Yazar : Sina Çıladır
Benim küçüklüğümde İstanbul’un yerlileri, yahut doğma-büyüme İstanbullular (babam ve annem de öyleydi), İstanbul dışında kalan tüm illeri “taşra” diye anarlardı. “Dışarısı” anlamına…Hatta, Ankara’yı bile “taşra” sayanlar çoktu.
Sanıyorum, İstanbul’un uzun süre Osmanlı’nın başkenti olmasıyla ilgiliydi bu. “taşralı” sözcüğünü; kabalık, görgüsüzlük karşılığı olarak kullanan İstanbullular da hayliydi. Başka kentlerden gelip İstanbul’a yerleşenlere “göçmen” gözüyle bakılırdı…
İstanbullu olmak, onlar için, bir tür soyluluktu, ayrıcalıktı. Zengini için de böyleydi bu yoksulu için de…
Eski İstanbullular, sadece müslümanlardan oluşmazdı; doğma-büyüme İstanbullu olan Rum, Ermeni, Yahudi vb. gayrimüslimleri de kapsardı bu deyim İstanbullu olmanın milliyeti yoktu; yahut İstanbullu olmak milliyetlerüstü bir bir konum ve pâye’ydi adeta…
Büyükannem Taksim/Tarlabaşı’lıydı. Baba tarafı Eyüp’lü…Şimdi nasıldır bilmiyorum, benim çocukluğumda parke döşeli dar bir sokaktı Tarlabaşı. Karşılıklı apartmanlar genelde 6 katlıydı. Tarlabaşının ahalisi, genelde Rum’du, Yahudi ve Ermeniler de vardı. Türk aileler azınlıktaydı.
Ortak dil Türkçeydi; ama Rumca, Ermenice, Yahudice sözcüklerini de içeren bir tür Tarlabaşı jargonuydu bu.
Alışveriş, genelde, belirli saatlerde sokaktan geçen ciğerci, sütçü, yoğurtçu, sebzeci, meyveci vb.’den yapılırdı. Üst katlarda oturanlar balkonlardan uzun bir ipe bağlı sepetler sarkıtırlardı aşağıya. Satıcılar, özellikle sebze satanlar, ürünlerini, iki yanına iki küfe yüklü katır veya atla taşırlardı. Her sebzeci sadece iki ürün satardı. Diğer sebzeleri yine ikili olmak üzere başka satıcılar…Satıcılar genellikle Arnavut, Çerkes ve Laz’dı…
Sebzeler Yedikule bostanlarından gelirdi…
Çok iyi anımsıyorum. Sokağın patlıcan ve domates satan “kadrolu” Arnavutun bet sesi her gün sabahın köründe yankılanırdı sokakta:
Patlicani tomato…
Bazen yaşlı bir Rum kadın balkona çıkıp azarlardı Arnavut’u:
“Kes, kes! Sen niye ulucamiye müezzin olmadın da patlicani oldun vre !”
Yaşamlarını sokağa bakan bir sedirde dışarıyı seyrederek geçiren çoğu yatalak “yaşlı”lar, karşı dairedeki Sultan Teyze örneğin, bet sesiyle her sabah sokağı ayağa kaldıran Arnavut’a beddua okurdu mırıl mırıl…
Sokağın fırlamaları, sık sık, bet sesiyle sokağı duman eden Arnavut’un atının ayaklarına çatapat atar, hayvanı ürkütürlerdi…Tabii Arnavutça küfürlerin dakikalarca arkası kesilmezdi…
Tarlabaşı kendisine özgü bir sokaktı. İstanbul’un bin yıllık mozayiğiydi…
Akşam saatlerinde çalıştıkları yerlerden evlerine dönen Rum Ermeni ve kızların rengarenk giysileri ve abartılı makyajları ile salına salına geçişleri, bir podyuma çevirirdi sokağı. Sağdan soldan lâf atanlara verdikleri müstehcen yanıtlar, biz çocukların yüzünü kızartırdı…
**
Ben bugün bir başka şey yazacaktım aslında. Yerelliği, yerel gazeteciliği ve sanatçılığı…Nasıl olduysa kalemim (makinam) çocukluk İstanbulumun Tarlabaşı’na akıp gitti…
Kendimi yokladım:
O günleri nasıl da özlemişim !..
Bu yazı çocukluk anılarımdan bir karenin dışavurumu oldu bir bakıma…
Öyle kendiliğinden…
İlk yorum yapan siz olun