1914’ten bugüne seçimli sistem, demokrasiyi içermedi; “can ve mal güvenliği” ve “eşit vatandaşlık” talebinde bir arpa boyu yol alınamadı! Sistem kaynak ihtiyacını borçla karşılamaktan kurtulamadı.
Türkiye’nin bugünü, Osmanlı’nın son yılları gibi. 1910’larda temellendirilen sistemin yapısal sorunları aşılamadı; demokrasiye varılamadı. O gün İttihat ve Terakki’nin, bugün de AKP’nin tek parti, ama krizi derinleştiren istikrarlı iktidarı. İttihat ve Terakki, 1908-1918’in ve AKP de 2010-2022’in hâkim partisiydi. O yıllarda Meclis çalıştırılmazdı, bugün de pek farklı değildir. Özellikle 2015 sonrasında, AKP’nin ‘torba kanunu’ bile Saray sisteminde boşa düştü. Meclis o kadar baypas edildi ki, İttihatçıların ‘muvakkat kanun devleti’ yerini, Prof. Kemal Gözler’in analiziyle ‘genelge devleti’ aldı. Hiç kuşkusuz ikisi de hem Türkçü hem de Sünni İslamcıydı ve rejimi de totaliterdi. Asırlık uygulamayla sabittir ki, Türk milliyetçiliğinin ekonomi politiğinde Türkçü ve Sünni İslamcı arasındaki mesafe soğan zarı kadardır. Karşılaştırmayı belli konularda sınırlı tutacağım, özellikle borçlanma ve bazı politikalardaki paralelliğe değineceğim.
İttihatçı hükümet, Osmanlı-Almanya ittifak antlaşmasını 2 Ağustos 1914’te imzaladı. Üç gün sonra seferberlik ve 11 Kasım’da harp ilan edildi. İttihatçı iktidar, Almanya’yla o kadar iç içeydi ki askerini Alman ordusuna ve maliyesini de Alman markına teslim etti. Alman Tuğgeneral Bronzart von Shellendorff, Osmanlı’nın Genelkurmay Başkanıydı. Osmanlı’nın savaşa girdiğinde Osmanlı Genelkurmay İstihbarat Şubesi subaylarından Kâzım Karabekir, karargâhta müdürlerin Alman ve yardımcılarının Türk olduğunu yazdı: “Kayıtsız, şartsız Erkân-ı Harbiye Umumiyemize kadar her şeyimizi Almanlara nasıl oluyor da teslim ediyoruz. […] Bütün seferberlik ve toplanma planlarımızı Almanlar yaptı. Bizler sadece onlara malzeme hazırladık. Şu hâlde harp çıkarsa durumumuz ne olacak?”[1]
Karabekir kuşkusunda haklıydı, öyle de oldu. Nitekim Osmanlı, fiilen Almanya’nın yönlendirmesiyle savaşa girdi. Çanakkale’den girişi hayli sıkıntılı olan ve bir dizi görüşme sonrasında Osmanlı bayrağı çekilen Alman gemileri Goben (Yavuz) ve Breslav (Midilli) Amiral Suşon komutasında Karadeniz’e çıktı. 29 Ekim 1914’te Sivastopol, Odesa, Novarosiski ve Kofe bombalandı ve böylece Rusya ile savaşa başlandı. Harbiye Nazırı [Millî Savunma Bakanı] Enver, komutanları bilgilendirirken “Rusya’ya saldırın” emrine değinmeden “Karadeniz’e çıkan filomuza Ruslar taarruz ettiler” diye yazdı.[2] Hatta İttihatçı hükümet, Bulgaristan’a, Almanya-Osmanlı safında savaşması için Meriç’in batısında Dimetoka’yı hibe etti. Lozan’da bağışlanan toprak istenirse de sonuç değişmez.[3] Toprak bağışını Halil Menteşe ve Celâl Bayar da yazdı anılarında.
İttihatçı hükümet, girdiği dünya savaşını, ırki temizliğin ve ekonomiyi Türkleştirmesinin fırsatına dönüştürdü. Dönemin ekonomi politiğini analiz eden Zafer Toprak, doğru tespit etmişti: Savaş koşullarında piyasanın millileştirilmesi amaçlandı ve “Müslüman, gayrimüslime karşı” kayırıldı.[4]
Bugün, 1914-1918’deki gibi bir dünya savaşında olmayan ve içeride güvenlikçi politikayı önceleyen Türkiye, devşirilen paramiliter unsurlarla Libya’dan Suriye’ye ve Azerbaycan’a silahlı gücüyle sahadadır. Bunun sosyal ve ekonomik maliyetinin şahidiyiz!
PARAYI VEREN DÜDÜĞÜ ÇALMAZ MI?
Said Halim Paşa’dan sonra 4 Şubat 1917’de Talât Paşa’nın oluşturduğu kabinede yeniden Maliye Nazırı olan Cavit, Osmanlı’nın harbe girmesiyle 1914 Ekim’de ayrıldığı nazırlık görevine iki buçuk yıl sonra geri döndü. Görevi vekâleten üstlenen Dahiliye Nazırı Talât, 1914-1917 dönemi bütçesiyle ilgili bilgi vermemişti. Nazır Cavit’in, 1917 ve 1918 yılı bütçesi hakkında 21 Şubat 1918’de Mebusan’da ve 2 Mart’ta Âyan’da yaptığı konuşma, harbin maliyeti, bütçe ve Almanya’dan alınan borç hakkında bilgilendiriciydi. Meclis kürsüsünde, harbin Almanya’nın parasıyla yapıldığını söylemekten çekinmeyen Nazır Cavit, harp yılları bütçesinin kesin hesabının yapılmadığını da belirtti. Buna göre, savaşın başında 155 milyon lira olan borç toplamı, 388 milyona yükseldi ve sadece 30 milyonu Tekâlif-i Harbiye yani savaş dönemi alınan iç borç niteliğinde olup, geriye kalan dış borç toplamıysa 358 milyon liraydı. Toplam dış borç yaklaşık 203 milyon lira artmıştı. Almanya, 201 milyon 255 bin lira ve Avusturya, 2 milyon 167 lira borç vermişti.[5] Rakamlar ortadadır, nazırın da söylediği gibi savaşın finansmanı Almanya’dan alınan parayla sağlamıştır.
İttihatçı hükümetin dünya savaşının finansmanı için Almanya’dan aldığı borç, Lozan görüşmesi kapsamında ödenmesi planlanan borca dâhil edilmemiştir. Gündem konusu savaş öncesi borçtur ve bundan Türkiye payına düşen de tamamen ödenmiştir. Savaşın Anadolu ve Ortadoğu’nun Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Pontos, Süryani, Arap, Yahudi ve diğer halklarına ödettiği toplumsal faturanın, rakamsal olarak ifade edilemeyecek kadar büyük olduğunu öngörmek için vicdanlı olmak yeterlidir.
Bugüne gelirsek, Türk tipi başkanlık/Saray rejimiyle Türkiye’nin iç ve dış borç toplamı hızla arttı. 2016’da 760 milyar lira olan borç toplamı, 2018’de 1,1 trilyona, 2020’de 1,8 trilyona ve 2022 Mayıs’ında 3,4 trilyon liraya yaklaştı. 2018 Aralık-2022 Mayıs döneminde borç toplamı 3,1 misli büyüdü.
İki dönemi karşılaştırdığımızda, iç ve dış borç toplamı 1914 Kasım-1918 Mart’ta 2,5 ve 2018 Aralık-2022 Mayıs’ta 3,1 misli arttı. Parayı veren düdüğü çaldığına göre, Alman markına muhtaç İttihatçı hükümet, savaşa girmekle kalmadı, Bulgaristan’a toprak bağışladı ve Genelkurmay Başkanlığını da Alman generale verdi.
Aradan 100 yıl geçti, hem de borçlanma faizinin hayli yükseldiği ve krizin derinleştiği günümüzde “parayı veren düdüğü çalmıyor” diyebilir miyiz? ABD, Rusya, BAE, Arabistan vesaireyle ikili ilişkinin son beş yılını analiz etmek yeterli değil mi? Gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayeti ve rahip Andrew Brunson davasında neler olduğunu da hatırlayalım.
1914’TE VE 2015’TE ‘EŞİT VATANDAŞLIK’ UMUDU
Osmanlı’da millî mesele, Fransız devriminin Avrupa’yı ve dünyayı sarstığı koşullarda daha da görünür oldu. Saray, 1878’de anayasayı ilga ve meclisi kapatmakla artırdığı merkeziyetçiliğiyle, idari-mali krizi ve milletler meselesini daha da derinleştirdi. Tanzimat’la milletler sistemine getirilecek “eşitlik” söylemde kaldı. Sarayın kulundan ‘bireye’ ve din temelli cemaatlerden ‘eşit milletler’ sistemine geçilemedi. 1878 darbesiyle konumunu sağlamlaştıran saray, 1890’larda Ermeni sorunu özelinde Hamidiye Alayları imhasıyla, ‘öteki’ Hıristiyan milletlerine ne yapacağının politikasını netleştirdi.
1908’de, 1878’in Abdülhamid zulmüne “dur” dendi, ama “eşit vatandaşlık” mücadelesi derinleşemedi. Elbette Balkan Savaşı sarsıcıydı, ama İttihatçıların tavrı esas olarak 1908’i derinleştirme rotasında olmadı. 1908’in ertesinde temel tıkanıklık, Ermeni sorunu özelinde iktidarın güçlü partisi İttihat ve Terakki’yle Taşnak Partisi’nin (Taşnaktsutyun/Ermeni Devrimci Federasyonu) yaptığı müzakerede yaşandı. Taşnak’ın “Osmanlı Ermenistanı, imparatorluğun ayrılmaz parçasıdır, adem-i merkeziyetçilik temelinde yönetilmelidir” önermesine[6] rağmen gelişme sağlanamadı. Fakat uluslararası diplomasinin devreye girmesiyle İttihatçı hükümet, 8 Şubat 1914’te Ermeni meselesiyle ilgili reform paketini imzaladı. Birinci paketi 1895’te imzalayan da Abdülhamid’di. Bunu, İttihatçı liderlerden Halil Menteşe, “Ermenistan ıslahat paketi”ydi[7] diye yazdı. “Eşit vatandaşlık” kapısını açacak paketin gereği yapılmadı ve Birinci Dünya Savaşı’nda Ermeni soykırıma varan politika uygulandı.
100 yıl sonra 2010’larda AKP iktidarında Kürt sorunu özelinde Oslo’da ve İmralı’da yapılan müzakere 28 Şubat 2015’te Dolmabahçe’de açıklanan 10 maddelik mutabakatla bir aşamaya geldiyse de masa devrildi. Dolmabahçe’deki toplantıdan bir gün önce “Siyasi irade, ilgili devlet kurumlarıyla birlikte çözüm sürecini devam ettiriyor, ettirecektir” diyenCumhurbaşkanı Erdoğan, çözümle ilgili tartışmanın yoğunlaştığı günlerde 20 Mart 2015’te “Haberim yok, doğru bulmuyorum” dedi. Dolmabahçe heyetinden Sırrı Süreyya Önder’se, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın her konuda bilgilendirildiğini söyledi ve Bülent Arınç’ın “Sayın Cumhurbaşkanı bu gelişmelerden haberdardır” açıklamasına dikkat çekti. Güvenlikçi politikaya dönüldü ve bugüne geldik, neler olduğunun şahidiyiz. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Diyarbakır ve Van’da, “[Ç]özüm sürecini sonlandıran biz olmadık” derken, Oslo görüşmelerini başlatan eski MİT Müsteşarı Emre Taner’se, masaya oturulduğunu, ama yol haritasının olmadığını söyledi. 9 Kasım 2016’da TBMM’nin Fethullah teşkilatını araştırdığı komisyonda konuşan Emre Taner, “Biz Oslo sürecine yabancılar Kürt meselesini oyuncak yapmasın diye girdik” dedi (s. 125). “Yol haritası yoktu” tespiti neyin gerekçesiydi? Erdoğan, 27 Şubat’ta “çözüm” ve 20 Mart’ta “hayır” dedi; neden?
‘MUVAKKAT KANUN DEVLETİ’ VE ‘GENELGE DEVLETİ’
İttihat ve Terakki, iktidara Meclis kapalıyken Ocak 1913 darbesiyle tam hâkim oldu. Meclis, ancak 22 ay sonra Mayıs 1914’te açıldı. İttihat ve Terakki, 1913 kongresinde kabul ettiği programının 1’inci maddesinde, adem-i merkeziyet yani yerinden yönetim prensibini reddetti.[8] Bu, çok milletli Osmanlı’yı, Türk-Sünni İslam’a göre ‘tek’leştirme ve merkezileştirmeydi. İttihatçılar zamanla “Türkçü ve devletçi”[9] olduğunu da programına yazdı. Bunlar o güne kadar maskelenen zihniyetin açıklanmasıydı.
Meclis vardı, fakat çalıştırılmadı. İttihatçıların yasamaya bakışı Enver Paşa’ya atfedilen, “yok kanun, yap kanun” deyişiyle hatırlanmaktadır. İttihatçı hükümet, yasama yetkisini muvakkat kanunlarla kullandı. 1876 Anayasasına göre bunların Meclis’te görüşülmesi zamanında yapılmadığı gibi çoğu hiç gündeme gelmedi. 4 Kasım 1915’te 249 parça muvakkat kanun Mebusan’a getirildi ve ertesi gün 177 tanesi kabul edildi. Kanunların özetleri okundu ve itiraz olmaması halinde kabul edildiği varsayıldı. Tarık Zafer Tunaya, İttihatçı iktidarın yasama faaliyetini netleştirdi: 1908-1918’de 1000 tanesi İttihat ve Terakki dönemine ait olmak üzere, toplam 1682 muvakkat kanun ve 1500 normal kanun yürürlüğe kondu.[10] Milyonlarca insanı sürmenin ve malına-mülküne el koymanın 27 Mayıs 1915 tarihli Tehcir Kanunu ve 26 Eylül 1915 tarihli Tasfiye Kanunu da birer muvakkat kanundu. Bu anlamda, İttihatçı iktidar yılları ‘muvakkat kanun devleti’ dönemiydi. Kavramsallaştırmada, Kemal Gözler’in tanımını dikkate aldım.
Prof. Dr. Kemal Gözler, 15 Mayıs 2021 tarihli makalesinde AKP iktidarının geldiği noktanın ‘kanun devleti’ bile olmadığını ifade etti: “Son bir yıldır ise Türkiye’de bazı konularda fiilî bir yasaklama rejimine geçilmiştir. Bazı insan fiilleri genelgelerle yasaklanıyor. Üstelik bu genelgeler de Resmî Gazete’de yayınlanmıyor. Yasakların arkasında bir kanun yoktur. Bu yasakların arkasında bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi veya bir Cumhurbaşkanı kararı da yoktur. Hatta bu yasakların arkasında bir yönetmelik de yoktur. […] Bir zamanlar, Türk hukukunu eleştirmek için “Türkiye Cumhuriyeti bir ‘hukuk devleti’ değil, bir ‘kanun devleti’dir” deniyordu. 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünden sonra ilân edilen olağanüstü hâl rejiminde, kanunların yerini kanun hükmünde kararnameler alınca “Türkiye Cumhuriyeti artık ‘KHK devleti’ oldu” denilerek eleştiriler yapıldı. O günleri de arar olduk. Artık “Türkiye Cumhuriyeti bir ‘kanun devleti’ veya ‘kararname devleti’dir” bile diyemiyoruz. Maalesef geriye diyecek tek şey kalıyor: Hoş geldin ‘genelge devleti.” Saray’ın “yaptım oldu” icrası böyle özetlendi. Kemal Gözler, bir başka çalışmasında da Cumhurbaşkanlığı hükûmet sisteminde çıkarılan 55 kararnamenin 31’inin değişiklik yapılması hakkında olduğunu ortaya koymuştu.
Birinci sonuç: Sistem kaynak ihtiyacını borçla karşılamaktan kurtulamadı.
İkinci sonuç: Hukuken kanun, genelgeyi bağlayacağına göre, genelge devleti, 100 yıl önceki muvakkat kanun devletinin gerisindeydi.
Üçüncü sonuç: 1914’ten bugüne seçimli sistem, demokrasiyi içermedi; “can ve mal güvenliği” ve “eşit vatandaşlık” talebinde bir arpa boyu yol alınamadı!
NOTLAR
[1] Kâzım Karabekir, Birinci Cihan Harbine Neden Girdik, cilt: 1, hazırlayan: Prof. Dr. Faruk Özerengin, Emre Yayınları, 5. basım, İstanbul-2000, s. 69.
[2] Genelkurmay Başkanlığı, Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi Kafkas Cephesi 3’üncü Ordu Harekâtı, cilt: 1, Genelkurmay Basımevi, Ankara-1993, s. 100; Türk Parlamento Tarihi, I. ve II. Meşrutiyet, cilt: 1, TBMM Vakfı Yayınları No: 14, Ankara-1997, s. 660.
[3] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, cilt: III, kısım: 2, 3. baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara-1991, s. 476-480; Lozan Barış Konferansı, tutanaklar-belgeler, Çeviren: Seha. L. Meray, cilt: 1, 2. baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul-2001, s. 29, 33, 43, 46.
[4] Zafer Toprak, Türkiye’de ‘Millî İktisat’ (1908-1918), Yurt Yayınları, Ankara-1982, s. 21.
[5] Maliye Nazır Cavit’in beyanatı, Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi (MMZC), devre: 3, sene: 4, cilt: 2, s. 416-438 ve Meclisi Âyan Zabıt Ceridesi (MAZC), devre: 3, sene: 4, cilt: 1, s. 112-113 ve 527-544.
[6] Dikran Mesrob Kaligian, Taşnaklar ve İttihatçılar, çeviren: Deniz Mutlu Taşyürek, Aras Yayıncılık, İstanbul-2017, s. 117-222.
[7] Halil Menteşe’nin Anıları, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul-1986, s.167-179.
[8] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, İkinci Meşrutiyet Dönemi, cilt: 1, İletişim Yayınları, İstanbul-1998, s. 62, 140, 145; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, İttihat ve Terakki, cilt: 3, İletişim Yayınları, İstanbul-2000, s. 293.
[9] Tarık Zafer Tunaya, cilt: 1 ve 3, s. 62-63, 153 ve 295.
[10] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Gelişmeler (1876-1938), Birinci Kitap, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Mayıs 2003, 2. baskı, s. 170; Tarık Zafer Tunaya, cilt: 3, s. 267, 466-468.
İlk yorum yapan siz olun