Hafıza ve Gençlik projemiz kapsamında 13–16 Eylül 2023 tarihleri arasında İmroz adasına bir saha gezisi düzenledik. Proje katılımcılarından Uğur Yıldırım, gezi sonrasında İmroz izlenimlerine dair bir yazı kaleme aldı.
Uğur Yıldırım
Giriş
İmroz ya da günümüzde resmi adıyla Gökçeada bir yandan bilindik bir yandan da bilinmedik bir tarihe sahip. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi boyunca gördüğümüz, tanık olduğumuz, okuduğumuz trajedileri hatırlatan bir geçmişe sahip. Bunun yanında pek tanıdık olmayan bir tarihi de var İmroz’un. Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıllık tarihinin yarısından fazlasında müslümanların azınlıkta olduğu — hatta neredeyse hiç bulunmadığı — bir ada. Bu açıdan özel bir statüye de sahip. Bu özel statü, Lozan’ın 14. maddesi ile de korunan bir gerçeklik:
“Türkiye egemenliği altında kalan İmroz ve Bozca Adaları, yerel yönetim ve kişi ve malların korunması konusunda, yerli elemanlardan oluşan ve müslüman olmayan yerli halka her bakımdan güven verici özel bir yerel yönetimden yararlanacaktır. Bu Adalarda güvenlik ve düzen, yukarıda sözü geçen yerel yönetim eliyle yerli halk arasından toplanan ve yerel yönetimin emrinde bulunan bir polis tarafından sağlanacaktır.
Rum ve Türk nüfus mübadelesine ilişkin olarak Yunanistan ile Türkiye arasında yapılmış ya da yapılacak bağıtlar İmroz ve Bozca Adaları halkına uygulanmayacaktır.”[1]
Tabii bu maddede bahsi geçen özerklik statüsü herhangi bir zaman diliminde uygulanmıyor. Yine de 1960’lı yıllara kadar adanın bahsettiğim özel sosyolojisi korunuyor. 1960’lardan sonra ise devletin Türkleştirme politikaları, ada özelinde büyük ivme kazanıyor. 14 Ağustos 2014 tarihinde Agos’ta yayımlanan Uygar Gültekin imzalı habere göre:
İmroz’da Rumların maruz kaldığı hak ihlalleri üzerine çalışan avukat Erhan Pekçe, İmroz’un nasıl Türkleştirildiğine dair ayrıntılı MGK (Milli Güvenlik Kurulu) kararlarının yer aldığı bir belgeye ulaştı. […] Belge, İmroz’la ilgili kısa tarihi bilgi verdikten sonra Ada’da yaşayan Rumların ‘büyük Yunanistan’ idealinden hiç kopmadığını ve bunun için çalıştıklarını iddia ediyor. Belge, Cevdat Sunay’ın Genelkurmay Başkanı olmasıyla durumun fark edildiğini, 27 Mart 1964 yılı Milli Güvenlik Kurulu’nun 35. kararıyla Türkleştirme için alınması gereken tedbirler açık bir şekilde belirtilerek, yapılması gerekenler sıralanıyor.
Belgeden dikkat çekici ifadelerden bazıları şöyle ki, ‘İmroz Politikamızın Ana Fikri’ şu ifadelerle açıklanıyor: “35 sayılı MGK kararının incelenmesinden de anlaşılacağı veçhiyle, Ada’nın Türkleştirilmesi ve göçmenlerin tutunabilmesi için lüzumlu bütün ekonomik sosyal ve manevi şartların hazırlanması ve Rum emellerinin tamamen yok edilmesi için gerekli tedbirlerin alınmasıdır.”[2]
Bu amacı gerçekleştirmek için yapılan saldırılardan biri, Rum okullarını kapatmak oluyor. Agos haberinde bahsi geçen belgede ayrıca Rum okulları fesat yuvası olarak tanımlanıyor.[3] Bunun dışında adaya açılan bir açık cezaevi de var. Bir yandan da adanın iskana açılması yoluyla Rumların Türkiye Cumhuriyeti içinde mülksüzleştirilmesi politikası devam ediyor.[4]Stelyo Berber gezimiz sırasında yaptığı rehberlikte, her şeye rağmen 2000’lerde başlayan ve 2013 sonrası giderek yükselen bir geri dönüş trendinin az da olsa olduğunu da ifade ediyor.
İki Haç
Bu iki fotoğrafın ortak en azından iki özelliği var. Birincisi konumları, ikincisi de temelde fotoğrafları seçme sebebim olan dini semboller. Konumdan kastım tabii daha genel bir konum, yani Gökçeada sınırları içinde bulunmaları. Zira iki sembolün bulunduğu yerler farklı, dolayısıyla iki fotoğraf farklı konumlarda çekildiler. Birisi günümüzde adanın merkezi olan bölgedeki kent müzesinin arka bahçesinde çekildi. İkincisi ise Eski Bademli (Gliki) olarak bilinen köyde. İkisinin ortak konumu İmroz olduğundan fotoğraflar belli oranda aynı tarihsel akış içinde. İkinci ortak özellik olan sembol ise Hristiyanlığın bir sembolü olan haç. Şimdi ikisini de bence ilginç yapan konumlarına ve materyallerine değinmek istiyorum. İlk fotoğraftakinin kent müzesinin arka bahçesindeki bir taş olduğunu ve bunun üzerinde bir haç bulunduğunu yazmıştım; buna dair söyleyenecek şeyler tabii ki Gökçeada’nın tarihi ile direkt olarak ilişkili. Kent müzesinin işlevi, amacı ve anlattıkları ile dışarıda bıraktıklarını da güzelce ayırıyor diye düşünüyorum. Anlatılanlar içinde Rum nüfusa dair çok az şey bulduğumuz bu kent müzesi, bir grubun yaşam biçimini ya onların elinden alıyor (anonim olarak paylaşılan Rum anıları) ya da onlardan hiç direkt olarak bahsetmiyor. Yani seçici bir geçirgenlik var; müzeye girebilen ile giremeyen arasında bir ayırma işlemi var. Bu taş ve benzeri birkaç taş daha (üzerinde yine bir haç, bir tane de Yunanca yazılar olan taş) müzenin yanına kadar gelebilmiş ancak dışında bırakılmış olanlardan.
İkinci haç ise tam tersi bir duruma işaret ediyor. Müzedeki taşın — özellikle bu tip tarihi anlatma/hafızalaştırma amacı taşıyan müzelerin — bir tür geçmişten geleni gösterme amacı var. İkinci haç ise — en azından ben öyle düşünüyorum ki — çok da eski olmayan bir haç. Üzerinde bulunduğu ev Bademli köyünde bulunan terk edilmiş bir ev. Yani elimizde terk edilmiş bir ev ve onun içinde bulunduğu görece terk edilmiş bir köy var. Bu evin üzerine ise bir haç çizilmiş. Çizilmiş diyorum, çünkü tebeşir izine benzer bir iz var. Çok eski olmadığını da buradan tahmin ediyorum, sonuçta Gökçeada denizin ortasında bir ada, rüzgar veya yağmur gibi birçok doğal etkiyle kolayca aşınabilecek bir çizim var önümüzde. İlk fotoğraftaki müzeye giremeyen taştan farklı olduğu nokta, bu haç işaretinin şu andan — ya da yakın tarihten — olması. Yani bir geçmişi getirme özelliğinden çok, şimdiyi gösterme özelliği taşıyor gibi. İkinci haç bu açıdan da bize başka bir şey anlatıyor. Temsil ettiği hakikat, Rumların hala Gökçeada’da var olduğu, bu hayatın hâlâ burada devam ettiği. Bir açıdan Gökçeada’nın hâlâ İmroz olduğunu gösteriyor gibi.
İki Köy
Haçlardaki farkın özünü yine aynı şekilde köylerde de görebiliyoruz aslında. Gezimiz dahilinde birçok köyü görme fırsatımız oldu. Benim açımdan iki köy özellikle etkileyiciydi. Bu köylerden biri Dereköy, orijinal ismiyle Sxinúdi; diğeri ise Zeytinliköy, ya da orijinal ismiyle Ágioi Theódoroi.[5]Dereköy, müzedeki haç sembollü taş gibi geçmişten gelen bir hikâye anlatıyordu. Boş ve/veya yıkılmış evler, neredeyse tamamen terk edilmiş bir köy. Zeytinliköy ise tam aksine, bize adada hâlâ yaşam olduğunu gösteren bir köydü. Sokaklarında Rumca konuşulan, Rumca eğitim veren okulları ve kiliseleri faal olan bu köyde bir anlamda “Türkiye’de değilmiş gibi” hissettim. Tabii bu hissi de açmak lazım, neden böyle bir his yaşadım? Özellikle tarihten bir örnek de var hatta, Özgür Kaymak’ın 2014’te bianet için kaleme aldığı yazıya göre dönemin gazetelerinden birinde şöyle bahsediliyor İmroz’dan: “Türk’tür burası ama Türk kokmaz, ezan sesleri yerine çan sesleri duyarsınız, sanki Türkiye’den ayrı meçhul bir diyardır.”[6]
Bu alıntıda bahsi geçen adayı Türkiye’den farklı bulma durumu ile benim adayı farklı bulmam arasında bir fark olduğuna inanıyorum. Yazar burada bir çağrı yapıyor, bir çelişki olduğuna işaret ediyor. “Türk diyarında nasıl ezan okunmaz, Türkçe konuşulmaz!” diye yakınıyor. Türkleştirme ve Müslümanlaştırma çağrısı yapıyor. Türkiye onun için Türk ve Müslüman unsurların olduğu bir yer. Peki benim için ne yaşanıyor da, bu kişiyle aynı cümleyi kuruyorum? Yani Türkiye nasıl bir yer ki, Türkçe duymamak ve Rumca duymak beni başka bir yerde gibi hissettiriyor? Mesela, Berlin’e giden biri de Berlin’i anlatırken sokaklarda sık sık Türkçe ve İngilizce duyduğundan bahsetse bile sırf bu nedenle “Almanya’da değil gibiyim,” demez diye düşünüyorum. Bir şekilde Berlin o yer olmuştur. Yani Berlin zaten Türkçe de İngilizce de Arapça da Almanca da duyulan yerdir artık. O halde buradaki sorun başka bir sorun. Buradaki sorun, Türkiye’nin ifade ettiği şeyin zihnimde buna izin vermeyen bir yer oluşuyla ilgili. Yani İstiklal Caddesinde Kürtçe şarkı söylemenin de facto yasaklanması[7] veya Arapça tabelalarla ilgili düzenlemeler yakın dönemden ilk aklıma gelenler.[8] Yani Gökçeada’nın bana Türkiye gibi gelmemesinin sebebi, Türkiye Cumhuriyeti’nin hem geçmişi hem de bugünüyle bu çoğulculuğa izin vermemesi. Kamusal alanın homojenliğine dair takıntı, hiç bitmeyen bir Müslümanlaştırma ve Türkleştirme projesinin tezahürü. Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi kitabında Türklük Sözleşmesini önceleyen daha geniş bir sözleşmeden söz eder. Bu sözleşmeyi de Müslümanlık Sözleşmesi olarak tanımlar:
Müslümanlık Sözleşmesi, Türklük Sözleşmesi’nin tarihsel ve gündelik mahiyetini anlamak açısından kritik bir öneme sahip; çünkü Türklük Sözleşmesi’nin temelini oluşturan Müslüman bir devlet ve millet, Osmanlı Müslümanlarının Osmanlı Gayrimüslimlerini çeşitli biçimlerde tasfiye ettikleri bir Müslümanlık Sözleşmesi çerçevesinde inşa edildi.[9]
Yani Türkiye gibi olmamak aslında iki ayrı durumu göstermek için kullanılıyor. Alıntı yapılan bağlamda, Kürtçe şarkı söylemeye ve Arapça tabelalara tepki Türkiye olmamak, Türkleştirme/Müslümanlaştırma çağrısıyken, diğer kullanımda Türkiye’nin tam da bu politikaları nedeniyle baskıcılığına ve devlet şiddetine gönderme yapıyor. Ancak sanıyorum ki ikisinin de ortak bir çözümü var; bu iki taraf da birlikte yaşamaya inanmıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin bu algısının değişmesi de demokratik ilkelere bağlı ve çoğulculuğun korunduğu bir gelecekte mümkün. Yukarıda alıntıladığım metni kaleme alan gazeteci şiddet çağrısı yapıyor fakat diğer konum da Türkiye’yi çoğulcu bir yer olarak düşünmekten uzak gibi duruyor. Bunu değiştirmek gerektiğine inanıyorum. Deutsche Welle’nin hazırladığı “İmroz nasıl Gökçeada oldu? Adanın Türkleştirilme süreci” başlıklı video haberde[10] Yorgo Zarbozan kendisinin ve adanın Rum nüfusunun Türk vatandaşı olduğunu vurgulayıp, Kıbrıs’ta yaşananlar için zamanında kendisinin sorumlu tutulmasını garipsediğini belirtiyor. Birlikte yaşamanın imkânlarını görebilmek adına bu “garipseme” durumunu belki de geri kazanmak gerekiyor.
https://hakikatadalet.medium.com/türklük-sözleşmesi-sınırında-bir-ada-i̇mroz-6a377e6ef374
İlk yorum yapan siz olun