İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Gladyatör savaşı gibi sahnelenen ırkçı politika

***Metinde yer alan görüşler yazar(lar)ına ait olup, HyeTert’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.***
Wrestling’deki ‘kontrol edilebilir kaos’ durumu da Erdoğan’ın politik stratejisine benzetilebilir. Sürekli yeni gündemler yaratarak, tartışmaları ve krizleri kontrol altında tutma çabası, onun bu kontrollü kaos anlayışının bir yansımasıdır.

Şahap Eraslan

Popülist politikanın nasıl sahnelendiğine ve Trump’ın bunu nasıl yaptığına dair son yıllarda çeşitli kitaplar yayınlandı. Politika genelde insanların kendilerini ifade etmenin önünü açma, arzu ve isteklerini ifade etmeye yönelik çözümler üretir.

Pierre Rosanvallon popülizm üzerine yazdığı kitabında popülist politikaların daha önce de ırkçı partilerde görüldüğü gibi ‘negatif politika’ yaydığını anlatır. Sorunları sıralayarak ve hatta abartılı sıralayarak toplumda negatif duyguların ve korkuların oluşmasını sağlar. Irkçılık çoğu kez korkular üreterek ya da toplumdaki korkuları çoğaltarak ‘korku politikası’ yapar. Korku halinde insanlar mantıklı düşünemezler. Korkunun hâkim olduğu durumlarda insanlar güvenlik isterler.

Irkçıların genelde güvenlik politikalarına vurguları yaydıkları korkuyla ilişkilidir. Güvenlik politikaları bireysel hakların ve özgürlüklerin kısıtlanmasını, ekonominin güvenliğe göre düzenlenmesini gerektirir. Yani ekonominin kurallarından çok güvenlik kuralları ekonomide geçerli olur. Yoksulluğa rağmen maliyeti çok yüksek savaşların sürdürülmesi gibi. Korku negatif bir duygudur ve ırkçılar genelde negatif duyguların yoğunlaşmasından yana olurlar. Pozitif duygular ve toplumdaki olumlu hava ırkçılığa yönelimi azaltır. Kişi önce başarısızlıklarından sorumlu tutulur. Ve böylece kişi gelecek güvencesini sağlamamış olmayı bireysel başarısızlık olarak görür.

Irkçılar önce bu başarısızlığı öne çıkarırlar. Ekonomik ve sosyal krize vurgu yapılır. Ve bu durumdan kişi sorumlu tutulur. Sonra da kişiye bireysel başarısızlığının nedeni olarak doğru ideolojik rehberinin olmaması anlatılır. Irkçılık yeni ve doğru rehber olarak takdim edilir. Doğru yol izlenerek bu sorunlardan çıkılacaktır. Yani ırkçılığın narsistik bir vaadi var. Bizimle gel mutlu ve başarılı ol! Bireysel başarısızlık duygusu ve memnuniyetsizlik grup içinde birleştirilir ve grup bu duygudan ötekini sorumlu tutar ve öteki yok edildiğinde bu sorunlar bitecektir. Irkçılık bir anlamda düş kırıklıklarının politikleştirilmesidir. Ve politik olmayanın politikleştirilmesi. Din çok politiktir ama sıkça partiler üstü bir politika izler. İşte ırkçılık dinsel olanı parti politikasına yönlendirmeyi başarır. Buradaki en önemli başarı politik programlardan çok basit sloganlara olur. Tekbir getirmek, Tanrı dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman olmak…

Sloganlar programlardan daha etkileyicidir. Irkçıların birlik çağrısı aslında ‘gelin bende birleşin’ çağrısıdır ve çoğulculuğun reddini içerir. Irkçılar sürekli halktan söz ederler. Kastedilen sadece sınırlı bir gruptur. Türk ırkçılar da ‘halk’ derken bütün halkı değil de Sünni Türkleri kasteder. Irkçılığın en belirgin özelliği ötekini öteki olarak kabul etmemesidir. Bu nedenle ötekini ya bütünüyle ortadan kaldırmayı, yok etmeyi amaçlar. (Kürtler bitmeden derdimiz bitmez söylencesi) ya da ötekinin ötekiliğini yok etmek ister (Kürtler Kürtlüklerinden vaz geçer ‘hakiki Türklüğü’ benimserlerse sorun yok. Yani Kürt Kürt olmaktan vaz geçerse Aleviler de Sünniliği kabul ederse sorunlar çözülür.

Irkçılar için ‘öteki’ negatif mitik bir figürdür ve imajinerdir. Yüzyıllardır Alevilerin ensest yaptıklarını anlatırlar. Sonraları bu anlatıyı Komünistlere aktardılar. Günümüzde de tek dişi kalmış medeniyet sapıklık olarak sunuluyor. Figürleri, adresi değişse de grupların anlatısı aynı kalabiliyor. Irkçılık sürekli yeni korkular peşindedir. Mesela bir toplumda/kişide gelecek korkusu var. Bu korku abartılarak sorun dev ve çözülmez bir sorun olarak sunulur.

Sorunun çözümsüz sanılması da çaresizlik duygusu yaratır. Çaresizlik travmatik an’a dair bir şeydir. Ve insanlar böyle anlarda içlerinde mutlaka harekete (agiren) geçmeye dair bir baskı hissederler. İşte ırkçılık bu eyleme yönelmeyi baskılar ve bu arada insanlara ırkçı politikalar karmaşık sorunların basit çözümü olduğunu anlatır. Mesela ‘Türkler Almanya’dan atılırsa hemen sorun çözülür’ der. Irkçılık çaresizliklerden kurtulmayı vaat eder. Irkçılık ‘anti politika’dır. Irkçılık hoşnutsuzluk politikasıdır ve toplumsal ve bireysel huzursuzlukların politikasıdır.

Çözümden çok sorunların üst üste konduğu ve basit çözümler önerisidir. Ve bu öneriler incelendiğinde bir çözüm diye halka anlatılanın bir çözümsüzlük olduğu ortaya çıkar. Irkçılık politik ve küresel sorunları kültürel sorunlar gibi sunar. Mesela göç ve göç politikaları global bir meseledir. Ve önümüzdeki yıllarda basit bir çözümü yok gibi görünüyor. Herhangi bir sorun kültürel bir sorunmuş gibi sunulur. Kültürleştirilen sorunlar üzerinden ötekini tanımlamak ve ötekini suçlamak daha kolaydır. Ayrıca bir elit grup sorunlardan sorumlu tutularak düşman ilan edilir. Böyle bir düşmanlaştırmada sınıfsal çelişkiler gizlenir. Elitizm eleştirisi bir amaca hizmet eder yani ve bu kasıtlı yapılır. Bu seçilen elit grup düşman olarak sunulurken ekonomik elit grup, varsıllar bu tartışmanın dışında tutulur. Trump elitleri eleştirip hedef gösterirken kendi milyarderliğini ve usulsüz kazandığı paraları sorun yapmaz mesela.

Popülistlerin en belirgin özelliklerinden biri tutarsızlıkları/kaypaklıklarıdır. Popülizm doğası gereği kaypaktır ve bu kaypaklık, popülistlerin sürekli olarak pozisyonlarını değiştirebilme esnekliğini sağlar. Bu kaypaklık, belirli bir ideolojiye bağlı kalmaktansa, duruma ve toplumsal eğilimlere göre tavır almayı içerir. Ülkedeki ırkçı partilerin politik tutum değişikleri buna örnek. Erdoğan’ın söyledikleri… Bugün söylediklerinin yarın tam aksini yaparlar ve her ikisi de doğru gibi sunulur.

Popülistler, her tartışmada çok tutkulu görünmeye çalışırlar. Daha doğrusu tutkuyu kullanırlar. Tutkuyla yapılana ve söylenile inanmak kolaydır. Tutku inandırıcıdır. Tutkuyla konuşan politikacı tutkulu kişi rolündedir ve aslında inandırıcı olma çabasındadır. Tutku, rasyonel düşünmeyi engeller ve kişileri radikalleştirmeyi kolaylaştırır, çünkü tutku, bir şeyi yapma kararlılığını ve yeminini barındırır. Çoğu kez, başarıların ardında tutkuyu görebiliriz. İzleyici, tutkuyla dile getirilen ifadelere inanmaya meyillidir ve bu tutkuyla söylenenler genellikle abartı ve yalan içerir. Yalan, gerçeği karartmak için kullanılır ve karanlıkta kalanlar, kendilerine ışık tutacağını vaat eden ırkçının peşine takılır. Irkçılar tartışmayı bir sorun üzerine bilgilenmek için yapmazlar. Tartışmada dertleri pozisyonlarını korumaktır. Yani tartışma öğrenmek için değil de yenilmemek için yapılır. Tartışma bir düello gibidir. Yenilen ölecektir. Bunun bir anlamı da tartışma narsistik bir mücadeledir.

Helmut König, “Lüge und Täuschung in Zeiten von Putin, Trump & Co.” adlı eserinde, devletin ve milletin yararına söylenen yalanlara halkın anlayış gösterdiğini yazar. ‘Faili Meçhul’lere sessiz kabul bu nedenledir. Yalan söyleyen politikacılarla yalana inananlar arasında adeta bir iş birliği ya da suç ortaklığı bağı oluşur. Suç üzerinden organize bir toplum. Daha sonra bu suçu gizlemek için suç sürekli hale gelir. Yalanı gizlemek için yeni yalanlar söylenir ve hırsızlığı gizlemek için de rüşvetler dağıtılır. Bu durumu, “milletin, devletin, kutsalın yararına” olarak tanımlayarak, yalanı ve suçu suç olmaktan çıkarırlar. Vatan için söylenen yalan yalan sayılmaz. Yalan suç değilse suçlu da yoktur. Bu, önceki yazılarımda da bahsettiğim bir duruma yol açar: Suç ve suçluluk üzerinden bağlanma ve gruplaşma.

Burada bir başka olgu da gözlemlenir: Söylenen bazı yalanlar, gelecekte yaşanacak mağduriyetlerin ön habercisi niteliğindedir. Bazı yalanlar zulüm yapabilmenin koşullarını hazırlamak ve zulme politik ortam hazırlamak için söylenir. Her yalan sonrasında, ötekiler için mağduriyetler oluşur ve yalana inanmayanlar “vatan haini” ya da “terörist” olarak adlandırılır, bu kişilerin özgürlükleri ve hakları ellerinden alınır.

Irkçılık, kendine özgü bir romantizm yaratır. Ötüken türküleri, Ölürüm Türkiyem coşkusu, Turan, Kızıl Elma, Asena anlatıları bu romantizmin bir parçasıdır. Bu romantizm, mevcut toplumsal gerçeklikten kaçışı ve geçmişte idealize edilen bir dünyaya sığınmayı teşvik eder. Bu romantizm, geçmişe atıfta bulunur ve nostaljik öğeler barındırır. Nostalji mutluluğa değil de bir eksiğe, yitirilene işaret eder. Nostalji o an yanımızda olmayan ve belki de hiç olmayacak olanı anımsadığımızda hissettiğimizdir. Mutluluk bütün değilse, eksikse nostaljiye alan açılır. Mutlu insanların/toplumların geçmişlerine özlemi için nedenleri olmaz. Geçmiş yad edilir sadece. İnsan iyiye ve güzele çabuk alışır. Nostalji ‘ben yaşadığım hayattan bütünüyle hoşnut değilim’ demektir de. Nostalji, genellikle reel hayattan hoşnutsuzluktan kaynaklanır. Irkçılığın nostaljisi bile yapay bir nostaljidir. Çünkü kaybedildiği sanılan şey hiç var olmamıştır. Yani tarihte de arı/üstün bir Alman/Türk/Yunan ırkı yoktur.

Irkçılığın seçici bir tarih yazımı vardır; tek yanlı ve abartılıdır. Ötekinin tarihi ve hikayesi bu anlatıda yani kötü olarak yazılır ya da yok sayılır. Mesela resmi tarih yazımında ülkeyi beraber kurtardığımız, Çanakkale’de birlikte öldüğümüz Alevi/Kürt kardeşlerimizin tarihi yazılı değildir. Eğer bu kardeşlerimizin kahramanlarından söz edilirse de adlarının önüne ‘hain’ yazılır sıkça.

Yazıda ırkçı ve popülist kavramlarını ayrıntılandırmadan kullanıyorum. Aslında modern sağ hareketlerin karmaşık ve çok katmanlı görünüyor. Tam da öyle değil galiba. Enzo Traverso’nun “Faşizmin Yeni Yüzleri”nde (Die neuen Gesichter des Faschismus) belirttiği gibi, popülizmi farklı bir ideoloji olarak değil, bir politik stil olarak görmek gerek belik de. Bu bakış açısı, popülizmin belirli bir ideolojik çerçeveden ziyade, söylemsel ve retorik bir araç olarak kullanıldığını vurgular. Gerçekten de yeni sağ, alternatif sağ gibi çeşitli adlarla anılan hareketler, post-faşist özellikler taşır ve kökenleri faşizme dayanır. Faşizmden bazı yönlerden ayrışsalar da temel bir çizgiyi sürdürdükleri açıktır.

“Uluslararası Alternatif Sağ 21. Yüzyılın Faşizmi mi?” kitabında da bu hareketlerin ortak noktalarına ayrıntılı vurgu yapılması bu bağlamda oldukça önemli. Irkçılığın sürekliliğinden söz etmek mümkündür; zira biyolojik ırkçılığın kaba formları yer yer terkedilmiş olsa da bu durum kültürel ırkçılığa dönüşmüş durumdadır. Kadının klasik rollerine döndürülmesi, cinselliklerin çoğulluğuna karşı çıkılması, heteroseksüellik dışındaki cinselliklerin patolojikleştirilmesi ve imparatorluk özlemlerinin canlı tutulması (örneğin Osmanlıcılık, Yeni Osmanlıcılık hayalleri ve Turan güzellemeleri) gibi eğilimler, modern ırkçılığın (post faşizmin) yeni biçimlerini oluşturur.

Irkçılık, emperyalizmden ayrı düşünülemez; ancak ırkçılık, bu bağı sürekli olarak görünmez kılma çabasındadır. Emperyalist projelerin tarihsel bağlamını ve sömürgeci geçmişini unutturma eğilimi, modern ırkçılığın önemli bir parçasıdır. Bu nedenle, popülist retorik ve ideolojik içerik, sadece toplumsal hoşgörüsüzlüğü ve ayrımcılığı yeniden üretmekle kalmaz, aynı zamanda geçmişteki emperyalist hırsları da diriltir. Bu bağlamda, popülizm ve faşizm arasındaki ilişkiyi sorgulamak, modern sağ hareketlerin ideolojik köklerini ve etkilerini anlamak için kriterdir.

POLİTİKA BİR GÜREŞ MÜSABAKASIDIR

Günümüzde politika, giderek daha fazla bir eğlence formuna dönüşüyor ve bu durum, özellikle sosyal medya platformlarında belirginleşiyor. TikTok ve Instagram yıldızlarının, estetik ameliyatlarla, botoksla ve diğer güzellik işlemleriyle dikkat çeken görünümleri, politikacıların da bu platformlarda “bizden biri” gibi görünme çabasıyla birleşiyor. Hem Dilan Polat gibi sosyal medya fenomenleri hem de Tarkan/Malkoçoğlu gibi ünlü figürler, modern ve aynı zamanda “hakiki Türk ve Müslüman” kimliklerini bir arada sunuyor. Bu durum, popülizmin ve politikanın iç içe geçtiği yeni bir kültürel fenomeni temsil ediyor.

Örneğin, Okçuluk Federasyonu’nun fonlanması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın bu federasyonda aktif rol alması, geleneksel Türk değerleri ve modern popüler kültürün birleşimini gözler önüne seriyor. Bu, bir yandan Küçük Emrah veya İbrahim Tatlıses geleneğine bağlı “Küçük Tarkan” ya da (Körün oğlu Köroğlu gibi Erdoğan oğlu figürü) figürlerini diriltirken, diğer yandan popüler kültürün modern imgelerini kullanarak “authentic” yani “gerçek” bir Türk-Müslüman kimliğini yüceltmeye çalışıyor.

Paula Diehl, “Antipolitik ve Postmodern Ring Güreşi Eğlencesi” başlıklı yazısında, popülist politikacıları güreşçilere, daha doğrusu gösteri amaçlı güreşçilere (wrestling) benzetiyor. Wrestling, şov amaçlı bir müsabaka olarak, Romalıların dönemindeki gladyatör dövüşlerine benzer bir şekilde dramatik efektlerle doludur. Diehl’in belirttiği gibi, günümüzde politika, bu tür bir gösteri arenasına dönüşmüş durumda. Turgut Özal’ın halkla şarkı söylemesi ve halkı eğlendiren bir lider pozuna bürünmesi, bu eğilimin erken örneklerinden biridir. Benzer şekilde, Erdoğan da halktan biri gibi görünmeye özen gösteriyor; top oynarken ya da oğlu ok atarken verdiği pozlarla, eğlence ve politikayı iç içe geçiriyor.

Bu durum, eğlence, politika ve fiksiyonun giderek birbirine karıştığı bir tablo ortaya koyuyor. Cami, sadece bir ibadet yeri olmaktan çıkıp, bir şov sahnesine dönüşüyor (Ayasofya bu şovun zirvesi); cami çıkışlarında yapılan öfkeli ve şiddet içeren açıklamalar, bu sahneleme ve şiddet kokteylinin bir parçası haline geliyor. İbadet, şov, gösteri ve şiddet, bu yeni politik kültürde iç içe geçmiş durumda ve popülizm, bu karışımın merkezinde yer alıyor. Sahne sanatçıları, fenomenler, starlar kendilerine özgü kıyafetleriyle kendi stilleri olduğunu ve böylece de diğerlerinden farklı olduklarını teşhir ediyorlar…. Diyanet İşleri Başkanı’nın halleri… Kıyafet balosuna gider gibi ortalıkta bu nedenle dolaşıyor. Bu dolaşma halktan biriyim ama kıyafetleriyle de ‘sizden biri değilim. Ben starım’ı gösteriyor.

Erdoğan’ın politika sahnesinde izlediği strateji, gösteri güreşi (wrestling) ile çarpıcı benzerlikler taşıyor. Wrestling’i diğer sporlardan ayıran temel özellik, şovun, sporun, gösterinin ve karnavalın harmanlanması ve bu performansın tek amacının seyirciyi eğlendirmek olmasıdır. Wrestling’in kuralsız doğası, Erdoğan’ın politik tarzına da yansıyor; diplomatik normlar, saygı, ahlaki değerler ve hukuki standartlar onun söylemlerinde sık sık göz ardı ediliyor. Tıpkı wrestling güreşçisinin hakeme vurması, rakibine ringin dışında saldırmaya devam etmesi gibi, Erdoğan da politik sahnede bu kuralsızlığın sınırlarını zorluyor.

Günümüz savaşlarında ordular karşı karşıya gelip savaşmıyor. Savaşı kompüterler yapıyor. Bu nedenle askeri bandolar işlevini yitirdi. Mehter takımları da şov amaçlı, nostaljik kostümlerle gösteriler yapıyor. Yani manevi sanılsa da mehter eğlence kültürünün bir parçası. İnsanları coşturmaya yaradığı düşünülüyor. Toplantılar öncesi Kuran okumalar gerçekten inançla mı ilişkili? Politika şov, gösteri, taraftarı eğlendirmeye hizmet ediyor. Erdoğan da mitinglerinde kabadayıca, şiddeti sevimli gösteren söylemleri bu şovun parçası. Nara atmalar, posta koymalar…

Berkin Elvan, Selahattin Demirtaş, Osman Kavala gibi isimler üzerinden yaptığı sert çıkışlar, düşene vurmayı, hukuku hiçe saymayı ve bu tavrını şov amaçlı sergilemeyi içeriyor. Demirtaş, Kavala’nın ‘hapisteyiz ve teslim olmadık’ demelerini bir yenilgi saydığından sürekli taraftarlarını bu insanlar kışkırtması… Bu yaklaşım, tıpkı bir wrestling güreşçisinin maçoluk ve kabadayılık sergileyerek seyirciyi etkilediği bir performans gibi. Şiddet, bu tür şovların her anında mevcut ve bu şiddet, Erdoğan’ın söylemlerine de çokça var. Bir gün Atina’yı, ertesi gün İsrail’i veya Avrupa’yı tehdit eden Erdoğan, bu tehditleri adeta bir wrestling şovu sosuyla servis ediyor.

Wrestling’deki “kontrol edilebilir kaos” durumu da Erdoğan’ın politik stratejisine benzetilebilir. Sürekli yeni gündemler yaratarak, tartışmaları ve krizleri kontrol altında tutma çabası, onun bu kontrollü kaos anlayışının bir yansımasıdır. Ayrıca, wrestling güreşçilerinin rakiplerini küçümsemesi ve hakaret etmesi gibi, Erdoğan da rakiplerine sıkça hakaret eder ve bu aşağılayıcı dili bir politik yöntem olarak kullanır. Televizyon programlarında tartışma kültürünün yerini alan sürekli bağırma, hakaret etme ve düello mantığıyla hareket eden sözde uzmanlar, bu gladyatör/wrestling yönteminin medya formatındaki yansımalarıdır.

Erdoğan’ın gücünü sürekli olarak sergileme ve rakiplerini aşağılama eğilimi, aslında bir güçsüzlük göstergesidir. Güçlü olan bir liderin kendinden emin olması beklenir; oysa Erdoğan’ın sürekli hakaretlere başvurması ve eleştirilerini bu kadar sert bir üslupla dile getirmesi, tam tersine, kendine güven eksikliğinin bir işareti olarak değerlendirilebilir. Özellikle Berkin Elvan gibi bir çocuğun ölümünden yıllar sonra bile saldırıya uğraması, bu güçsüzlüğün en belirgin işaretlerinden biridir. Formel gücü elinde tutan ancak gerçekten güçlü olmayan liderler, sıklıkla zulme başvururlar ve güçsüzlüklerini örtbas etmek için baskıcı yöntemlere yönelirler.

Anti-politika olarak tanımlanan bu yaklaşım, gerçek bir proje sunmak yerine, mevcut olanı eleştirmek ve karalamak üzerine kuruludur. Ordu, hukuk, eğitim gibi kurumların sürekli yıpratılması, bu anti-politikanın bir sonucudur ve bu sürecin sonunda liderin “ben her şeyi bilirim/yaparım” iddiası gelir. Bu durum, Erdoğan’ın politik sahnede kuralları hiçe sayan, şov amaçlı bir gladiatör gibi davranışını açıklayan temel unsurlardan biridir.

Hitler’in gençliğinde ressam olma hayaliyle yola çıkması ve bu alandaki başarısızlığı, onun içinde bir aşağılık kompleksi geliştirmesine neden oldu. Bu kompleks, zamanla kendini muhteşemlik ve yücelik arayışına dönüştürdü ve sonunda, insanlık tarihine damga vuran bir canavarın doğuşuna yol açtı. Hitler’in sanat dünyasında kabul görmeyen bir ressam olarak yaşadığı hayal kırıklığı, onu toplumun dışlanmış, öfkeli bir figürü haline getirdi. Bu dışlanmışlık duygusu, siyasi arenada bir tür intikam arayışına dönüştü ve nihayetinde dünya tarihinin en karanlık dönemlerinden birinin yaşanmasına neden oldu.

Benzer şekilde, Donald Trump’ın televizyon dünyasında yaptığı programlarda başarılı olmasaydı, bugün adını bile bilmeyebilirdik. Ancak bu başarının peşinde koşarken geliştirdiği kişisel hırs, onu daha büyük bir platforma taşıdı. Televizyonun şov dünyasındaki başarısı, onun halkın gözünde önemli bir figür haline gelmesine ve sonunda ABD’nin en güçlü koltuğuna oturmasına zemin hazırladı. Eğer televizyon programlarındaki başarısızlıklarıyla yüzleşmek zorunda kalsaydı, belki de siyasi arenada hiç yer almazdı.

Keşke futbolda biraz başarılı olsaydı. Şimdi bir televizyon kanalında futbol yorumcusu olarak sağa sola bağırır ve birilerine posta koyardı. Sevmeyenler başka bir youtube izlerdi ve böylece ondan kurtulurdu… Keşke ata binmeyi becerebilseydi. Samsun’a çıkan Atatürk pozuyla fotoğraflar çektirir ve bu fotoğraflarını torunlarına göstererek kahramanlıklarını anlatırdı… Her insan birilerine özenerek, birilerini taklit ederek gelişir. Ama bazıları özendikleri insanlar gibi olamadıklarında bu başarısızlığı ağır bir yenilgi sayıyor ve derin bir incinme yaşıyorlar. İşte bu incinme halka zulüm olarak geri dönebiliyor.

Şahap Eraslan kimdir?

1980’de cunta öncesi Almanya’ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berlin’de çalışıyor.


Artı Gerçek

Yorumlar kapatıldı.