İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türk’ün ebedî korkusu ve göçmenler

Ohannes Kılıçdağı

Evet, Türkiye’ye yoğun ve düzensiz bir göç var. Fakat bu, gelenlerin suçu mu veya gelenlere mi özgü? Unutmayalım ki doğduğu yerde hiçbir sorunu olmayanlar göç etmez. Bugün Avrupa, Türkiye vatandaşlarının önündeki vize ve sair engelleri kaldırıp “Size kapıları açıyorum” dese, kimi tutabilirsiniz Türkiye’de? Böyle bir şey yokken bile herkes senelerdir kapağı Avrupa’ya atmaya bakıyor.

Göçmen sorununu konuşuyoruz, daha önce dediğim gibi uzun süre de konuşmaya devam edeceğiz. Bugün de bu konu üzerinde duralım. Fakat önce, bu insanların, sık sık itiraz edilen veya karışıklığa yol açan adlandırılma biçimine dair bir not düşeyim. Türkiye’ye çeşitli yollarla ve sebeplerle gelen bu insanlara ‘göçmen’, ‘sığınmacı’, kimi zaman da ‘mülteci’ diyen var. Hatta en son, Erdoğan ‘muhacir’ tabirini kullandı. Tüm bu kavramlar farklı durumlara, farklı hukuki statülere işaret ediyor. Ben genel olarak ‘göçmen’ tabirini tercih ediyorum ama bunu özel bir hukuki statüye atfen değil, kelimenin düz manasıyla, yani doğup yaşadığı yeri herhangi bir sebeple terk etmiş veya terk etmek zorunda kalmış kişi manasında kullanıyorum.

Belli bir coğrafyada yaşanan ani nüfus artışları, göçmenlerin hukuki statüsü ne olursa olsun, sorunlara yol açar. Bırakın ülke dışından gelmiş olmalarını, aynı ülkede milyonlar üç-beş sene içinde bir bölgeden diğerine kayarsa, vatandaş statüsüne sahip kitleler de aynı sorunlara yol açar. Evet, Türkiye’ye yoğun ve düzensiz bir göç var. Fakat bu, gelenlerin suçu mu veya gelenlere mi özgü? Unutmayalım ki doğduğu yerde hiçbir sorunu olmayanlar göç etmez. Bugün Avrupa, Türkiye vatandaşlarının önündeki vize ve sair engelleri kaldırıp “Size kapıları açıyorum” dese, kimi tutabilirsiniz Türkiye’de? Böyle bir şey yokken bile herkes senelerdir kapağı Avrupa’ya atmaya bakıyor; böyle bir durumda akın akın Avrupa’ya gider bu millet.

Velhasıl göç, hele hele yoğun göç, tabii ki sorunlara yol açar. Bazı kesimlerin “Göçmenlerin hepsini geri göndereceğiz” demeyen herkesi ortada bir sorun olmadığını söyleyenler olarak göstermeye çalışmasına bakmayın. Bir sorun tabii ki var ama bu sorunu göçmenleri hedefe koyarak çözemezsiniz. Hedefe göç politikasının karar alıcılarını koymak gerekir. Göçmen dediğiniz kişi, hayatta hemen herkesin, mecbur kalırsanız sizin de yapacağınız bir şey yapıyor, daha iyi bir hayat umuduyla yer değiştiriyor. Onlara saldırmak kolay olan; gücünüz yetiyorsa yöneticileri hedef alın.

Göç, bu toprakların tarihinin, bugününün ve geleceğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu topraklar, ama nihai hedef olarak, ama transit yol olarak göçmenlerin mekânı olmuştur ve olmaya devam edecektir. Hani o hep övünülen ‘Türkiye’nin jeostratejik konumu’ var ya, işte o her zaman avantaj getirmez, bazen böyle komplikasyonlara da sebep olur. O konumu anlatırken, gene övünerek “Türkiye Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlayan bir köprüdür” denir ya, işte tam da o sebepten, göçmenlerin de yolu buradan geçiyor. ‘Jeostratejik konum’ bir paket olarak geliyor, istediğiniz özelliğini alıp istemediğinizi bırakamıyorsunuz.

Bugün Türkiye’de yedi-sekiz milyon, belki daha fazla göçmen (yazının başında söyledim manada) var. Bunların hepsini, toptan ülkeden göndermek gibi bir icraat hem mümkün değil, hem ahlaki değil. Gitmek istemeyenleri nasıl göndereceksiniz? Bu nüfus, sosyal medyada yansıtılan izlenimin aksine, sadece genç erkeklerden oluşmuyor; kadın, yaşlı, çoluk çocuk… Hepsini toplayıp, zorla otobüslere bindirip sınırın öte tarafına mı bırakacaksınız? (Bu, genç erkeklere istediğinizi yapabilirsiniz manasına gelmiyor tabii.) Bir an için o manzarayı gözünüzün önüne getirin. Olmaz, olamaz. İçlerinde belki sekiz-on senedir Türkiye’de yaşayan var, hatta Türkiye’de doğan var, burada senelerdir okula giden var. Tabii ki, kendi rızasıyla dönmek isteyen döner. Daha batıya gitmek isteyenler de tutulmamalı ama ortada Avrupa’yla yapılmış bir geri kabul antlaşması var ki bu, Avrupa ile Erdoğan yönetimi arasındaki bir kirli pazarlığın sonucu. Göçmen sorununa çözüm arayanların hedefinde göçmenler değil, işte bu anlaşmanın olması lazım.

Gelelim asıl meseleye. Yani Türk’ün ebedî korkusuna: Yaşadığı yerin hâkimiyetini, tek sahibi olma ayrıcalığını kaybetme korkusu. Göçmenlere gösterilen tepkinin arkasındaki en önemli etkenlerden biri, bu. Onun için, göçmenlerin açtığı veya temel olarak onlara hizmet vermeyi amaçlayan işletmelerde Türkçeden başka bir dil, başka bir alfabe gördükleri zaman gözleri dönüyor. Ama aslında, gösterdikleri tepki söylediğim psikolojiden kaynaklandığı için tepki gösterdiklerinin göçmen, yani ‘dışarıdan’ olması da belirleyici değil. Geçmişte ‘Vatandaş Türkçe konuş’ kampanyalarını düzenleyen hangi zihniyetse, bu da o. Bırakın göçmenleri, bu toprakların has halkları olan Ermeni, Rum, Yahudi, Kürt vs. de kendi diliyle, alfabesiyle kamusal alanda görünür olmaya kalktığında aynı kesimler aynı tepkileri verir, vermiştir. Ermeni nüfusun yoğun olduğu Tatavla’da esnaf tabelalarında Ermenice de yazsın, görelim bakalım neler oluyor. Hiç şüpheniz olmasın, aynı koro “Burası Türkiye” diye ayaklanır. Üstelik, Ermeniler söz konusu olduğunda, kendi hikâyelerine göre, ‘gelenler’in kendileri olmasına rağmen… Ama anlaşılan onlara göre istilanın sadece ‘sessiz’ olanı sorun. Ayrıca, 90’larda Türkiye’nin doğusundan batısına göçen Kürtler için neler dediklerini hatırlayın. O zaman da onların bu göçüne “istila” diyorlardı.

Niye böyle? Çünkü nesiller öyle bir yetiştirilmiş ki farklı dinî, etnik veya dilsel unsurların bir arada bulunduğu bir yerde hâkim olma – tabi olma ikili modelinden başka bir şey tahayyül edemiyor. Bu anlayışa göre, bir yerde ya hâkimsindir ya mahkûm. Eşitlik temelinde, her unsurun aynı haklara sahip olduğu bir toplumsal hayat düşünemiyor. Hâkimiyeti bir kaybederse, kendisi için her şeyin biteceğini düşünüyor, çünkü kendisi şimdiye kadar, mahkûm konumundakiler için her şeyi bitirmiş. Göçmenlere karşı söylediklerini, yaptıklarını gerekçelendirmek için “Kendi ülkemizde azınlık olmak istemiyoruz” diyorlar, çünkü kendi ülkelerinde azınlıklaştırdıklarına ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar. (Azınlık falan olacakları, yok o da ayrı.)

Bu psikoloji içinde, kendinden görmediği herhangi bir şey en küçük bir varlık emaresi gösterdiğinde, ateşi görünce üzerinde tepinen gergedan misali üzerinde tepiniyor, ta ki onu ‘söndürüp’ yok edene kadar. Bu yalnızca göçmene bakışla ilgili bir sorun değil, Türkiye’nin kendi iç barışını tesis edemeyişinin de arkasında yatan temel sebeplerden biri, hatta birincisi. Bu anlayış ikiyüzlüdür, çünkü başka bir ülkenin başka bir şehrinde Türkçe tabelalar, afişler vs. görse “Gördün mü bak, buralara kadar gelmişiz, helal olsun! Türkler her yerde” diye övünür.

Velhasıl, tüm sorunlar konuşulur, tartışılır, istenirse çözüm üretilir. Yeter ki, Türklük dışındaki varoluşların ancak Türklerin yüce gönüllülükle bahşedecekleri bir iyilik neticesinde mümkün olabileceği anlayışı baskın çıkmasın.


Agos

Yorumlar kapatıldı.