İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Livaneli’nin kaleminden “Kaplanın Sırtında”: Ya Abdülhamit İslamcıların anlattığı gibi biri değilse? 

NURİ GÜNAY

Zülfü Livaneli’nin, 2. Abdülhamid’in Selanik’te geçen sürgün yıllarını anlattığı romanı “Kaplanın Sırtında” bir süre önce okuyucuyla buluştu. Tarihi romanlar sanırım cazibesini hiç yitirmeyecek. Hele hele söz konusu tarihi şahsiyet sürekli gündemde olan bir padişah olunca, romanın ilgiye mazhar olması çok doğal. Ama bu durumun yazarın işini kolaylaştırdığı düşünülmemeli. Kurgu da olsalar, tarihi şahsiyetlerle ilgili yazılan romanların gerçeği çarpıtmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Üstelik bu yetmez, tarihi gerçekleri saptırmamak adına ortaya kupkuru, okuyucuya keyif vermeyen bir eser de çıkabilir. Roman bu iki duruma da düşmemeyi başarmış.

Hakkında pek çok kitap yazılan, filmlere, dizilere konu olan, siyasetin rutin tartışması ve saflaşma konusu haline gelen bir padişahtan bahsediyoruz. 2.Abdülhamid’i arşı alaya çıkartan da yerin dibine sokan da sayısız metin bulunuyor. Livaneli bunların arasına bir tane daha eklememeyi tercih etmiş, bence iyi yapmış.

TAHTTAN SÜRGÜNE…

Hikâye 33 yıllık istibdat yönetiminin ardından, 24 Temmuz 1908’de anayasayı tekrar yürürlüğe koymak zorunda kalan padişahın, bir yıl sonra gerçekleşen 31 Mart Ayaklanması sonrası tahttan indirilmesi ve Selanik’e sürgüne gönderilmesiyle başlıyor. Padişahın ailesiyle birlikte, 3 yıl bahçesine bile çıkamadığı Alatini Köşkü’nde kendisiyle ilgilenmesi için görevlendirilen Askeri Hekim Atıf Hüseyin Bey’le yaptığı sohbetlerle ilerliyor. Biz de roman ilerlerken bazen padişahın çocukluğuna, gençliğine gidiyoruz. Annesine, ilk aşkına dair hislerine tanık oluyoruz. İttihatçı Atıf Hüseyin Bey Abdülhamid’e itidalli sorular soruyor. Abdülhamid, Ermeni Katliamlarından, Mithat Paşa’nın katline, kendine yönelen suikastten, muhalefete dönük baskılara kadar pek çok soruya cevap veriyor. Yaptıklarını yapmaya bir nevi mecbur olduğunu anlatıyor. Aynı zamanda padişahın hem tahttayken hem de sürgün köşkünde yaşadığı korkuya, şüpheciliğe, güvensizliğe, öldürülme korkusuna şahit oluyoruz. Selanik’in kaybedilmesinin hemen öncesinde devrik padişahın tekrar İstanbul’a getirilişiyle roman son buluyor.

OSMAN BEY’DEN BERİ SÜREN KAPLANIN SIRTINDA OLMA HALİ

“Doğar doğmaz kaplanın sırtına koymuşlar beni” diyerek romanı bizzat başkahraman Abdülhamid başlatıyor. “Durum benim tercihim değil, diye düşünüyor. Her insan kendi seçmediği bir ailede, seçmediği bir kaderle dünyaya gelir; bizimki de kaplanın sırtında doğmak bir bakıma. Kaderi değiştiremezsin.”

Afrikalılara ait olduğu söylenen “Leoparın kuyruğunu tutma, tutarsan da bırakma” atasözü aklıma geliyor.

İktidar, dünyanın her yerinde kaplanın sırtında olmak yahut leoparın kuyruğunu tutmak demek. Osmanlı devlet sistemi, padişahlar, hanedan, şehzadeler ve hatta bütün devletliler düşünüldüğünde gerçekten eteğinizin öpülmesiyle soluğunuzun kesilmesi arasında kıldan ince bir çizgi var.

Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren iktidarda olmayı “kaplanın sırtı” metaforuyla tarif edebiliriz. Tahtta kalmak için her türlü mücadeleyi vermek bütün şehzadelerin “doğal hakkı”, iktidar da hanedanın malı. Dolayısıyla bütün taht mücadelelerinde tahtı ele geçiren “haklı” sayılıyor. Kardeşlerini, amcalarını, bazen babalarını katletseler bile. “Kardeşlerini nizâm-ı âlem içün katl etmek münâsibdir.” rejimidir bu ve devletin “bekası” için kardeş katli dahil her şey mubahtır. Çeşitli tarihçiler için bu, devleti de güçlü kılan etmenlerden biridir.

Devletin başına geçmek en önemli başarı sayıldığından geri kalan her şey teferruattır. Osman Bey’in amcası Dündar’ı öldürmesiyle başlayan yaklaşık 600 yıllık tarihin son padişahı olarak 2. Abdülhamid’i sayarsak yanlış olmaz. Bütün padişahların tahta oturma süreçlerinde kaderleri aynı zamanda başkalarının elindeyse de çoğunlukla iktidardayken iradeleriyle pek çok şeye yön verdiler. 2. Abdülhamid bunun en son ismidir,  sonrasında gelen iki padişah için bundan söz edemeyiz.

Bu kanlı taht mücadelesi tarihini bilen, bu gerçekle hayatını sürdüren bir insanın psikolojik halini anlamak bizim gibi sıradan insanlar için sanırım biraz zor. Romanda bu halden kaynaklı asla “iyi” olamayacak bir insanın vaziyetini de görebiliyoruz. Yönetme biçimini tamamen bu ruh hali belirlemiş denemez ama attığı her adımda da bu vaziyetin etkisinin olduğu ortada. Korku, evham, vesvese gibi duyguları besleyecek suikast gibi çok somut girişimlerin de olduğu bir başka gerçek.

İLANI ŞARTIYLA TAHTA OTURUP ANAYASAYI RAFA KALDIRMAK

Abdülhamid, gerçekte olduğu gibi romanda da gençlik yıllarını, tahtın uzak bir hayal olduğu duygusuyla yaşar. Padişah amcası Abdülaziz intihar süsü verilmiş bir cinayetle öldürülür. Kardeşi 5. Murat tahta çıkar ama ruh halinin yerinde olmaması gerekçe gösterilerek tahttan uzaklaştırılır, Çırağan Sarayı’na kapatılır. Abdülhamid, anayasayı ilan etme sözüyle iktidar sahibi oluvermiştir. Fakat Balkan Savaşları bir bomba gibi iktidarının kucağına düşer. 23 Aralık 1876’da ilan edilen Kanun-i Esasi, 13 Şubat 1878’de rafa kaldırılır. Zaten özünde baskı rejimiyle yönetilen devlet demokratikleşmeye dönük adımlara böylece ket vurur. Anayasa gibi esaslı bir adımın ardından istibdat dönemine girilir. 2. Abdülhamid’in eleştirilerin odağına koyulmasının en büyük sebebi demokrasiye doğru atılan adımları 33 yıl durdurmuş olmasındandır.

Aslında imparatorluk açısından farklı olan Abdülhamid’in tutumu değildir. O da pekâlâ bütün ataları gibi Osmanlı coğrafyasını mülkü olarak görür. Tahtın sahibi olarak bütün tebaa onun kullarıdır. Padişahın düşünme biçimini romanı okurken hissediyoruz. Farklı olan, batıdan epey geç bir tarihte de olsa Osmanlı coğrafyasında yükselen, ilhamını Fransız İhtilalinden alan siyasi akımların iktidara yürümesidir. Yüzyıllar boyunca devlete yüzlerce kez isyan edilmiştir ama iktidarı hedefleyen kapsamlı bir siyasi hareket bu yüzyılda ortaya çıkabilmiştir. 

Abdülhamid siyasi muarızlarına, mirasını devraldığı atalarının ezberlerini günün koşullarına uygun hale getirerek cevap verir. Saray hapsinden çıkıp oturduğu tahtta hem devletin ve iktidarının devamı için siyaset üretir, hem de iktidarda olmanın keyfini sürmeye çalışır.

ABDÜLHAMİD’İN TAŞIDIĞI İSLAM SANCAĞI MIYDI?

Padişah İslamcılık dâhil olmak üzere her tür politikayı, pragmatist biçimde hayata geçirir. Devleti savaşa sokmamaya çalışır, denge politikası güder, mümkünse diğer devletleri birbirine düşürmeye gayret eder. Romanda, İttihatçı hekime bunu en büyük meziyetlerinden biri olarak anlatır. Muhaliflerinin kafasını kaldırmaması için baskı, sürgün başta olmak üzere her şeyi yapar. Bir taraftan da başkent içinde başka bir başkent kurarak müzikle, tiyatroyla, edebiyatla, fotoğrafla uğraşır. Geleneksel Osmanlı sanatlarına ilgi duyduğuna dair dikkate değer bir bilgi yok. Namaz da kılar içki de içer. Birayı, romu sever ve ilk bira fabrikasının kurulması iznini o verir.

Tüm bunları yaparken “kaplanın sırtında” olduğunu hep hisseder. Yıldız Sarayı’nda da aynı endişeyle yaşadığı biliniyor. Romanda Selanik’teki ilk gecesinde yaşadığı zehirlenme korkusu kaplanın sırtından düşmüş padişahın ruh halini resmediyor.

ROMAN ABDÜLHAMİD’İ MAKULLEŞTİRİYOR MU?

Abdülhamid’e karşı şimdiye kadar yazılan pek çok yazının izinden gitmemesi romanın bu politikaları makul bulduğu anlamına gelmiyor. Ermeni komitacıları “affetmesi” ama hemen ardından Ermenilere dönük kitlesel katliam ve pogromlar tertiplenmesinin,  Hamidiye Alayları’yla on binlerce Ermeni’nin kırdırılmasının siyasi sorumluluğunun padişahta olduğu romana göre de çok açık.

Ya da Mithat Paşa’nın katledilmesinin sorumluluğunun padişahta olduğu çok açık. “Asla ben yapmadım” savunması ise padişahın aynı zamanda kurnaz bir siyasetçi olduğu fikrini pekiştiriyor.

Okurken Atıf Hüseyin Bey’in devrik padişaha, siyasi hasmı olarak sorduğu sorular için yukarıda “itidalli” dedim. Bir ittihatçının bu halini ya da padişahın bazı savunmalarını makul bulmasını yadırgayabiliyorsunuz. Ama doktoru da o dönemin koşullarına göre değerlendirdiğinizde böyle de davranabileceğini düşünüyorsunuz. Karşısındakini düşman da görse en nihayetinde koca imparatorluğun tahtında oturan padişah ve halifedir. Bu yüzden “ben olsaydım böyle demezdim” derken bir başkasının ise böyle davranabileceği ihtimalini de göz önünde bulunduruyorsunuz. Açıkçası ben Atıf Hüseyin Bey’in anılarını henüz okumadım, okuyunca sanırım bu konudaki fikrimi somutlaştıracağım.

KAHROLAN İSTİBDAT, YAŞAMAYAN HÜRRİYET

Romanın bir diğer kahramanı Atıf Hüseyin Bey’in durumu da değerlendirmeye değerdir. 2. Abdülhamid’in sürgün edildiği Selanik, 1908 Devrimini gerçekleştiren 3. Ordu’nun merkeziydi. Atıf Hüseyin Bey askeri bir tabiptir ve İttihatçıdır.  İTC’nin ileri gelenleri ve gözü kara silahşörleri dışında pek çok aydının yaşadığını yaşar. 1908’i coşkuyla karşılamıştır ama hızla gelişen olaylar bu coşkunun yerini endişenin almasına neden olmuştur. Bilindiği üzere cemiyet ilk anda hükümeti arkadan yönetmeyi dener. 31 Mart’ın ardından ise adım adım iktidarın her alanını ele geçirir.

1912’de Balkanlarda patlayan savaş ve sonrası, Fransız devriminden esinle coşkuyla söylenen “hürriyet, müsavat, uhuvvet” sloganlarının yerine katı bir milliyetçiliğin tahvil edilmesini beraberinde getirir. İTC iktidarında artık seçimler “sopalıdır”, 1913’te Bab-ı Ali Baskınıyla hükümet darbe ile ele geçirilmiş olur. Sonrasında yaşanan gelişmelerle 1. Dünya Savaşı’nın hemen arifesinde kurulan artık bir baskı rejimidir. Atıf Hüseyin Bey bu atmosfer içinde Abdülhamid’e eşlik etmiştir. Okuyucu olarak benim de zayıf bulduğum tutumları, hayallerin kısa sürede hüsrana dönüştüğü bu kısa dönem içinde değerlendirilirse galiba daha isabetli olur.

Sonuç itibariyle Kaplanın Sırtında bana kalırsa 2. Abdülhamid’i Necip Fazıl’dan beri “Ulu Hakan” diye nitelendiren, İslam davasının en büyük önderlerinden biri olarak anlatan bir hikâyenin karşısına başka bir hikâye koyuyor. 45’li yıllardan sonra yükselen Siyasal İslam’ın bir nevi kendi ihtiyaçlarına uygun şekilde yeniden yazdığı 2. Abdülhamid efsanesi için “aslında dediğiniz gibi değil” diyor. Elbette bu gerçekler daha önce de defalarca yazıldı, anlatıldı, bilimsel gerçekler olarak ortaya kondu. Kaplanın Sırtında bu gerçekleri roman konusu olarak ele almış. 

Diğer yandan roman Abdülhamid’e karşı olanlara da onu “Osmanlı’nın iktidar yapısıyla, yaşadığı dönemle birlikte ele alalım.” diyor. Anlamak ise elbette haklı bulmak anlamına gelmiyor. Hak verip vermemek ikileminden çıkıp anlamaya çalışmak isteyenler için bence roman başka bir pencere açıyor. 

Sözü uzatmadan, romanla ilgili de lüzumundan fazla malumat vermeden şöyle bitirelim: Tarihe bakışımız aslında bugüne nasıl baktığımız, gelecekte nasıl bir ülke ve dünya istediğimizle doğrudan bağlantılı. Bu sebepten bugünümüze ve yarınımıza dair daha esaslı bir iradeyle müdahale etmemiz elzem. Uzun süredir  “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” güncel bir slogan haline geldi. İstibdadı kahretmenin hürriyeti yaşatmaya ve yaymaya yetmediği tarihsel gerçeği ise kulağımıza küpe olmasın mı? Yarınlarımız için bu kıssadan bir hisse çıkartmayalım mı?

https://www.gercekgundem.com/yazarlar/nuri-gunay/4649/livanelinin-kaleminden-kaplanin-sirtinda-ya-abdulhamit-islamcilarin-anlattigi-gibi-biri-degilse

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın