı gösterilmesini istemek gereksiz bir gayret olur.
İNSAN HAKLARININ KÖKENLERİ
İnsan ve canlı sevgisi ile ilgili düşüncelerin insanlık tarihi kadar eski olduğunu söyleyebiliriz. Ancak insan hakları düşüncesini günümüze taşıyan düşünce “Doğal hukuk” kavramıdır. Doğal hukuku, doğadan kaynaklandığı kabul edilen,evrensel,değişmez hak ve adalet sistemi olarak tanımlayabiliriz .Yüzyılımızın ilk yıllarına kadar doğal hukuk kavramı bazen sekurel (dindışı) ,bazen dini temellere dayandırılarak geliştirilmiş ve insan haklarının temellerini oluşturmuştur.
Bu kavramı, eski Yunan’da, ilk olarak Sofistler tarafından ele alınmıştır. Sadece yasaların değil ahlak kurallarının da çok değişik ve çeşitli olduğunu gören sofistler,bunların büyük bir kısmının insan eliyle konulduğunu, herkesi her yerde ve her zaman bağlayıcı yasaların ise ancak doğa tarafından konulmuş yasalar olduğunu ileri sürmüşlerdir .Sofist Antiphon, sanılara dayanan pozitif hukuk yasalarının güçsüz olduğunu söyler ve buradan insanların doğadan eşit olduğu sonucuna varır; “Yalnız Yunanlılar değil , Yunanlılar ile barbarlar da eşittirler”.Ancak ilk çağda doğal hukuk kavramını benimseyen ve geleceğe taşıyan, Kıbrıslı Zenon (336-264) tarafından kurulan ,Stoa okuludur. Stoa ,doğaya uygun ve uyumlu yaşamayı temel alan ve bilgiyi erdem kabul eden bir felsefe okuludur .Stoa için insanın bağımsızlığı temel düşüncedir. Bu temel düşünce ile insanın uzlaşması için doğaya uygun yaşama Stoanın temel kavramı olmuştur. Stoa logos (akıl) ile uyumlu ve tümüyle eşitlikçi bir doğal hukuktan yanadır.
Roma stoası ve stoacı olmamakla birlikte stoanın doğal hukuk görüşünü benimseyen Çiçero, doğal hukuku insanların özüne işlemiş değişmez ve sonsuza kadar geçerli hukuk sistemi olarak tanımlar. Roma hukuku bu görüşlerden etkilenmiş ve doğal hukuka yer vermiştir. Bu nedenle Ius Gentıum (Kavimler yasası) bütün kavimlere bazı evrensel haklar tanımıştır.
Hıristiyanlık, personalist yapısı nedeniyle doğal hukuk konusunda yeni bir aşama kabul edilebilir. Saint Paul Galatyalılar’a mektubunda “Artık ne Yahudi,ne Yunanlı,ne köle ne özgür kişi,ne erkek, ne kadın ayırımı var. Çünkü İsa’da hepiniz birsiniz” diyor. Bu ilke,kardeşlik,eşitlik ve dayanışma düşüncesini de desteklemektedir. Saint Paulus, Romalılara mektubunda putperestlerin yüreğinde yazılı bir yasadan söz eder. Bu yasa doğal hukuk yasasıdır. Doğal hukuk görüşü 11.ci yüzyılda, bazı din adamları tarafından vahiy hukuku ve özellikle altın ilke (İnsanların size ne yapmalarını istiyorsanız, sizde onlara öyle yapın. Matta 7:12) ile özdeşleştirecektir.13.cü yüzyılda Saint Thomas Aquino (Tommaso),doğal hakka temel olacak bir sistemleştirmeye girişti. Tommaso ‘ ya göre doğal hukuk,akıl sahibi varlığın Tanrısal yasalardan pay almasıdır. İnsanlara özgü hukuk ise ancak bu yasaların özel bir bölümü olabilir. Başka skolastik filozoflar hukukun kaynağının Tanrısal us değil,Tanrısal irade olduğunu ileri sürmüşlerse de bu görüş uzun süre etkili olamamıştır.
Siyasal alanda bu dönemde,insan hakları açısından çok önemli bir belge olan Magna Carta hazırlanmıştır. İngiliz kralı Topraksız John 1215 yılında,soyluların baskısıyla özellikle soylulara tanınan bir takım ayrıcalıkların korunması amacıyla, bu sözleşmeyi imzalamak zorunda kalmıştır. Magna Carta temelde soylularla kral arasında bir anlaşmadır .Ancak kral tarafından uyruklarının bir bölümüne karşı otoritesini sınırlayan ve direnme hakkı veren ilk anlaşma olması nedeniyle bir özgürlük sembolü ve garantisi haline gelmiştir. Yine ilk kez suç ve cezada yasallık ilkesi bir kral tarafından kabul edilmiştir. Magna Carta Libertatum daha sonra Haklar dilekçesini ve ABD eyalet yasalarını ve Anayasasını etkileyecektir.
MAGNA CARTA LIBERTATUM
Dokuz bölüm ve 63 maddeden ibarettir.
Birinci bölümde kilisenin özerkliği; ikinci bölümde feodal beylerin hakları;üçüncü bölümde feodal beylere bağlı kiracılar;dördüncü bölümde kentler,ticaret ve tüccarlardan;beşinci bölümde hukuk reformu ;altıncı bölümde kraliyet memurlarının denetimi;yedinci bölümde kraliyet ormanları; sekizinci bölümde yabancı paralı askerlerle ilgili maddeler yer alır. Dokuzuncu ve son bölümde ise,kralın bu yasaya uymaması halinde soylulara ,krala karşı direnme hatta savaşma hakkı verir. Yasanın en önemli maddesi ise 39.cu maddedir. Bu maddede modern hukukun suç ve cezada yasallık ilkesi ilk kez yer almaktadır.
Madde 39.-Hiçbir özgür kişi kendi zümresinden olanların hukuken geçerli bir hükmü ya da ülkenin bu konuda yasaları olmadıkça tutuklanamaz,hapse atılamaz,mallarından ve yasal haklarından yoksun bırakılamaz, sürgüne gönderilemez ya da kötü muamele edilemez. Biz de bu kişiye karşı zor kullanmayacağız, zor kullanılmasına izin vermeyeceğiz.
Ortaçağ boyunca Hıristiyanlık skolastik felsefenin etkisinde karalığa gömülmüş,doğal hukukun Tanrısal iradeden mi ,Tanrısal akıldan mı,kaynaklandığını tartışmıştır.
Ortaçağ biterken başlayan Rönesans ve onu izleyen reform hareketleri,felsefe,politika ve sosyal sahada yeni gelişmelere yol açacaktır. Her iki hareketinde temel nedeni yeni ve güçlü bir sınıf olan burjuvazinin feodalizme ve kilisenin skolastik düşüncesine karşı yürüttüğü savaştır. Rönesanssın getirdiği en önemli yeni akım, Hümanizmdir. Hümanizm ilk çağ klasik kültürünün yeniden doğuşu ve inancın yerini aklın aldığı, insanı evrenin merkezi kabul eden ,dogmaların yerine şüpheyi koyan düşüncedir. Bu düşünce akımları aydınlanmanın ve modernitenin ve dolayısıyla da çağımızın temelini oluşturacaktır. Reform ise temelinde bireyci ve özgürlükçü kaygılar taşımamakla birlikte,pek çok kan dökülmesi pahasına da olsa vicdan ve inanç özgürlüğünün gelişmesine yardımcı olmuştur. Reform bu yolla kilisenin gücünün azalmasında önemli bir rol oynamıştır.
Antik çağın devlet görüşüyle, Rönesanssın görüşlerini birleştiren ilk düşünür Niccolo Macchiavelli’dir. Ulus devlet yapısının kurucusu ve savunucusudur,devlet bir ulusa dayanıyorsa yeterli gücü var demektir. Din,ahlak ve hukuk devlete bağlıdır ve devlet gerektiğinde bunları bir araç olarak kullanmalıdır. Temel amaç devleti yaşatmak ve güçlendirmektir. Bu temel amaca ulaşmak için kullanılacak her araç kanuna uygundur. Ahlak ve hukuk ,devletin sınırlarında biter .Ne yazık ki Makyavelizm adıyla tarihe geçen bu teori, modern ulus devletin de temelini oluşturmuştur. Ulus devletlerin yüz yıllık bir dönemde iki dünya savaşı ve binlerce bölgesel savaş çıkardıkları dikkate alınırsa, devletlerin karşı karşıya bulunduğu yerde ancak savaş vardır diyen Makyavel’in, haksız olduğu söylenemez.
Dönemin başka bir düşünürü Fransız Jean Bodin ise,monarşinin filozofudur .Bodin’e göre devleti devlet yapan egemenliktir ve bu egemenlik hiçbir şeyle sınırlanamaz. Ancak Bodin burada Makyavel’den ayrılarak, devletin başında bulunan kimselerin ahlak ve doğal hukuk yasalarına boyun eğmeleri gerektiğini belirtir. Yani Bodin’in hükümdarı, Makyavel’in Ulus devleti kadar sınırsız yetkilere sahip değildir.
17.ci yüzyılın başlarında,bazı hukukçular doğal hukuku kadere dayandırırken, diğer yandan da Stoaya dönüş ve stoayı yeniden canlandırma gözlenmektedir. Hollandalı hukukçu ,Grotius diye anılan Hugo de Groot bu görevi üslenmiş ve doğal hukuku devletin temeli haline getirmiştir. Grotius’a göre doğal hukuk,insanın akıllı özünde yerleşik olan,dolayısıyla tarih içinde değişmeyen her türlü pozitif hukuktan önce ve üstün olan bir hukuktur. Bu tanım çağdaş insan hakları kavramının da temelini oluşturacaktır. Grotius Tanrının yerine “aklı” ve istemi koyuyor,Tanrının olmadığı ve insanların işlerine karışmadığı varsayılsa bile doğal hukukun geçerli olduğunu söylüyordu. Dahası doğal hukukun devletler arasında da geçerli olduğunu belirten Grotius, bu düşüncesiyle de devletler hukukunun babası sayılır.
İngiliz natüralist düşünürü Hobbes’ a göre,her şey -maddi ya da ruhi,insanda ve devlette olan her şey- doğal nedenlere bağlıdır. Doğal nedenler de her yerde -zorunlu olarak- hep bir ve aynıdırlar. Hobbes, doğal hakkı “her insanın yaşamını korumak için kendi gücünü kullanması” olarak tanımlar. Hobbes’e göre Doğal yasalar “insanın kendi yaşamına zarar verecek her şeyi yasaklayan ve akıl yoluyla ortaya çıkarılan genel kurallardır”.
Doğal halde insan, nimetlerden elden geldiğince çok yaralanmak ister,bu nedenle “herkesin herkesle savaşı” durumu (bellum omnium contra omnes) başlar .İnsan insanın kurdu (Homo homini lupus) olur. İşte bu durumdan kurtulmak için güvenliği sağlamak için anlaşma ile devlet kurulur ve doğal durumdan yurttaş durumuna geçilir. Doğal hukuk ve ahlak da bu anlaşmalardan ve ortak değerlerden doğar. Ancak devlet yüzünden birliği olan bir doğal hukuk vardır. Bu görüşler 18.ci yüzyılda toplumsal sözleşme görüşünün öncüsü olmuştur.
Sosyalist görüşün başlangıcını da rönesansda bulabiliriz. Eski Yunan’da Eflatun’un Devlet isimli eserinden sonra, ilk kez utopik (hayalci) sosyalizm kabul edilen eserler bu dönemde ortaya çıkmıştır. Saint Thomas Morus ‘un,bu görüşlere ismini veren eseri Utopia;Tommaso Campanella’nın “Civitas Solis” (Güneş Devleti) ve Francis Bacon’ın “Nova Atlantis” (Yeni Atlantis) isimli eserleri bu gün bile değerini koruyan önemli eserlerdir.
Bu dönemde monarşinin tartışılmaz gücü nedeniyle önemli politik belgelere rastlanmaz. Bu belgelerden ilki Suebya Maddeleri ya da Köylülerin 12 Maddesi’dir. Suebya maddeleri,1525 yılında Alman köylüleri tarafından hazırlanarak soylulara verilen bir dilekçedir. Köylülerin kendi rahiplerini seçebilmesi, avlanma ve orman ürünlerinden yararlanma izni verilmesi,angaryanın azaltılması,efendilerin köylülere daha fazla eziyet etmelerinin önlenmesi,ürünlerden makul ölçülerde pay alınması ,topluma ait topraklara ve mirasa el
konulmaması gibi istekler taşır.
Augsburg Din Barışı,Kayzer V.Karl ile ağabeyi Ferdinand tarafından 1555 yılında yayımlanan bir belgedir.14 maddelik bu belge ile halka din daha doğrusu mezhep özgürlüğü tanınmaktadır.
Üçüncü belge Nantes Fermanıdır .1598 yılında Fransa kralı IV. Henry tarafından yayımlanan 28 maddelik bir fermandır. Augsburg din barışı benzeri,halka mezhep özgürlüğü verilmesiyle ilgili bir belgedir.
Bu dönemde en önemli belge ise İngiliz Habeas Corpus (Habeas Corpus Act) yasalarıdır. Habeas Corpus çeşitli konularda çıkarılan yargısal emirlerdir. İlk basit örneklerine Magna Carta öncesi de raslanır.17 yüzyılda yasadışı tutuklamalara karşı başvurulan bir işlem olarak kurumlaşmıştır. En önemli habeas corpus türü, kişi özgürlüklerinin çiğnenmesini önlemek için tutuklanmaların yasallığını ,yargı kararına bağlayan habeas corpus’tur.1679 yılında çıkarılan Habeas Corpus Yasası ile bu hakların etkili kullanımını sağlamak amacıyla kesin kurallar konmuştur. Temel olarak, yargıç tarafından çıkarılan çağrılara (celp),tutukluların belli bir yere nakli ya da belli bir yerde bulundurulması ile ilgili yargı emirlerine tüm bürokrat ve soyluların uymasını, aksi halde cezalandırılmasını yasal hale getirir. Yine yasa başvuruların haksız yere reddedilmesi, adam kayrılması ve haksız yere davaların düşürülmesi ya da davaların haksız yere ertelenmesi kanun dışı sayılmaktadır. Ayrıca haksız uygulama nedeniyle zarara uğrayan tarafların şikayetinin suçluluk duyurusu için yeterli olacağı,suçun tekrarı halinde suçluların cezalandırılacağı belirtilir. Habeas Corpus günümüzde de İngiliz ve ABD hukuk sisteminde geçerlidir.
18.ci yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan Aydınlanma felsefesi devrim yaratan bir düşünce akımıdır. Akılcılığı, deneyciliği,eleştiriyi öne çıkaran,insanın evreni akıl yoluyla kavrayabileceğini ve bu yolla bilgi ve mutluluğa kavuşacağını ileri süren düşünce sistemidir. Ortak paydası özgürlük olan bu akım, monarşik ve tutucu ideolojiler yerini,demokratik,liberal, eşitlikçi düşünce ve ideolojilerin almasını hedeflemektedir. Bu gelişme sanayileşme ve kapitalizm temelinde gerçekleşecektir. Bilim alanında, bilimin insanın kaderini çizeceği düşüncesiyle bilimin teolojiden tamamen ayrılması istenmektedir. Dini sahada Yaradancılık (deizm), Hıristiyanlığı doğa dinini engellendiği için,Tanrı ile insan arasına giren kurumlara cephe alır. Felsefe, insanın doğasını ve ahlaki davranışlarını ele alarak bilimsel bir gözle incelemektedir. Aydınlanma, Fransız Devrimi ve onu izleyen modernite sonunda ,çağdaş sivil toplumun, laisizmin, insan haklarının, özgürlük, eşitlik, kardeşlik düşüncesinin temelini oluşturmuştur. Bu düşünce de sonunda, kapitalizmin gelişmesine paralel olarak insan hakları, milliyetçilik ve ulus-devletin de temeli olacaktır.
Aydınlanma çağının pek çok düşünürü vardır. John Lock, Gratius’un, seküler doğal hukuk kavramını geliştirerek dinden tamamen ayırmıştır. John Lock doğal durumu,Hobbes’in aksine, “Doğal hukuka uygun davranan özgür ve eşit insanların toplum durumu” olarak tanımlamaktadır. İşte bu mutlu durumun sürdürülebilmesi için bir sözleşme ile devlet kurulur. Fransız devriminin ve çağın başka bir düşünürü Montesquieu’dur.Düşünür toplum sözleşmesini kabul etmez. Ona göre esas olan devlet biçimi değil,yasama, yargı ve yürütme güçlerinin bir elde toplanmamasıdır. Dönemin en tanınmış düşünürü ise Jean Jacques Rousseau’dur.Ruso da,Lock gibi doğal durumu insanların mutlu olduğu bir durum olarak görüyor. Ancak insanların birbirlerinden yardım istemeye başlamasıyla bu mutluluk ve eşitlik dönemi sona erer. Bu mutluluğun sürdürülebilmesi için kurulan devlet eşitlik ve özgürlükten yana değildir. İşte bu nedenle özgür ve eşit kişilerden oluşan halkın bütün bireyler “egemenlik” denilen üstün yönetim gücünü,karşılıklı istek ile, aralarından bazı kişilere devrederler. Bu toplumsal sözleşme ile kurulan devlet kendisine yetki verenlerin isteklerini yerine getirmek zorundadır. Aksi takdirde sözleşme yenilenir. Yani ihtilal olur. Bu dönem,insan haklarıyla ilgili belgeler açısından,20.ci yüzyıl öncesi,en verimli çağdır.
Yorumlar kapatıldı.