1850’li yıllardan sonra Diyarbakır hem ipek kozası üretimi hem de dokumasında zirve yıllarını yaşadı. Restore edilip ziyarete açılan Cemil Paşa Konağı’nın bir kısmı ipek ve puşi atölyesi olarak kullanılıyordu. Bu atölyenin ustabaşısı ise, sanatçı Udi Yervant Bostancı’nın babası Hagop’tu. O yıllarda Cemil Paşa Konağı ile Meryem Ana Kilisesi’nin olduğu sokak arasında Sinek Pazarı denilen bir semt bulunurdu. Diyarbakır’ın büyük atölyeleri genelde bu semtte toplanmıştı. Ali Paşa ve Behram Paşa mahallelerinde evler atölye olarak kullanılırdı. Koza üretimi genelde ailece yapılan bir işti ve evlerde yapılırdı. Peki sonra ne oldu? Kötü şeyler oldu…
Kaynaklar MÖ 2600’lü yılları gösterir. Yer Çin. Rivayet odur ki; Çin İmparatoru bir tırtılın kendi kozasını ördüğünü keşfeder. Oturup bir tırtılın günlük hayatını izlemeye vakti el vermediği için karısına tırtılı izleme görevi verir. Karısı görevi gereği tırtıldan gözünü ayırmaz, dut yaprağı yedikten sonra koza örüldüğünü, bu kozadan ip çekildiğini görür ve bununla denemelik bir kaftan diker. Bu kaftanı çok beğenir ve hikâye böyle başlar.
İpekböcekçiliğinin Anadolu’ya gelişi ise 550’li yıllara tekabül eder. Bu tarihten 16. yüzyıla kadar özellikle İran’dan gelen ham ipek kervanları Bitlis’ten sonra Diyarbakır veya Mardin üzerinden iki yol ayrımı ile karşılaşırlar. Buradan ya Halep’e gidip mallarını orada satacaklar ya da Diyarbakır ve Mardin’de dokuma atölyelerine satacaklar. Üçüncü bir yol da Bursa, İstanbul, Tokat, Amasya illerine devam edip oradaki dokuma atölyelerine satmak. KPSS’de bu yola İpek Yolu denir. Bu şehirler elbette sadece transit görevi görmez, üretimin de merkezi olacaktır. Osmanlı toprağı içinde üretilen ipek dokuması ise Avrupa pazarında satılacaktır. Tüm bu yolların kesişim noktası ise Diyarbakır.
1800’lü yılların başına kadar Diyarbakır’da 1500 kadar dokuma atölyesi çalışır. Ne var ki atölyelerin ham ipek talebi tam olarak karşılanamaz, zira ham ipek İran’dan ve Çin’den geliyordu. Bu dışa bağımlılığı sonlandırmak için yüzyılın ortasına doğru seferberlik başlatılır.
Diyarbakır, dut yetiştiriciliği için çok uygundur. Amasya’da 5 yılda verim alırken dut ağacı, Diyarbakır’da üç yılda. Amasya’da dut ağaçları daha kısa sürede verim azaltırken Diyarbakır’daki ağaçlar daha uzun ömürlüdür. Osmanlı’ya bu bilgiler ışığında belgeler gider gelir, müfettişler gönderilir. Karadeniz’den kenevir ve keten yetiştiricisi iki usta Diyarbakır’a gelir. Amasya’dan ipek dokuma ustası istenir, Diyarbakırlı eşrafın şartı vardır bu iki usta ile ilgili; “dut fidanı yetiştirmesini iyi bilecekler” yazar taleplerinde. Diyarbakır Valisi Ahmet İzzet Paşa, bu eğitmenlerin tüm yol masraflarını ve maaşlarını halkın ödemeye hazır olduğunu da ekler talep yazısına.
Dut ağaçları için teşvik verilir, fidanlar ücretsiz dağıtılır, eğitimler verilir, Karadeniz’den getirilen iki öküz arabası imalatçısı neredeyse her hafta bir yeni atölye açar. Hevsel Bahçeleri’nin tüm sınırı dut ağaçları ile doldurulur. Sur dibine dut ağaçları ekilir. Mardin Kapı ile On Gözlü Köprü arasındaki yola iki sıra dut ağaçları ekilir. Kulp, Lice, Silvan’da dut ağacı ekenlere vergi imtiyazları tanınır. Çok kısa bir süre sonra bu üç ilçe dut ağacı ormanına dönüşür. Fiskaya’ya boydan boya dut ağaçları ekilir. 1914 yılına gelindiğinde Diyarbakır’da sadece şehir merkezinde dut ağaçları 2.750 dönümlük bir yer kaplamaktadır. Koza yetiştiriciliği ve dokumadan elde edilen gelir devletin öngördüğünden fazla olur. Osmanlı, 60 bin kuruşluk Harir öşrü (vergi) karşılığında ihaleyi Vatagaroğlu Ohannes’e, Keşiş oğlu Mikail’e ve Beşiktaşlı oğlu Barnanaz’a verir. Ancak bu miktarın çok üstünde gelir elde edilir. Fazla üretim Diyarbakır mal sandığına teslim edilir Vatagaroğlu Ohannes ve arkadaşları tarafından.
1850’li yıllardan sonra artık Diyarbakır hem ipek kozası üretimi hem de dokumasında zirve yıllarını yaşar. Restore edilip ziyarete açılan Cemil Paşa Konağı’nın bir kısmı ipek ve puşi atölyesi olarak kullanılır. Bu atölyenin ustabaşısı ise, sanatçı Udi Yervant Bostancı’nın babası Hagop’tur. (Yakup).
O yıllarda Cemil Paşa Konağı ile Meryem Ana Kilisesi’nin olduğu sokak arasında Sinek Pazarı denilen bir semt bulunurdu. Diyarbakır’ın büyük atölyeleri genelde bu semtte toplanmıştı. Ali Paşa ve Behram Paşa mahallelerinde evler atölye olarak kullanılırdı. Koza üretimi genelde ailece yapılan bir işti ve evlerde yapılırdı.
Bu kadar koza üretimi olur da, koza borsası ve koza hanı olmaz mı? Mardinkapı ile Balıkçılarbaşı arasında Koza Hanı artık yok maalesef. Balıkçılarbaşı’nda hâlâ aktif olarak postane hizmeti veren Balıkçılarbaşı Postanesi o yıllarda koza borsası olarak kullanılmış. Urfakapı’daki İpek Hanı ise artık yok.
1888-1905 arasında Bursa İpek Böcekçiliği Enstitüsü’nden mezun olan 1200 küsur öğrenciden 7’si Diyarbakırlıymış.
1904 yılında Diyarbakır’da birinci Ziraat ve Sanayi Sergisi yapılmış. Sergide en büyük emeği Diyarbakır’ın ünlü çarşafçısı ve li kumaş üreticisi Agop vermiş. Agop yetkililerden madalya ve taltif almış.
Bu tarihten sonra işler ters gitmeye başlamış. İpek öşrüne yapılan aşırı yüksek zamlar dokuma atölye sahiplerinin ve koza üreticilerinin bir kısmının işi bırakmasına yol açmış. Hastalıklar karşısında yöneticilerin müdahalesinin yetersizliği, dut ağaçlarının sulanması için yapılması gereken su yollarının kaynak yetersizliği yüzünden yapılmaması, artan hırsızlık vakalarına karşı önlemlerin etkili olmaması koza üreticilerinin ve atölye sahiplerinin gelirlerini düşürmüş, vergilerin ödenmesinde zorluklar yaşanmış.
Yine de bu kadar büyük bir sektörü bitiren, bu aksilikler değilmiş. Daha büyük olaylar olmuş. 1910’lu yıllar. Siyasi gerilim topluma sirayet etmiş. Ulu Cami’nin solunda bulunan çarşı yakılmış, çarşıya hâlâ yanık çarşı anlamında Kürtçe Çarşiya Şêwitî deniyor.
Çarşıda başlayan yangın silsilesi Mardinkapı’da bazı dükkânların yanmasıyla devam etmiş. Yangının yılı 1914. Hristiyan dükkân sahipleri o yıldan sonra dükkânlarını açamaz olmuşlar.
1915’e gelindiğinde ise Diyarbakır’ın Ermeni sakinleri için geri dönülmez bir karanlık başlamış. Koza üretimi ve dokuma atölyelerinin büyük bir bölümü Ermeni ustaları ve ailelerinin emekleriyle kurulmuş ve büyümüştü. Özellikle koza üretimi evlerde ailece yapılan bir işti. 1915 yılında alınan tehcir kararıyla şehrin esnafları, ustaları, ustabaşıları, ara elemanları, çırakları, tüccarları, dokuma boyacıları, atölye sahipleri, dut ağacı bakıcıları, aileleri, çocukları istemedikleri o korkunç yolculuğa çıktılar ve bir daha dönmediler.
Onlardan kalan bu birikime ise el konuldu… 1915’te Tırpancıyanların ipek fabrikasına Diyarbakır eşrafından iki ailenin el koyması gibi. Bu fabrika modernleştirildi ama çöküş durdurulamadı. Çünkü gidenler sadece ustalar, ustabaşılar değildi. Siyasi gerilimden haberleri olmayıp, evlerinde koza üretimi yapan kadın, çoluk, çocuk da gönderildi.
Atölyeler kapatıldı, tezgâhlarda üretim durdu. Hatta dut ağaçları şehri kirlettiği için kesilmeye başladı.
Sonra sırayla Sinek semti kayboldu, Koza Han ve İpek Han yıkıldı, koza borsası bitti.
Yeni cumhuriyetin kalkınma hamlesi olan İzmir İktisat Kongresi’nde Diyarbakır’daki koza üretimi ve ipek böcekçiliğinin tekrar canlandırılması için bir dizi kararlar alınıp uygulandı. Dar’ül Harir Mektebi bu kararların uygulanması için açıldı 1937 yılında, şimdinin İstasyon Caddesi’nde artık olmayan Şayak Fabrikası’nda. Eğitim kalitesi dönemine göre çok çok yüksekti. Sadece dokumacılık dersi verilmiyordu, dut ağaçları için tohum dersi, hastalıklara karşı ziraat dersleri de veriliyordu. Ancak yine de ipek dokumacılığında başarıya ulaşılamadı.
Sebebi…
1937 yılı, okul ilk mezunlarını verdi. Okulda ikinciliği Yervant Tırpancıyan hak etti. Ödül töreni günü, Yervant sahneye ikincilik belgesini almak için çağrılacaktı. Çağrılmadı.
Onun yerine yüksek ziraat mühendisi bir genç sahneye davet edildi ve belge ona verildi. 1904 yılında Agop’a başarılarından ve emeğinden dolayı madalya veren akıl değişmişti çünkü. Yervant’ın kırılan kalbini tamir etmediğimiz için de iki yakamız bir araya gelmiyor. Dutlar yeşermiyor, ipek kozaları üzerlerinde yuva yapmıyor…
Daha detaylı bilgi edinmek isteyenler;
Osmanlıdan Günümüze Diyarbakır, Ensar Yayınları
İlk yorum yapan siz olun