İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Arap Alevi kadınların kahkahaları yitip gitmesin diye…

Yıldız Tar

“Sırra şeyhlerin deyimiyle ‘kültürün dışından’ erkekler erişebiliyor ama ben erişemiyorum. Erkeklerin birbirine aktardıkları bir sır var, kadınlar ‘sırrı açığa daha kolay verecekleri’ iddiasıyla dışlanıyor. Ama şu an o sır, Arap Alevi olmayan erkeklerin kitaplarında da, internette de var. Bu nasıl iş?”

Dicle Paşa ile Alevi örgütlerinin “Din, Beden, Cinsiyet” sempozyumunda tanıştık. Arap Alevi kadınlar üzerinde dinin etkisi ve ataerkilliğin yeniden inşası üzerine yüksek lisans tezini sunmak için oradaydı. Üç günlük sempozyumda, Arap Alevilik üzerine tek konuşma ona aitti ve kürsüye çıktığında salonda meraklı gözler de ona çevrilmişti. Çevredekilerle konuşmalarımdan anladığım büyük bir merak da vardı. Ne anlatacaktı?

Dicle, feminist bir yöntemle yürüttüğü çalışmasını kendisinden, çevresindeki kadınların deneyiminden başlatarak anlattı. Anlattıkça salonda onaylama ve bazen de homurdanma sesleri yükseldi. Ama herkes pürdikkat onu dinliyordu. Tane tane sır geleneğini, sırrı açığa vurmadan, sır geleneğinin etkileri ve sonuçları üzerinden anlattı. Konuşması bittiğinde salon alkış kıyametti. Çıkışta da dinleyiciler Dicle’nin çevresini sarmış, İzmir’in sıcak havasında buldukları bir gölgede sorularını iletiyordu Dicle’ye. İnsan kalabalığını yarıp yanına varamadım. Bekledim ve sempozyumdan sonra ben sormak istedim Dicle’ye konuşmasında anlattıklarını ve anlatmadıklarını. Basmane’de bir restoranda buluştuk geç bir saatte. Kahveler geldi ve başladık konuşmaya.

Fellahların denize çıkan sokakları

1993 yılında Antakya Samandağ’da doğmuş Dicle. Mağaracık diye bir köyde. Adıyla müsemma, mağaralarıyla ünlü bir köy. Bir dağ, bir deniz ötesi Suriye. Evlerinin denize çıktığını gülerek anlatıyor. “Zıpır bir çocuktum” derken şimdi de yerinde duramıyor. Köyü, oradaki hayatı özlediğini de aldığı derin bir nefesle belli ediyor. Annesinden bahsediyor. Yeşil soğan yetiştirdiğini, köylerindeki neredeyse herkesin de tarımla geçindiğini anlatıyor. “Ucuz, geçimlik emek” diye de ekliyor.

“Bizim köydeki herkes fellah zaten. Samandağ daha çok kültürlü bir yer ama köyleri daha homojen bir nüfusa sahip olabiliyor.”

Fellah tam olarak ne demek, diye soruyorum. Arapça’da çiftçi anlamına geldiğini söylüyor. Ama fellah uzunca süre Arap Alevileri aşağılamak için kullanılan bir kelime olagelmiş.

“Hakaret anlamında kullanılıyor ama biz sahipleniyoruz. Evet fellahız, diyoruz. Ki zaten halkın büyük çoğunluğu geçimini fellahlıkla sağlıyor. Aileden kalma toprakları ekip biçiyorlar. Aileden kalma topraklar da çok kişi itiraf etmese de Ermeni toprakları. Ermeni çocuklara bakıcılık yapan anneannem anlatırdı mesela. Kaçma süreçlerinde nakit paraya ihtiyaç duyuyorlar, çok ucuza çok büyük arsaları satıyorlar.”

“Siz Araplar çatal kullanıyor musunuz yemek yerken?”

Dicle, 2011’de üniversite okumak için Antakya’dan çıkıyor. Tam da Suriye savaşının patlak verdiği yıl. Ankara’ya, Hacettepe Üniversitesi’ne gidiyor. Hâlâ daha coşkuyla anlattığı Antakya’dan ayrılmanın nasıl etkilediğini soruyorum. “Ankara’da ilk çok garip hissettim çünkü çok garip karşılaşmalar yaşadım” diyerek başlıyor anlatmaya.

“Bizde bir laf vardır, ‘Antakyalılar koloni halinde gezer, koliyle yaşar’ derler. Ben bu lafı Ankara’da anladım. Üniversitede oda arkadaşlarım da Antakyalıydı. Arap Aleviliğin içe kapalı yapısıyla alakalı biraz bu durum sanırım, ama Ankara’nın kendisi soğuk geldi bana. İklim anlamında değil, yapısal olarak. Antakya’da çok etnisiteli bir toplum bizim için çok olağan bir şeyken Ankara’da Araplığın gericilikle bağdaştırılan bir şey olduğunu gördüm. Antakya gibi küçük bir yerin bile sana çok şey öğrettiğini fark ettim. Bir arkadaşım mesela ‘Siz Araplar çatal kullanıyor musunuz yemek yerken’ diye sordu. Üç Arap’tık ve birbirimize bakakaldık. Hâl böyle olunca, biz birbirimizi daha iyi anlıyoruz sanırım, bir de tarihini arama meselesi de var. Sürekli Türkleştirilmiş bir eğitim var, asimilasyon var. Türklüğün modernlikle bağdaştırıldığı senin ötekileştirildiğin, uygar olmadığın mantığına dayalı bir sistem var. Ona karşı refleks gibi bir savunma stratejisi olarak birbirimizi buluyoruz.”

“Ama neden Arapça?”

Bir yandan da Alevi ailelerindeki “Aman kimseye söyleme, başımıza bir hâl gelir” uyarılarını hatırlatıyor Dicle. Arap Alevilerinde buna bir de dil meselesinin eklendiğini söylüyor. Arapçadan kafada çeviri yaparken Türkçe konuşmanın zorluklarına değiniyor. “Yol kesmek” diyor mesela, “Karşıdan karşıya geçmek anlamında kullanıyoruz biz”. Arap Alevilerinde dilin kendi kültürünü de yarattığını ve saklanma, gizlenme zorunluluğu dışında kendisini rahat hissedebildiği, dertlerini açabildiği, konuşmadan da anlaşabildiği bir alan sağladığını söylüyor. “Bir araya geldiğimizde kendimizi yalnız hissetmiyorduk” diyerek Türkiye’deki ilk Arap Alevi gençlik örgütlenmesi olan Arap Alevi Gençlik Meclisi’ni anlatıyor.

“Arap Alevisi demek sadece Alevilik açısından değil, Arapça açısından da, iki dillilik açısından da çok handikaplı bir durumda olmak demek. Dili zaten yeni nesil bayağı kaybetmiş durumda. Peşine düştük, tırnaklarımızla kazıyarak öğrendik. Arjantin’e, Almanya’ya uzanan bir hikayemiz oldu böylece. Diğer yandan Anadil gününde Yüksel’de Arapça stand açtığımızda ‘Bunlar kendilerini cami avlusunda sandı herhalde’ diyenler de oluyordu. Politikleşiyorsun ama politikleşemiyorsun bir yandan, aşağılanıyorsun. Arap Alevi Kadın Meclisimiz de vardı. Ankara’da bir 8 Mart’ta Arapça pankartla çıkmıştık. Bir ‘ablamız’ geldi ve pankartın neden Arapça olduğunu sordu. Biz de ‘Arap aleviyiz’ dedik. Bu sefer, ‘Tamam ben de Aleviyim, ona bir şey demiyorum ama neden Arapça’ diye devam etmişti.”

Dicle, artık Arap Alevi Gençlik Meclisi’nde değil. “Savaşla beraber ilk defa yazılı bir şekilde bir metin ortaya koyma çabasına girdik. Daha örgütlü, kimliğinin, tarihinin, dilinin, siyaset yapabilmenin peşine düşen bir grup olduk. Bir arada olabilmenin ne anlama geldiğini öğrendik” diye anlattığı süreçten kopmasına yol açanın ne olduğunu soruyorum. Anlatıyor:

“Bir taciz meselesi yaşadık. Meclisin içinden bir erkek, bir kadını taciz etti. Biz de bunu ifşa ettik. Ardından tepki aldık. Daha önce bizle birlikte olanlar, bu meselede de ifşa edilmesi gerektiğini söyleyenlerden ‘Arap Aleviler hakkında bir sürü önyargı var. Onları doğrular hale getirdiniz’ demeye başladı. Oysaki biz, tacizi herhangi bir etnisite ya da inanca bağlamak için değil, Arap Alevi örgütlenmesi olarak içimizde böyle olayları barındırmayacağımızı belirtmek için yapmıştık. Her toplumda taciz yaşanıyor. Bununla başa çıkmak için sisteme işaret etmen gerekiyor. Şeyhlerden de tepkiler geldi. Bizim için, kadın meclisimiz için ‘Kendine Arap Alevi diyen birtakım kendini bilmez kadın’ diyorlardı. Bu meselenin altından kalkamamak, doğru bir tutum alamamak Arap Alevi Gençlik Meclisi’nin de dağılmasına sebep oldu. Birbirine güven kalmadı açıkçası. Bütün bunlar, #metoo hareketi öncesinde yaşanmıştı.”

“Yaşananla konuşulan arasındaki çelişki yazmaya itiyor”

Yaşananların ardından Dicle, yazmaya karar veriyor. Kendisine yoldaşlık etmiş kadınlar ve LGBTİ+’larla konuşmaları da teşvik ediyor. Tez konusunu da böyle belirliyor. “Bizim yaşadığımız şeyle konuşulan şey arasındaki çelişki beni yazmaya, yazılı tarihimizi oluşturmak için çaba harcamaya yönlendirdi” diyor ve başlıyor “sır geleneğini” araştırmaya.

Sır geleneği, Arap Alevi inancında dini ritüellerin, kuralların aktarılmasını ifade ediyor. Biraz kendini ve toplumunu korumak, biraz da inancı yaşatabilmek için tarih içerisinde gelişmiş bir gelenek. Ancak bu geleneğin en önemli noktası, erkeklerin erkeklere aktardığı bir gelenek olması. Ergenlik çağına gelen oğlan çocukları, toplum içerisinde sevilen, onurlu bir amcadan dinin esaslarını, Arap Alevilerin kitabı Kitabu’l Mecmû’yu öğreniyor. Uğruna üç adak kesiliyor. Bu sırrı açığa çıkarmayacağına dair şahitler huzurunda yeminler ediliyor. Kadınlar, sırrın dışında tutuluyor. Dicle de tezinde “erkek çocuklara erkekliğin inşasını öğretme süreci” olarak tanımlıyor sır geleneğini. Ve kadınların inançtan nasıl dışlandığını sorduğumda ise, “Bizim geniş bir yazılı tarihimiz yok. Sözlü geleneği sürdürmek ise sadece erkekler arası bir iş. Hâl böyle olunca kadınların deyişleri, ağıtları, bilmeceleri, kahkahaları yitip gidiyor” diyor.

Dicle, kadınlara öğretilmeyen sırrı artık Arap Alevi olmayan erkeklerin de bildiğini söylüyor. Kitap, yayınlanmış. İnternette de erişilebilir durumda. Ama hâlâ kadınlar bu sırra vakıf olamıyor kendi toplumlarında. Amcalık da sır geleneği de kadınlardan ‘sırrı kolayca ifşa edecekleri’ iddiası ile saklanıyor.

“Din adamları, şeyhlerle konuştuğumuzda çok eşitlikçi olduğunu iddia ediyorlar ama isteyen kadınlara öğretilmiyor. ‘Sanki öğrenseniz namaz mı kılacaksınız, uğraşmazsınız böyle şeylerle’ deniyor bize. İrademiz de elimizden alınıyor. Ben tezim için görüşmeye gittiğimde daha net karşılaştım bu tutumla. Görüşmek istediğim şeyhler bana ‘Seni biri mi gönderdi, hocaların mı yolladı’ diye şüpheyle yaklaşıyordu bana. Oysaki çoktan Arap Alevi olmayan erkeklerin kitaplarında yayınlanmıştı ama benim kadın olmam sorundu. Ki benim amacım sırrı açığa vurmak değil, sır geleneğinin sebep ve sonuçlarını öğrenmekti.”

Amcalığı daha iyi anlayabilmem için, “Sizdeki musahipliğe benziyor” diyor Dicle. Kan bağına dayalı olmayan bir akrabalığın inşa edildiğini söylüyor. Bunun üzerine aklıma Alevi ailemin “Arap’tan Alevi mi olur” dediği geliyor. Bir yandan Ali’nin soyundan geldiklerini söyleyip, diğer yandan Arap’tan Alevi olmayacağı iddialarını anlatıyorum Dicle’ye. Gülüyor. “O halde Ali de Arap değil” diyor. Bu sefer ben gülüyorum. Aleviler arasındaki etnisite meselesinin “iki taraflı, sözde eşitlikçi” bir süreç olduğunu söylüyor.

Kadın ve LGBTİ+ mülteciler kendi ‘iç hapishanelerine’ tıkılıyor

Sohbetin sonlarına doğru ırkçılığa geliyoruz. Yükselen mülteci düşmanlığı ve ırkçılığa. Bu düşmanlığın Dicle’yi ve Arap Alevileri nasıl etkilediğini soruyorum. O ise iğneyi de çuvaldızı da kendisine batırarak başlıyor anlatmaya:

“Savaşla birlikte Türkiye’de yaşayan herkes dayanışma ve savaştaki insanların koşullarını anlayabilmek açısından sınandık. Hâlâ sınanıyoruz. Arap Aleviler açısından da bir sınanma bu. Mültecilerin hepsinin cihatçı olduğunu sananlar da var, savaşta sempatizanlık üzerinden taraf tutanlar da. İnsan, kendisine yapılanı yapana dönüşebiliyor. Oysaki ben LGBTİ+ ve kadın mültecilerle de çalışma imkanı buldum. Ve gördüğüm şu ki, sivil toplumda bile mültecilerin ucuz emek olarak görülmesi, izinsiz çalıştırılması durumları var. Mevsimlik işçi olarak ezilen Kürtlerin yerini mülteci işçiler aldı. Sen de görmüşsündür, patronları tarafından tecavüze uğrayan mülteci kadınlar o kadar çok ki. 

“Oldukça körüklenen bir nefret var. Arapça dövmem var bir tane. Görünür bir şekilde giydiğimde sokakta gözlerin üzerime çevrildiğini görebiliyorum net bir şekilde. Türkiye’nin başkenti diye övülen bir kentin merkezinde bile yaşanıyor. Polisler sana ekstra kimlik soruyor. Zaten mülteciler şehrin dışına taşırılmış bir durumda. Ankara’nın belli yerlerindeler ve oraya nasıl saldırılar olduğunu da hepimiz gördük. 

“Göçmen sağlığı merkezinde tercüman olarak çalıştığımda, çocuk evliliği, dış gebelikler, evlilik içi tecavüzler gibi konular varken her kesimin ‘niye doğuruyorlar’ diye tartıştıklarını gördüm. Polisle, toplumla ayrı bir mücadelesi var mülteci kadınların. Türk erkeklerinin Suriyeli kadınları özellikle bir pazar nesnesi haline getirmesi, hetero ilişkilerde kendi eşlerini ‘sözümü dinlemezsen Suriyeli getiririm’ diye tehdit etmeleri… 

“Seks işçileri ve LGBTİ+ mültecilerle de çalıştım. Ailesine söyleyemeyen, farklı bir şekilde kendini gizlemek zorunda bırakılan bir topluluk LGBTİ+ mülteciler. Savaş mağduru olmak, kendi içinde de öteki olmak minvalinde ilerliyor süreç. Bizim yapabildiğimiz bunu daha görünür hale getirmek olsa da sadece bizlik bir durum değildi. Ortak bir mücadeleyle görünür kılmaya çalışıyoruz ama toplumsal dönüşüm yaşanmadan küçük birer yama gibi kalıyor. Kadınlar sağlık ocağına sadece evden çıkabilmek için geliyordu mesela. Savaş süreçleri, patriyarka derken kadınlar, LGBTİ+’lar kendi ‘iç hapishanelerine’ tıkılı kalıyorlardı. Bizim yapabildiğimiz tek şey arada sırada yararlanabilecekleri mekanizmaları göstermek, eşlik etmekti. Ben saha çalışanıydım. Adliyede, hastanede eşlik etmek görevlerim vardı. Bunlar çok küçük şeyler, övünülebilecek bir şey diye anlatmıyorum, övünülebilecek bir hali de yok. Hastaneyi, şiddeti takip ediyorsun ama kendimiz için sistemle çözemediğimiz sorunları onlar için çözebilecek alternatifler de üretemiyoruz.”

Saat epey geç oluyor. Biz İzmir Basmane’de bir restoranda konuşurken sokak hâlâ canlı. Suriyeli bir aile Fuar’daki lunaparktan çocuklarıyla dönerken, esnafın “Bunlar da iyice azıttı” dediklerini duyuyorum. O arada neredeyse her röportajda olduğu gibi fotoğraf çekmeyi de unutuyorum. Neyseki ertesi gün Dicle’ye Basmane Garı’nda denk geliyoruz. Elinde çantası koştururken durduruyorum, dövmesini gösterdiği bir fotoğrafını çekiyorum. Sarılıyoruz. Yollarımız ayrılıyor. O, Ankara’ya ben İstanbul’a…

https://t24.com.tr/yazarlar/yildiz-tar-insan-manzaralari/arap-alevi-kadinlarin-kahkahalari-yitip-gitmesin-diye,35348

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın