Daha önce öykü kitaplarıyla dikkatleri üzerine çeken Muharrem Erbey, ilk romanı ‘Günahkârlar Kalesi’ ile günah ve günahkârlık kavramlarına aynanın öteki tarafından bir bakış sunuyor…
Gökçe Şenoğlu
DUVAR – Muharrem Erbey, siyasi kimliğinin yanı sıra edebi üretimiyle de gündemde olan bir fikir ve sanat insanı. Öykü kitaplarıyla hem ulusal hem de uluslararası birçok ödüle layık görülmüş olan Erbey, ilk romanı ‘Günahkârlar Kalesi’nde Doğu’nun gizem yüklü katmanları içerisinde çarpıcı bir duygu atmosferi yaratıyor.
Muharrem Erbey ile İnkılâp Kitabevi tarafından raflardaki yerini alan yeni romanı ‘Günahkârlar Kalesi’ hakkında konuştuk.
Nedir Günahkârlar Kalesi? Nerededir? Kimler yaşar orada?
İnsanın iki temel duygusu vardır. Bunlar sevgi ve korkudur. Korku insanın içindeki ölümdür. Sevgi hayattır, mutluluktur, çoğalmadır. Toplum, devlet, din ve aile elbirliğiyle öteden beri içi korkuyla doldurulmuş günah silsilesiyle bizleri kontrol altına almayı vazife bildi. Sevgiden ziyade korku kalbimize aşılandı. ‘Günahkârlar Kalesi’, tekâmüle giden sürecin, farkındalıkla, öz sevgiyle, hoşgörüyle, kendine dönüş yoluyla mümkün olduğunu savunuyor.
Rollo May ‘Yaratıcı Cesaret’ adlı kitabında “İçteki boşluk, dışla bir duygusuzluk ilişkisidir ve uzun vadede bu duygusuzluk korkaklık olarak birikir” der. Korkarak büyütülen insan korkuyu yayar. İçindeki boşluğu sevgiyle değil korkuyla besler. Kendine, dış dünyaya, tüm canlılara karşı sevgisiz, güvensiz, korkuya dayalı ilişki kurar. Bu, iç dünyanın boşluğundan, yetersizliğinden kaynaklanır. Tohum içte, altta, toprakta filizlenir. Yumurtadaki yavru kabuğu içten zorlayarak dışarı çıkar. Tüm gelişme içten olur. Günahkârlar Kalesi de buna vurgu yapıyor.
Günahkârlar Kalesi, sevgiyi, hoşgörüyü şiar edinmiş, herkese ikinci bir şans verilmesini savunan metafor bir mekândır. Herkesin farklılığıyla onay gördüğü bir ütopyadır. Kimilerine göre günah diye kodlanmış bir hatanın insani bir eylem/durum olduğunu göstermeye çalışan evrensel bir buluşma evidir. Dinlerin, toplumun, devletlerin onay vermediği davranışı tolere eden bir üst anlayıştır. Bir hatasından dönüp, bundan derin pişmanlık duyanın bağışlanması gerektiğini savunan affeden bir vicdandır. Her toplumda uyum sağlayamayan, kendisi olmak isteyenlerin kaçıp sığınabileceği bir sığınak mekândır. ‘Günahkârlar Kalesi’ zaruri bir özgürlük hapishanesidir. Hacir altına alınan hayatın serbest yaşanacağı ihtiyaç/mekândır. Dayatılan habis hayatın karşısına dikilenlerin dilidir. Hoyratlığa izindir, içindeki çocukla hep çocuk kalmaya yeminli, hamlıktan olgunluğa geçecek kapıları gönül gözüyle bulmanıza yardım edecek âlemdir. Nişangâhtır. Pirüpak olmaya çalışanlara inattır. Pinhanı (gizli olanı) kalpte ara diyendir. Mekânı ilmi azâimdir. (İlmi Azâim: Ruhları davet ve teskin etme ilmi.) Yorucu hayatın içinde serin bir mola yeridir. Varılmak, dönülmek, olmak istenilen yegâne evdir, kendindir.
‘Günahkârlar Kalesi’ metaforik olarak Diyarbakır’dadır. Aslında her yerdedir ve her ülkede, her şehirde, her insanın kalbinde bir Günahkârlar Kalesi’nin olması gerektiğini düşünür.
Yolunu bir anlık olarak şaşıranlar kalede yaşar. Kendisi olmak isteyenler, ruhunu arayanlar yaşar. Bozulan dengesini bulmaya çalışanlar, kavgaya yorulanlar yaşar. İçindeki sesi duymaya ihtiyacı olanlar, din, dil ve etnik temelli ayrışmadan yorulanlar yaşar. İstediği, sevdiği işi yapınca kalbi hızlı atanlar yaşar. Sevdiğiyle sınır tanımadan sevgisini yaşamak isteyenler yaşar.
Günah kavramına madalyonu ters çevirerek bir bakış getiriyorsunuz romanınızda. Nedir sizce günah? Günahkâr kimdir? Ve belki daha önemlisi: Günahkâr olmanın yükünden nasıl kurtulur insan?
‘Günahkârlar Kalesi’ne göre günah yoktur, hata vardır. İnsan hata yapar. Hata affedilmek için vardır. Affetmek büyüklüktür. Bir ekmek çalmak, şarap içmek, masumane yalanlar, sevdiği insanın elini tutmak, onu öpmek, yanlış yöneteni eleştirmek, bir dine mensup olup gereklerini yerine getirmemek, hatta erkeğin ipek gömlek giymesi bile günah sayılır. Ama bir halkın tümüyle dinini, dilini, kültürünü, ritüellerini yasaklamak, zorla değiştirmek, bir ülkeyi, şehri fethetmek, insanları kılıçtan geçirmek, katletmek, zorla dinini değiştirmek, zorla ağır vergiler koymak, vergi ödenmeyince hayvanlarına, malına el koymak, baskıyla yönetmek, insanları zorla hapsetmek, yaşadığı yerden zorla göç ettirmek günah olarak görülmez. İşte bu günah tanımına itirazdır ‘Günahkârlar Kalesi’.
Günahkâr, bir dini, dili, mezhebi, yaşam tarzını dayatarak zorla başkasına kabul ettirendir. Kul hakkını yiyendir, sevgisiz yaşayandır, kalbinde habis duygular taşıyandır. Sevgisiz insanlar yetiştirendir. Kalp kırandır. Öfkeyle kalkıp oturandır. Affetmeyendir. Ötekiye yaşam şansı vermeyendir.
Günahkâr olmanın yükünden tek kelimeyle; ancak sevgiyle kurtulur insan. Etrafına gülümseyerek baktığında günahtan kurtulur. Kendi olmaya çalışarak. Doğayı sevip koruyarak, evrenin bir parçası olarak, tüm insanların eşit olduğunu kabul ederek, canlıların varlığına saygı duyarak, tüm insanlara ve canlılara karşılıksız yardım ederek kurtulur. Sevginin en büyük eğitim olduğunu kabul ederek, kalbindeki yükleri boşaltarak kurtulur. Sahip olduklarını azaltarak, daha azıyla yaşayarak kurtulur. Mutlu etmeye başlayarak kurtulur. Gönül gözüyle âleme bakarak kurtulur. Affederek, yola çıkarak, içine dönerek, kendisini keşfederek, evrenle bütünleşerek, içindeki enerjiyi yükselterek, görünmeyende manayı görerek, dayatılandan uzak durarak, iç sesine kulak vererek nefsine ve nefesine odaklanarak kurtulur.
Amina da Jacob da mutsuz karakterler. Fakat en başından itibaren her ikisi için de umutsuz, karamsar bir zanna kapılmıyor okur romanda. Sizce mutluluk ve mutsuzluk, umut ve umutsuzluk birbirini içkin kavramlar mı? Burada diyalektik bir ilişkiden söz edebilir miyiz?
Rollo May, ‘Yaratma Cesareti’ kitabında “Eğer kendi özgür fikirlerinizi ifade etmezseniz, kendi varlığınızı dinlemezseniz kendinize ihanet etmiş olacaksınız. Bütüne katkıda bulunmadığınız için ihanetiniz toplumumuza da karşı olacak” derken kendi olmanın ehemmiyetine vurgu yapar. Kendi olamayan topluma karşı da ihanet içinde olacaktır. Kendi olan büyük bir yaşantıya imza atacaktır. Başkasına göre yaşayan ise eksik yaşayacaktır.
J. P. Sartre da “İnsan özgürlüğe tutsaktır” der. İnsanın mutlu olmak istemesinin altında yatan yegâne istek, özgür olma isteğidir. İnsan özgürce, gönlünce yaşamak, özgürce konuşmak, özgürce üretmek, özgürce eleştirmek, özgürce istediği yere gidip gelmek ister. Amina ve Jacob özgür değiller. Mutlu olmalarının ancak özgür olmakla mümkün olduğunu anlar, ona göre arayışa girerler. Yerinden kıpırdamayan kişi ayaklarındaki zinciri göremez. Kaleye cariye olarak gelen Amina, ayaklarındaki prangayı görür, başından geçenleri deftere yazar, uzak diyarlara, evrene gönderir. Birinin sesine geleceğine inanır. Bekler. Jacob, hayatına duvar ören babasını ve onun günah defterini yani ayaklarındaki prangayı görür kaçıp kurtulmak için sırlarla dolu Doğu’ya giden kitaplar okur. Bir sesin onu çağırmasını bekler. Amina’nın defteri bir çağrıdır, davettir. Evren her ikisinin benzer enerjilerini görür ve onları karşılaştırır. “Ben sizi karşılaştırdım, kavuşma cesaretiniz varsa birbirinize doğru yürüyün” diyor. Onlar da birbirine doğru yürürler. Zorlu bir yürüyüştür bu. Sonu mutlu biten zorlu bir yürüyüş.
Yine Sartre, “Kim özgürlüğü yitirmişse onu koruyamadığı için kaybetmiştir” der. Amina, özgürlüğünü/mutluluğunu anne babasına karşı gelemediğinden dolayı yitmiştir. Çığlığı yine özgür olma isteğidir. Jacob’un da babasının onu sınırlamasıyla, kendi olmasına izin vermemesiyle özgürlüğü/mutluluğu elinden alınmıştır. Ona yeniden sahip olmak için babasının ülkesinden kaçıp gitmeye karar verir.
Yine Sartre “İnsan olduğu şey değildir, olmadığı şeydir” der. İnsan hayal ettiği yaşamla yatıp kalkar. Yaşadığı hayat ona ait değildir. O toplumun, ailenin, devletin, havra/kilise/caminin istediği hayatı yaşar. Ama hayalindeki işi, yaşamı onu hep rahatsız edip durur. Hayal ettiği yaşamdır insan. Hayal ettiği yaşamı bulma cesaretini toplayanlar, riski göze alanlar o hayatı mutlaka yaşarlar. Binyıllardır insanlığın en temel meselesi, hayatın anlamını bulmak olmuştur. Bu da kendini aramakla, kendini keşfetmekle mümkündür. Kişi bazen gaipten duyduğu bir sesle, bir kitapta yazılı olan cümleyle kendini bulma yolculuğuna çıkıyor. Kendini, aydınlanmış ruhunu bulmak en büyük hazine olmuştur. Hazinenin içimizde olduğunu fısıldar tüm kutsal kitaplar. Hazineye ulaşmak, hayallerini yaşamak ancak cesur olmakla mümkündür.
Amina ve Jacob öz varlıklarını dinlerken özgür olmadıklarına görüyorlar. Özgür olabilmek, özgürce fikirlerini ifade etmek, istedikleri yaşamı elde etmek için güç biriktiriyorlar. Sonra bir sesin onları çağırmasını bekliyorlar. Amina defteriyle çığlık oluyor, Jacob da beklediği sesin aksi oluyor. Amina ve Jacob, mutluluğu kendi toplumlarına, algılarına içinde bulundukları şartlara göre belirleyen karakterlerdir. Hepimiz de öyleyiz aslında. Mutluluk ve mutsuzluk göreceli kavramlardır. Birbirini hem tamamlayan hem de dışlayan bir etkileşimden bahsedebiliriz. Mutluluk hayata nerden baktığınızla, gelişmişlik seviyenizle, zihinsel kodlamanızla, algınızla, bilincinizle, zihninizle kurduğunuz ilişkiyle ilintilidir. Amina ve Jacob, mutluluğun kendini bulmayla, kendine ulaşmayla, keşfetmekle ilişkisini kuruyorlar ve ona göre yürüyorlar. Cesar Pavese “Hayat macera aramak değil, kendini aramaktır” der. Kendini aramakla başlar tüm dualar, sırlar, kapalı kapılar. İnsan tüm hayatı boyunca kendisini arayıp durmaz mı?
Tarihi bir roman kaleme alırken kurgunun sınırlarını tarihi gerçekler çiziyor olmalı. Bu çalışmayı yaparken bu açıdan zorluk yaşadınız mı? Bir de tarihi romanların senaryolaşmasıyla ortaya çıkan filmler izliyoruz zaman zaman. ‘Günahkârlar Kalesi’ için böyle bir projeye sıcak bakar mısınız?
Tarihi roman yazmak oldukça zor ve zahmetli bir süreç, bunu öğrendim. Aslında 1980’li yıllardan sonrasını yazmaya başladığım ‘Günahkârlar Kalesi’ romanı birden geriye doğru gitmeye, tek bir romanken üçleme olmaya başladı. Aklımda üçleme yoktu. Karakterler bana bunu yazdırdı diyebilirim. Evet, bu konuda bayağı zorluk yaşadım. Misal roman 1850’de Boston’da başlıyor. O döneme ait elde fotoğraf yok. Bir sahne için 150’den fazla gravür inceledim. Yine çok sayıda seyyahın 1850’li yıllarda Doğu’ya yaptığı yolculukları anlattığı kitapları detaylıca inceledim. 1850’deki gemileri, yolcularını, rotalarını inceledim. Batı’dan Doğu’ya uzanan yelpazede halkların davranışlarını, konuşmalarını, giysilerini, kültürlerini, yemeklerini, dini hassasiyetlerini, farklı halkları inceledim. Kervanların doğudaki güzergâhlarını, çadırlarda, çölde yaşayan halkların yaşam tarzlarını, bölgelerin farklı masallarını inceledim. Bir yol ve arayış hikâyesidir Günahkârlar Kalesi. Birbirinden ilginç hikâyelerle süslü, serüven dolu bir aşk hikâyesidir. Görselliğin fazla olduğu bir roman olduğundan filme çekilmesi isabetli olur. Tabii ki çok sevinirim.
‘ÖNCE POLİTİK MECRADA SONRA DA YAZARAK ANLATMAYI SEÇTİM’
Romanın ana karakterlerinin en azından isimlerinin gerçek kişilerden esinlenerek seçildiğini biliyoruz. Bundan biraz bahseder misiniz? Tabii bu, politik yaşamınıza da bir kapı aralıyor. Politik geçmişiniz edebi kimliğinizi nasıl etkilemiş olabilir?
İçinde doğduğunuz coğrafyanın sorunlarını es geçerek güne başlamak mümkün değil. Yanlışlar birikince itiraz kabilinden sesinizi, elinizi yükseltmek zorunda kalıyorsunuz. Ben de içine doğduğum Kürt coğrafyasında yüz yıllık sorunla buldum kendimi. İtiraz etmezsem eksik kalacağımı hissettiğim için yazmayı ertelemek zorunda kaldım.
Büyük şair Edip Cansever “İnsan yaşadığı yere benzer” der. Bizim coğrafya kadim bir kültüre sahiptir. Dünyanın en önemli idari ve politik merkezlerden olan Diyarbakır’da, sur içindeki Saray Kapı semtinde doğdum. Yaşadığım yerdeki bu merkez kale kapısından padişahlar, krallar, kraliçeler, satraplar, prensler, prensesler, beyler gelip geçti. Onların geçip gittiği kapının önünde elimde tahta kılıçla dolanıp duran küçük şövalyeydim. Haksızlığa karşı gelen, kötülere karşı kılıcıyla kapıda bekleyen kurtarıcıydım. Çok sonraları politik mücadele içinde cezaevindeyken bunu sorgulamaya başladım. Cansever, yerden göğe kadar haklı. İnsan yaşadığı şehre hem benzer hem de onun özelliklerini içinde barındırır. Ben de itirazımı önce politik mecrada sonra da yazarak anlatmayı seçtim.
Yazmak cesaret ister. Yazmak yaşamda birçok şeyi feda etmektir. Ya yazarsın ya gider bir yerde eğlenir, yaşarsın. Yazmak, yatay akıştan uzak kalmaktır. Bunu çok istedim ama tam olarak başaramadım. Yakında yatay akıştan kopmak üzere yaptığım planlarımı hayata geçireceğim.
Doğuda her şehrin, kalenin sırrı, sırları vardır. İçinde yaşadığım şehrin kalesine benzediğimi anladım. Evimizin beş altı metre ötesinde olan kalenin surlarına bakarak, dokunarak, oynayarak büyüdüm. Kalenin duvarlarının benimle konuştuğunu bilirim.
Uzun yıllar insan hakları mücadelesi içinde yer aldım. İnsan Hakları Derneği Diyarbakır şube başkanı ve genel başkan yardımcısı olduğum 2009’da gizli tanıkların soyut beyanlarıyla tutuklandım. Dört buçuk yıl cezaevinde kaldım. Çok sayıda uluslararası barış ve insan hakları ödülüne layık görüldüm. Nisan 2014’te tahliye oldum. Cezaevindeyken Uluslararası PEN’in büyük desteği oldu. Gana, Avustralya, Kanada, Amerika ve tüm Avrupa ülke Pen’lerinden kartla, mektupla destek aldım. Özellikle İsveç Pen ve Sol Parti’den yoğun destek aldım. Sol Parti milletvekilline seçilen İran Kürtlerinden Aminah Kakabaveh ve yine Sol Parti’den Jacob Johnson beni ziyarete geldiler, kartla, mektupla, özgürlük kampanyalarıyla beni desteklediler. Ben de ahde vefa borcumu isimlerini romanın ana karakterlerine vererek ödemek istedim. Çok da uydu. Sevdim. Yazarken onlarla uyumu gördüm. Benim ilk kısa öyküm 1981’de 13 yaşımdayken bir çocuk dergisinde yayımlandı. 75 lira telif ücreti aldım. O günden sonra bir dönem resim yaptım. 1997’den sonra sürekli yazmaya başladım. 2000’den sonra hak mücadelesi aktivistliğini yürüttüm. Bu mücadeleyi uzun yıllar yürüttüğüm için hedef haline geldim. 2018’den sonra “sadece yazmak istiyorum” diyerek tüm siyasi çalışmalardan çekildim. Sadece yazmaya yoğunlaştım. Öyle de yapacağım.
‘Günahkârlar Kalesi’ romanında din, mitoloji ve sözlü halk edebiyatından pek çok motifi gözlemek mümkün. Sizi besleyen kaynaklar neler? Edebi anlamda kendinizi yakın gördüğünüz bir anlayış ya da üslup var mı?
Ben anneannem Hezime’nin çıra ışığında anlattığı sözlü Kürt masallarından beslendim. İlk kaynağım onlardır. Dedem Salih’in hep kırık olan bağlamasını tıngırdatarak Kürt dengbejlerin ölümsüz eserlerini söylüyordu. Hâlâ nağmeleri kulaklarımdadır. Oradan da beslendim. ‘Günahkârlar Kalesi’ romanında Mezopotamya’yı yazdım. Dinlerin, ritüellerin, yaşantıların mitolojilere karıştığı, olağanüstünün olağan karşılandığı bir coğrafyayı kaleme aldım. Hayalimdeki Doğu’yu kalemle resmettim. Tarihi romanları seviyorum. Bin Bir Gece Masallarını çok severim. Okurum ara ara. Amin Maalouf’u severim.
Mezopotamya’da çok çeşitli dinler, diller ve bir arada yaşayan farklı etnisitelerin olduğunu biliyoruz. Romanda bu farklı dinlerin, aidiyetlerin, grupların barış içinde yaşadıkları ütopyası var. Bunu geleceğe dönük bir umut olarak da okumak mümkün mü?
Evet, bu bana ait bir ütopya. Reel hayatta, günlük olarak yaşadıklarımız adeta bir distopya. Ben onu alaşağı etmek istedim. Günlük hayatın içinde bize dayatılan doğruların peşinden gitmek istemiyorum. Herkesin barış içinde yaşayabildiği bir toplum mümkün. Kimsenin kimseyi farklı olmasından, inancından, kimliğinden veya bir hatasından dolayı dışlanmasını doğru bulmuyorum. Bundan dolayı da farklılıkların bir arada yaşayabildiği, kendi olmaya çalıştığı bir ütopya yarattım.
Peki yazma süreciniz nasıl ilerliyor? Belirli rutinleriniz var mı?
Ben yoğun okuyorum. Okurken notlar alıyorum. Çok sık yazmıyorum. Ama yazmaya başlayınca evde bilgisayarımın başına oturup bir bölümü bitiriyorum. Gezerken, okurken, birisiyle konuşurken hikâyeler biriktiriyorum. Günlük yaşamdan çok fazla not alıyorum. Günahkârlar Kalesi romanına dair yirmiden fazla defter doldurdum. Sonra bunları bilgisayarda romanın ilgili yerine yazıyorum. Bir süre bekliyorum, okuyorum, uyuşmayınca siliyorum. Bazen üstünde çalışıyorum. Evde sabahları uyanınca başucumda kitap mutlaka vardır, elime alıp okurum. Akşamları da yazarak çalışıyorum.
‘Günahkârlar Kalesi’ni Mezopotamya Üçlemesi’nin ilk kitabı olarak kurguladığınızı biliyoruz. Geleceğe dönük ipuçları vermeniz mümkün mü?
Aslında ben üçleme tasarlamadım. Tek roman yazacaktım. Daha sonra yazdığım romanı üçe böldüm. Romanın ana kurgusu yazıldı. Bir dönem romanı. 1850, 1938, 1980 dönemlerini kapsayan, Kürtler ve Türklerin merkezde olduğu bir roman. İkinci ve üçüncü ciltlerin de nerdeyse tamamını yazdım. Detayları yazılacak. Beni üçleme yazmaya karakterler zorladı. İlk ciltte Ortadoğu’da hep kavgalı olan bir Yahudi ile Arap aşkını, ikinci ciltte Bir Türk ile Ermeninin aşkını, üçüncü ciltte de bir Kürt ile Türk’ün aşkını kaleme aldım. Döneme ait politik sorunları romanın arka planında görmek mümkün.
İlk yorum yapan siz olun