Tayfun Timoçin
Tarih, örnekleriyle dolu ama biz bugün Antakya’nın düşüşünü ele alalım. Çünkü anlatacakları var bize.�
Tarihteki çoğu hüzünlü ve utanç verici hadesinin arkasında ihanet vardır. Çünkü birçok kapı kaba güçle açılamaz. Ama içeriden birinin kapıyı aralık bırakması çok kolaydır. Parayla, çeşitli vaatlerle, çıkar umuduyla veya içeridekilere duyulan hınçla birisi yapmaması gerekeni yapar, gece pencereyi ya da kapıyı (Adana tabiriyle) kındırık yani hafif aralık bırakır. Doğrusunu söylemek gerekirse size birkaç ihaneti arka arkaya sıralayıp daha ibret yüklü bir tek yazı çıkartmaktı niyetim. Gelin görün ki bugün tek başına ele alacağım yegâne vaka bile içinde birçok öykü barındırıyor ve olduğu gibi ibret. Efendim, Haçlı Seferlerini biliyorsunuz. 1096’da yapılan bir çağrıyla Kudüs’ü ve kutsal toprakları Müslümanlardan geri almak için başlatılmış geniş çaplı bir Hristiyan askerî seferler bütünü. Sebepleri dinsel ve ekonomik olarak ikiye ayrılabilir tahmin edileceği gibi; tamam kutsal tarafı var ama o sırada Avrupa sefaletin dibini yaşarken, Doğu’nun zenginlikleri elbette göz kamaştırıyor. Ama sonuçları, sebeplerinden çok daha fazla. İnsanlık tarihinin yaşadığı en önemli sosyal olaylardan biri. Yaklaşık 2 asır süren (1096-1291) bir dönemde Ortadoğu’da Haçlı varlığı, Batı ile Doğu’nun kültürel alışverişinin zirvesini oluşturur. İşte “kervan” sözcüğünün “karavan” şekline bürünüp Batı dillerine girdiği dönemdir bu. Tabii dünya kadar sözcük ve kavram var böyle. Ayrıca denizciliğin ve gemi yapım tekniklerinin de geliştiği, keşifler çağına giden yolda gelişmelerin kaydedildiği de bir dönemdir. Neyse, Haçlı Seferlerinin sonuçları uzun bir liste oluşturur, niyetimiz bu değil.
İKİ DALGA
İlk Haçlı Seferi, iki dalga halinde gerçekleşti. İlk dalgada Pierre l‘Ermite isimli gezgin bir keşişin “önderliği” söz konusuydu. Fransa genelinde yaptığı ateşli konuşmalarla kalabalık ama askerlikten hiç anlamayan bir güruh toplamış, bir an önce Kudüs’e ulaşmak için düzenli orduları beklemeden yola çıkmıştı bu Pierre ve epey çapulcu ordusu. O kadar çapulculardı ki, İstanbul’a sokmadı onları Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos. Bulabildikleri her şeyi yağmalıyor, hiç sevmedikleri Ortodokslarla onların Yahudi, Müslüman, Ermeni komşularına büyük kötülükler yapıyorlardı. En sonunda İmparator bunları gemilerle Marmara’nın öteki tarafına zor attı ama orada da Türkler bekliyordu. Çapulcu takımı İznik dolaylarında hayatlarının köteğini yedi ve dağıldı. Zaten 1. Kılıç Arslan’ı rehavete düşürüp gözünü Malatya’nın fethine dikmesine sebep olan da bu kolay zaferdi. Oysa arkadan, gerçek şövalyelerin kumanda ettiği düzenli Haçlı ordusu geliyordu!
GELDİ GELMEKTE OLAN
Antakya’dan geçmeden Kutsal Topraklara inmek pek kolay değil.
Geldi. Ve Türk başkenti İznik dâhil olmak üzere yolu üzerinde engelleri birer birer aşarak Anadolu’yu geçti o düzenli ordu. Anadolu’dan geçip Kudüs’ün bulunduğu “kutsal topraklar”a geçmek isteyen bütün yayalar, bir ordu için en uygun olan yolu seçerlerdi kuşkusuz. Bu da Asi Nehri’nin suladığı muhteşem verimli Amik Ovası ve hemen altındaki Antakya güzergahıydı. Kara yolculuğu yapanların Antakya’nın önünden geçmeden Kudüs dolaylarına gitmesi mümkün değildi yani. Antakya, Türklerin elindeydi ve kutsal topraklara giden yolu denetlediği için mutlaka alınması gerekiyordu. Haçlılar da almak için 20 Ekim 1097’de kenti kuşattı. İlk zamanlarda bolluk bereket içindeki Haçlı ordusu, kış şartları gelip çattıkça zorluklar yaşamaya başladı. Soğuk geçen kış her şeyi zorlaştırdı. Ama en zoru Antakya’nın kalesiydi. Görenler biliyordur, kale epey dik bir arazidedir, koşmayı bırak yürüyerek çıkmaya kalksan iki dakika içinde nefesin kesilir. Hele bir de üzerinde zırh, elinde silah varsa… Genişçe bir arazidedir ve oldukça sağlam bir kaledir. Alması çor zordur vesselam. Alamadı zaten Haçlılar da. Açlık bir yandan, zor şartlar bir yandan, yola devam edip Kudüs’e gitmeye çalışanlar da oldu, “başlarım böyle kutsal savaşa, ben evime gidiyorum” deyip memlekete dönenler de. Her geçen gün firar edenlerin sayısı artıyordu ve Haçlı ordusu eksiliyordu. Kaledeki Türkler rahattı çünkü böyle bir kalenin düşmesi neredeyse imkansızdı. Kalenin Türk komutanı Yağısıyan hem askerine hem kalesine güveniyordu. Ama insan faktörünü unutmuştu!
BOHEMUND’UN MURADINA ERİŞİ
Haçlıların şövalye kumandanlarından biri, Norman (İskandinav-Frenk karışımı halk – kuzeyli adamlar) reislerinden Robert Guiscard’ın oğlu Bohemund idi. 1050-1058 yılları arasında doğduğu tahmin ediliyor. Babasının ordusunda çok savaştı ve Haçlı Seferi başladığında artık 40 yaş dolaylarında, son derece deneyimli bir savaşçıydı. Haçlı Seferine, kutsal toprakları İslam’dan kurtarmak için falan değil, babasının planlarını gerçekleştirmek ve Doğuda güzel bir yerde kendisine hâkimiyet kurmak için katılmıştı. Bohemund, Antakya’yı görür görmez âşık oldu. Nasıl olmasın, altından mis gibi Asi Nehri akar (o zamanki adıyla Orontes), yamaca kurulmuş kale güvenli, ova desen bereket fışkırıyor, bağın bahçenin en iyileri burada, elini uzatsan Samandağ’da deniz ve deniz ürünleri, ayrıca Avrupa’ya uzanan deniz yolu. Daha ne olsun? Antakya’yı çok istiyordu Bohemund. Kudüs falan umurunda değildi doğrusu. Görev bölgesi, kentin güney surları dolaylarındaydı. Burada, İki Kızkardeş adı verilmiş bir kule vardı. Kalenin Türk tarafındaki kumandanı Firuz isimli bir beydi. Firuz, söylenen o ki, sonradan Müslüman olmuş bir Ermeni’ydi. Zira bölge, uzun zamandır Ermenilerin yoğun yaşadığı bir yerdi. İkinci yoğunluk, Süryanilere aitti. İki Kızkardeş Kulesi’nin altında çarpışma olmadığı zamanlarda gezinen Bohemund, her nasıl olduysa bu Firuz’la diyalog kurdu. Gel zaman git zaman Firuz’u türlü vaatlerle, toprak, para, güç şan, şöhret artık ne varsa hepsiyle kandıran Bohemund, kaleyi içeriden fethetmenin yolunu bulmuştu. Firuz da bu vaatlere kandı ve hatta güvence olarak kendi oğlunu Bohemund’un yanına gönderdi. Bu sırada soylular arasından da kuşatmadan bıkıp Antakya’yı terk edenler oluyordu ve anlaşmanın verdiği güvenle kalenin kendisine kalacağından emin olan Bohemund, ellerini ovuşturuyordu.
VE KALE DÜŞER
Kuşatılan Antakya’nın şehir planı. (Runciman)
2 Haziran 1098 geceyarısı, plan uygulamaya kondu. Firuz’un komutasındaki İki Kızkardeş Kulesi’ne merdivenlerle gelen Bohemund ve savaşçıları, Firuz ve adamlarının yardımıyla tırmandılar, kalenin içine girdiler, kapıları açtılar (tıpkı 2 bin yıldan uzun süre önce Troya’da olduğu gibi) ve içeride kimi buldularsa kestiler. Yağısıyan kargaşanın gürültüsüyle uyandı ve kaçtı. Ama bir dağ patikasında attan düşüp yaralandı, onu bulan Ermeni veya Süryanilerden bir grup (burası kesin değil, farklı rivayetler var) başını kesip Bohemund’a götürdüler, ödüle boğuldular. Bohemund kalenin beyi oldu (prinkeps), muradına erdi. Kale düşmüştü, üst üste yığılmış cesetlerden içeride yürümek çok zordu. Yalnız burada vurgulanması gereken bir şey var: O zamanlar ne milliyetçilik var ne başka şey. Belki biraz din unsuru, o kadar. Ama hepsinden çok çıkarlar ana motivasyon kaynağı. Örneğin, Alparslan’ın Malazgirt’te savaştığı Doğu Roma ordusunun içinde paralı Türk askerler vardı. Bu yazıda adı geçen Kılıç Arslan, tüm Türkler adına Avrupa’ya adım atmak üzere olan kayınpederi denizci Çaka Bey’i, Bizans İmparatorunun fişteklemesiyle elleriyle öldürdü. Antakya’ya yardıma giden Musul Beyi Kürboğa, yolda durup Urfa’yı (Edessa) kuşatmış, tam üç haftalık bir kuşatmadan sonra kenti alamadan yola devam etmiş ama çok geç kalmış, vardığında Antakya çoktan düşmüştü. O zaman denedi ama kenti geri alamadı. Daha bunun gibi bin tane örnek sayılabilir. Yani Ermeni, Süryani, Türk, Kürt, mühtedi vs. sadece kayıtlarda var olduğu için burada zikrediliyor.
KİM BU FİRUZ?
Kudüs’ün düşmesine yönelik ilk kayıtlı belge, 1099 tarihli bu Ermeni kaydı. Tabii ki Ermenice yazılmış.
Gelelim şu Firuz’a. Kimdi Firuz? Neden ihanet etmişti? Bu konuda rivayetler çok. Haçlı Seferi’ne bizzat katılıp onun vakanüvisliğini yapan isimsiz (anonim) şahsın çok meşhur eseri “Gesta Francorum”’da dile getirdiği, aslında adı Pirrus olan bir Türktü. (Frankların, Türk isimlerini kendi anladıkları gibi yazdıklarını biliyoruz. Pirrus diye bir Türk ismi yok ama benzer sesli bir isim olabilir.) Ona Ermeni diye, yine devrin tanığı, Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos’un kısı Anna Komnena’dır. “Haçlı Seferleri Tarihi” adlı devasa eserin yazarı Steven Runciman’ın dipnotundan anlaşıldığı kadarıyla, Urfalı Mateos onun milliyetini vermez ama “şehrin esas ahalisinden” der. Raimundus Aguilers, “Turcatis” olarak tanımlar onu. Sonradan Müslüman olmuş biri anlamında. İbn Kalânisî, “Şam Tarihine Zeyl” adıl eserinde, onu Nayrûz adıyla anar ve zırh ustası olduğunu söyler. İbnü’l Esîr de onu sırh ustası olarak tanımlar ama adının “Rüzbe” olduğunu söyler. İbnü’l Adîm ise adının Zarrad olduğunu belirtir. Biz bu karmaşa içinde Firuz demeyi tercih ediyoruz, bugünün bilgisi bu yönde.
PEKİ NEDEN İHANET ETTİ?
Bunda da birkaç rivayet var:Firuz, kalede erzak istifliyordu ve bu nedenle Yağısıyan onu cezalandırmıştı, Firuz kin güdüyordu.Kentin yerel halkındandı, İslâm’ı kabul etmiş göründü ama kentin alınışı sırasında öldürülen yakınlarının intikamını almak için yemin etmişti.Firuz aslında oğlunu Bohemund’a vermemişti, bir çatışma sırasında Bohemund Firuz’un oğlunu esir olarak ele geçirmiş, kaleyi teslim etmemesi durumunda oğlunun öldürüleceği tehdidiyle Firuz’u çaresiz bırakmıştı.Firuz üç farklı gece rüyasında, “Kenti Franklara ver!” diye emreden Hz: İsa’yı görmüştü. Rüyaya direnen Firuz, üçüncü rüyadan sonra eyleme geçmişti. Willermus Tyrensis’in aktardığına göre ise durum çok ilginç. Firuz’un aslında böyle bir ihanet düşüncesi yoktu, Bohemund’un vaatlerine pek yüz vermemişti ama karısının, kendisini Türk arkadaşlarından biriyle aldattığını öğrenince öfkeden deliye dönüp Haçlılara yardım etmişti.
KİM İHANET EDER?
İhanet, sözcük anlamı itibariyle “aşağılama, hakaret” anlamlarına da geliyor. Bu örnekte de olduğu gibi (keşke diğerlerini de bu yazıda ele alma şansımız olsaydı) genellikle hakarete uğrayanlar, aşağılananlar bir intikam duygusuyla hareket ediyorlar. Yani aşağılanan, aşağılamakla (ihanetle) yüreğini soğutmaya çalışıyor. Hiçbir gerekçe vatanına, birliğine, topluluğuna, ailesine, eşine vs. ihaneti mazur göstermez elbette ama ihanetin sebeplerini anlamazsak, önüne geçmek de çok kolay olmaz, ihanet edene küfretmekle bir şey elde edilmez. Madem adını geçirdik, önümüzdeki hafta Troya’nın başına gelenleri ele alalım. Orada da farklı bir durum var. Troya’nın nasıl düştüğüne bakıp başka zihinsel oyunlara mercek tutalım.
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZISINACAĞIZ
Bu iki gün iyi ama Pazar günü daha da ısınacağız gibi görünüyor. Şu anda Türkiye meltemin kuvvetli olduğu dönemde. Yani Anadolu etrafında denizlerde saat istikametinin tersine rüzgarlar ülke topraklarına dönüyor. Tabii hava ne kadar ısınırsa rüzgâr da ona göre kuvvetleniyor. Bu nedenle hem sıcak, hem rüzgâr olduğu için aman diyelim, ormanlara, ağaçlara, kuru dal ve otlara ateş, sigara vs. uzak dursun. Yağış beklenmiyor. Sağlıcakla kalın.
https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/tayfun-timocin/ihanet-42101394
İlk yorum yapan siz olun