Mustafa Armağan
Hüseyin Nihal Atsız (1905-1975) yalnız Türkçülük ideolojisinin yılmaz kalemi olmakla değil, meslekten bir tarihçi olarak mazimiz hakkında dikkate değer değerlendirmeleriyle de hatırlanacak ve tartışılacaktır. Umumi Türk tarihi hakkındaki yorumları yanında Osmanlı tarihini de iyi bilen ve yorumlayan Atsız’ın henüz Tek Parti idaresinin hüküm sürdüğü 1942 yazında Tanrıdağı dergisinde iki parça halinde neşrettiği “Osmanlı padişahları” başlıklı cüretkâr makalesi, CHP iktidarının şedit baskısı altında inleyen basınımızda Osmanlı padişahları, özellikle de yazımızda ele alacağımız Sultan II. Abdülhamid hakkında ilk kez cepheden bir savunma olması bakımından ayrı bir önem taşır. Atsız, padişahların Ali Canip Yöntem gibi bir edebiyat tarihçisi tarafından liseler için yazılmış 1926 yılından beri okutulmakta olan Edebiyat ders kitabında istihfafla anılması ve toptancı bir hükümle “gafil ve biçare” diye yaftalanması karşısında şiddetli bir tepki göstererek hemen bütün padişahları aklamaya yönelmiştir.
Yazının tamamı üzerinde durmak gerekirse de, onu başka bir vesileye bırakarak burada Sultan II. Abdülhamid’i ilk kez cepheden savunan kısmını o devrin dili ve imlasıyla yayınlamak ve ardından tezlerini netleştirmek, daha önemlisi, aynı yazıyı yıllar sonra içerisinde neşrettiği Türk Tarihinde Meseleler (ilk baskı 1966) adlı kitabındaki tadil ve ilaveleri ihtiva eden halini sunmak istiyorum. Böylece meseleye vukufu olmayanların aynı metin zannettiği her iki yazı arasındaki farklar net bir şekilde görülmüş olacaktır. Böylece bir yazarın aynı metni çeyrek asır sonra kitaplaştırırken nasıl geliştirdiğini, aynı zamanda fikirlerini Tek Parti’nin haşin baskı döneminde ne kadar dikkat ve ihtiyatla dile getirmiş olduğunu, dillerin nispeten çözüldüğü bir dönemde yazının ilk halinden farklı olarak hükümlerinin nasıl sertleşip keskinleştiğini görme imkânını yakalayacağız.
Tabii müellifin yazısının dilini nasıl kendi eliyle sadeleştirmek zorunda kaldığını ve bu suretle kelimelerindeki ifade kudretinin nasıl vazodaki bir çiçek gibi solduğunu da misalleriyle teker teker göstermek isterdim ama o vazifeyi edebiyat tarihçilerine tevdi ediyorum. Halid Ziya Uşaklıgil’in romanlarını iki kez sadeleştirme trajedisini içi kan ağlayarak yaşadığının henüz unutulmadığı bir ülkede bu sahanın uzmanları ve okurları için münbit olduğunu kimse inkâr edemez.
Şimdi ilk olarak Atsız’ın, Dr. Rıza Nur’un Türkiye’ye döndükten sonra çıkardığı Tanrıdağı dergisinin 17 Temmuz 1942 tarihli 11. sayısında neşredilen yazısını okuyalım:
Atsız’ın 1942 yılındaki
Sultan II. Abdülhamid çıkışı
“İkinci Abdülhamidise hem lehinde, hem aleyhinde söylenecek çok söz vardır. Onun hakkında târihî ve ilmî bir tenkid yapılmamışdır. Meşrutiyetden beri vur abalıya kabilinden aleyhinde söyleyib yazmak moda olduğundan Abdülhamid’in eşsiz derecede fena ve kan dökücü, zâlim bir pâdişah olduğu kanaati uyanmışsa da, bu yanlışdır. Sultan Aziz zamanında yapılan borçların üçde ikisini ödeyen odur. Geri kalan üçde biri de yıllardan beri hâlâ ödemekde olduğumuz borçlar arasındadır. Sonra Abdülhamid zamanında açılan mekteplerle yapılan ilmî neşriyat şaşılacak kadar çokdur. Aleyhindeki kanaata rağmen, hemen hiç kimseyi îdam etdirmemişdir. Hattâ kendisine suikasd yapanları bile… Hürriyetci Tıbbiye ve Harbiye talebesinin denize atıldığı hakkındaki rivâyetler iftiradır. Onun en büyük cezası, sürgün etmekdi. Nâmık Kemal’in türbesini yapdırmak büyüklüğünü de göstermişdir. İçerinin bozgunculuğuna, dışarının kötü niyetine ve fırsat kollamasına rağmen, nüfusunun ancak üçde biri Türk olan bir imparatorluğu 32 yıl dağılmadan koruyub idare etmesi, siyasî dirayetini gösterir. Onun en büyük kusuru, orduya ve donanmaya manevra yapdırmamasıdır. Bununla beraber Abdülhamid hiç kimsenin görmediği bir hakikati çok evvelden görmüşdür: İlk Mebusan Meclisini kapatması, memleketin selâmeti bakımından doğru bir hareketdi. İkinci Meşrutiyetde meclis açılıb meb’uslarla konuşduğu zaman: “Geçen meclisdeki gayrimüslim mebusların hemen hepsi Avrupa’da tahsil görmüş insanlar olduğu halde bizimkilerin çoğu ümmî idi. Bu hâliyle mebuslarımız gayrimüslimlerin tezviratına ve devleti baltalamasına mukavemet edemezlerdi. 30 yıldan beridir birçok mektepler açarak Müslüman halkı aydınlatmağa çalışdım. Bilmem kâfi gelecek mi? Allah muvaffak etsin” demesi doğru görüşüne delildir. Bunun doğruluğunu anlamak için, İkinci Meşrutiyet meclisindeki gayrı Türk unsurların küstahça ve rezilce hareketlerini ve sözlerini hatırlamak yetişir.
Şimdiye kadar neşriyatla Abdülhamid’e çok haksızlık yapıldı. Halbuki onun samimî ve doğru taraflarını da belirtmek, ilmî ve vicdanî bir vazifedir. Sonra saray bahçesindeki hademelere iş gördürürken, içlerinden birinin beceriksizliği üzerine ona “Eşek Türk” deye bağıran ve galiba Arnavud olan bir saray memuruna karşı pencereden “,…..Efendi: Ben de Türküm” deye bağırarak o memurun bayılmasına sebeb olan hâdise?.. Sonra, yine Abdülhamid’in bir takım jestleri vardır ki cidden şâhânedir. Bunlardan biri, tahtdan indirildiğini kendilerine bildirmek üzere giden ve içlerinde gayrimüslimler de bulunan heyeti sükûnetle dinleyib kabul etdikden sonra: “Pek güzel: fakat ben aynı zamanda halifeyim. Bir halifeyi hal’etmek için bu gayrimüslimlerle birlikde gelmeğe utanmadınız mı?” demesidir. Bir halifeyi değil, sâdece bir pâdişahı bile gayrimüslimlerle tahtdan indirmenin kepazeliğini düşünürsek, Sultan Hamid’e hak vermemek elden gelmez. İkinci jest: Geçen Cihan savaşında düşman donanması Çanakkale boğazını zorlarken ve durum buhranlı iken, hükûmet ihtiyaten pâyıtahtı Anadolu’ya göçürmeğe karar vermiş ve pâdişah Beşinci Mehmed, Talât Paşa’nın (o zaman Talât Bey) reisliğinde bir heyeti Abdülhamid’e göndermişdi. Heyet, İstanbul’un boşaltılacağını söyleyerek, Abdülhamid’i hiç kırmadan, kendisinin de hükûmetle birlikde Konya’ya gitmesi gerekliğini anlatacakdı. Abdülhamid, Talât Paşa’yı sükûnetle dinledikden sonra, şu cevabı vermişdir: “Muhterem ceddim Fâtih Hazretleri İstanbul’u alırken son Bizans imparatoru şehirden kaçmağı düşünmemiş, ordusu başında ölmüşdü. Biz, Bizans imparatorları kadar da mı olamıyoruz ki şehri bırakmağı düşünüyoruz? Osmanlı hânedânı İstanbul’u terkederse, bir daha oraya dönemez. Muhterem biraderime selâmlarımı söyleyin, İstanbul’dan bir adım bile dışarı çıkmam!”. Abdülhamid’in bu tecellüdü üzerine İstanbul’un boşaltılmasından vazgeçilmişdir. Bir devlet reisi hakkında hüküm verilirken, onun iyi ve kötü tarafları aklın, ahlâkın ve millî menfaatlerin terazisine vurularak devlete ne faydası veya zararı olmuş mudur, buna bakılır ve buna göre hüküm verilir. Halbuki şimdiye kadar kat’î olarak iddia edebiliriz ki Abdülhamid o kadar fena bir pâdişah değildi. Yâni bu kadar fena gösterilmek istenen Abdülhamid bile gafil ve biçâre değildi.” (Devam edecek)
https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/mustafa-armagan/bir-atsiz-iki-abdulhamid-1-40443.html
İlk yorum yapan siz olun