İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Şahap Eraslan – Ölmeyi öğrenmek 2: Tanrıyı ölüm yarattı

***Metinde yer alan görüşler yazar(lar)ına ait olup, HyeTert’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.***
Öleceğimizi hepimiz biliyoruz ama hazırlanmak mümkün değil. Yani kursu, provası yok. Dini ritüeller işte bu acemiliği, hazırlıksız yakalanma halini azaltıyor.

Jean Bottero, İncil’i incelediği yapıtında insanların dinleri ve tanrıları bulduğundan bahseder. Dinler ve tanrılar da ölümsüzlüğü ve ölümün nasıl olduğunu anlatır. Dinler bir ‘geçmişte’ başlamışlardır ve bu ‘geçmişi’ anlatırlar. Ama bu geçmiş bir tarih okuması gibi kronolojik okunduğunda birçok çelişkiyi içerir (2010, s. 23-32). Deneyimlenemeyen bir olayı deneyimlemişçesine anlatır. Dinlerin en önemli işlevi bilinmeze en kolay yanıtlar bulmaktır biraz da. Din insanlarının, ölüm ve ölüm sonrası gibi konuları ayrıntılandırarak YouTube videosu gibi anlatabilmeleri bu nedenledir.

Ölümle her an ve her yerde karşılaşabileceğimiz gerçeği varken insan bunu görmezden gelerek hayatını sürdürebiliyor. İslam’ın birçok ritüeli ölümü anımsatan, görmezden gelmeyi önleyen bir tutum içindedir. Bunun nedeni insanı daha çok ve sıkı denetlemek, dünyanın faniliğine vurgu yapmak, ölüme ve ölüm sonrası cezalara ve ödüllere dikkat çekerek yaşamın her alanını İslamileştirmeyi amaçlamasıdır. Özgürlük ve rahatlık alanlarının çoğalmasını bir tehdit gibi sunar ve bu alanlar günaha açıktır. Zaten doğmadan önce insanın öncesi, yaşamı ve sonrası Tanrı’nın bir kurgusudur, yani kader ve fıtrattır. Bu değiştirilemez bir hakikattir ve insana düşen görev ise doğru/hak yolunda yürümesidir. Bu değiştirilemezlik sonsuz çaresizliği, buna bağlı olarak da teslimiyeti gerektirir. İnsan bu çaresizlikten Tanrı’ya yalvararak, ibadet ederek çıkabilir. Yazgının değiştirilemezliği edilgenliğine karşın dua ve ibadet yoluyla etkinleşebilirsiniz.

Dünyanın geçiciliği ve asıl hayatın öteki dünyada olması anlatısı ya da inancı ölümün de anlamını kaydırıyor. Bu kontekstte ölüm özlenecek, sevilecek bir şey. İnsanların bu mutluluğa ulaşmalarının engeli ise öteki dünyadaki yerlerinin (cennet ya da cehennem) belirsizliğidir. Burada ölümdeki bilinmezlik ve bunun yarattığı korku Tanrı’dan ve cehennemden korkmaya; belirsizlik ise gidilecek yerin önceden lokalize edilmemesine kaydırılmıştır. Bu bağlamda Müslümanların da ölüme karşı tutumlarında korkuya, isteksizliğe, erteleme çabasına tanık oluruz. Zaten dualar ve dini ritüellerin çoğu ölüm sonrasına yapılan yatırımlar gibi konseptleştirilmiştir. Burada bir özel durum korku ve tedirginliği görece azaltır: Şehitlik, cihat ölümleri. İslami terör hareketlerinde karşılaştığımız bir fenomen, bazı insanların sanki korkuları yokmuş gibi bir izlenim yaratıyor. Psikanalist Fethi Benslama, imajiner (hayali) ölüm anlatılarının reel ölüm anlatılarını yer yer anlamsız kıldığını yazar. Cihatçılar için “ölüm, bir anlamda mükemmel bir yaşam adayını doğuran bir anne gibidir” (2017, s. 55). Benslama’ya göre de cihatçılık narsisizmden beslenir.

ÖLME SÜRECİ KORKUSU

Ölüm korkusu dediğimiz şey aslında iki farklı korkudur: ölme anı korkusu ve ölüm süreci korkusu. ‘Ölüm’ ile ölme anı kast edilirken, ‘ölmek’ ölüm sürecine işaret eder. İnsanlarda ölüm (ölüm anı) korkusu vardır ama en belirgin korku, ölüm süreci korkusudur. Bizde derler ya, “Allah ele ayağa düşürmesin” ya da “Allah hayırlı ölüm versin”, işte onun da işaret ettiği budur. Ölüm süreci korkusu, insanın yavaş yavaş gücünü ve becerilerini kaybetme sürecinden korkmasıdır. İnsanın güçsüzleşmesi ve “çökmesi” insanda depresyona da yol açar, çünkü kendi güveninizi oluşturduğunuz beden artık size yar değil, yüktür. Bunun getirdiği narsistik bir incinme vardır… Kısacası, insanlar muhtaç olmadan, bu hayat filmi, altını bezledikleri çocuklar tarafından altlarının bezlenmesine kadar uzamadan, onurlarını yitirmeden ölmek isterler. En ideali, ağır hasta olmadan, böylece kendimizi ve çevremizi ölüm konusunun yakınına getirmeden ve fazla acı çekmeden birkaç gün içinde ölmektir…

Alman filozof Ernst Tugendhat, ölüme karşı tutumumuzun bir konumla (Standpunkt) ilişkili olduğunu vurgular (2006, s. 13). İnançlı ya da inançsız olmamız, uğrunda savaştığımız bir davanın olup olmaması vs. ölüm karşımızdaki tutumumuzda önemli rol oynar. Bir inançsız için ölüm son iken, bir Müslüman için öteki dünyaya yolculuktur. İnsanların tutumlarını ölüme karşı duruşları, ölümü nasıl anladıklarını belirler. Tugendhat’a göre ölüm korkusu vejetatiftir (2006, s. 14). Vegetative Todesangst derken kast ettiği varoluşsal bir korkudur; ölümle yaşam arasında bir korku. Dışarıdan gelen bir tehditle oluşan ölüm korkusu. Silahlı bir soygunda olaya karışmak ya da bir çatışmanın ortasında kalmak gibi. Bu durumda kurtulma şansınız vardır, ama ölümle yüzleşmenin getirdiği derin bir korku oluşabilir. Ölümcül bir hastalıkta ise ölüm tehdidi içeriden gelir ve bunu önlemeniz mümkün değildir.

Ölmek üzere olan insanlarda gözlenen bir fenomen de insanların ölüm karşısındaki tavırlarında ‘Şimdi değil, henüz erken!’ tutumları ve ölümü biraz erteleme eğilimidir. Bunun bir diğer anlamı ise ‘daha yapacaklarım var’ ya da ‘başladıklarım yarım kalmasın’ isteğidir. Bu da, ‘şu anda ölüm anlamsız’ görünürken aslında ‘yaşadığım hayat anlamsız’ı içerir. Tugendhard, Heidegger’e gönderme yaparak, zaman kazanma isteğinin altında hayata anlam verme, yani hayatı anlamlandırma isteğinin olduğunu yazar, “Çünkü ölümden ötürü hayatımıza anlam verme ya da daha fazla anlam verebilme şansını yitiririz” (2006, s. 42).

ÖLÜM KORKUSUNA KARŞI ÖLÜM KURGUSU

Ölüm korkusu, dünyaya geldiğimizde tanıştığımız ama daha sonraları bunun varoluşla ilgili bir korku olduğunu kavradığımız ruh halidir. Doğduğumuzda ilk ihtiyaçlarımız, kabul görmek ve güvence aramaktır. Annenin bizi kucağına alması, gereksinimlerimizi gidermesi ve böylece bize verdiği güvence dünyaya ve anneye güvenmemiz ve korkmamamız gerektiği duygusunu verir. Bu korku bir dereceye kadar giderilebilir ve ölüm korkusu yaşam boyunca insana refakat eder. Ölme anı bu korkunun bittiği andır. Ama “öte dünya” kurgusunda bu korku ölüm sonrasına da “cehennem” üzerinden projekte edilir.

Eski Mısır kültürünü ve dinlerin doğuşunu araştıran Jan Assmann, insanların ölümlü olmakla baş edemediğini, ölümün bir son olma ihtimalinin yarattığı korkunun ve bunu kabullenememenin dinleri yarattığını anlatır. Dinler ölümün bir son olmadığını, insanın başka bir donda yeryüzüne indiğini, ya da öbür dünyada yaşamını sürdürdüğünü söyler. Assmann’a göre dinler insana ölümsüzlük vaadinde bulunur. İbrahimî dinlerde ölüm anı bir geçiş anıdır: Bu dünyadan öbür dünyaya geçiş. Örneğin İslamiyet’e göre insanlar aslında ölmüyor, başka bir alemde yaşamlarını sürdürmek için bu alemden ayrılıyorlar. Geçici bir ayrılık bu aslında. Ölüm bir transformasyon, bir halden diğer bir hale geçiştir.

Ölümün bir son olduğu bütünüyle inkar edilir. Ölüm sevdiklerimizden geçici bir ayrılıktır. Bu inkar, yası azaltan bir etki de bırakır… Ölmek ve dünyayı terk etmek radikal bir ayrılıktır ama aynı zamanda daha önce ölmüş olanlara kavuşmaktır. Bu kavuşma konsepti radikal ayrılığı relative eder, ayrılık acısını biraz dindirir. Örneğin biz bedenle ruhun ayrı iki şey olduğunu, yaşam boyunca bir vücutta var olduklarını, ölüm anında ise ruhun bedeni terk ettiğini, böylece bedenin öldüğünü ama ruhun yaşadığını, öteki dünyada yaşamaya devam ettiğini sanırız. Bu anlamda ölüm anı kurgularımız da bunun üzerine kuruludur. Son nefesle canın çıktığını düşünür, dolayısıyla bu metaforda canın nefes olduğunu kurgularız. Ölüm anında canımız çıkar. Can Tanrı’dan bize bir emanet olduğundan, ölüm anını “ruhunu teslim etme” anı (emanetin geri teslimi) olarak kurgularız. Mead, Sibirya Yupiklerinde bir değil çeşitli ruhların olduğunu anlatır. Tyn, yaşam, soluk, nefestir; kut bedensel ruhtur, canlılık anlamına gelir, tüm canlılarda (bitki ve hayvanlarda da) vardır; sur ise ruhtur (2012, s.20).

Bir yandan ölüm estetize edilir ve kavuşma gibi konseptleştirilirken, aynı zamanda bir kötülük olarak da bilinir. Ariès, “Ölüm güzelliğin içine gizlenir” der (s. 601). Azrail ölüm meleğidir; bir melek olmasına rağmen kimsenin karşılaşmak istemediği bir melektir. Kötü dolaylı olarak Azrail’e yansır. Bu ikircikli tutum (Ambivalenz) ölüm sonrası kurgularına projekte edilmiştir adeta; cennet ve cehennem tasarımları ölüme yüklediğimiz olumlu ve olumsuz anlamlar ve çağrışımlardan oluşur sanki. Burada ikircikliliği öne çıkaran, ölüm sonrasında kimin nereye gideceğinin bilinmemesidir. Bu konudaki istisna ise bebeklerin, Sahabilerin ve şehitlerin nereye gideceğinin öngörüsü… Genelde ölüm, dar anlamda ise bebeklerin ve çocukların ölümü, geride kalanlar için ilahi bir sınav olarak kurgulanır…

Ölülerin yıkanması, sembolik olarak da pisliklerden temizlenmek demek. Dünya kirli bir yer olarak görülür, yaşamak da kirlenmişlik anlamı içerir bu ritüelde. Yıkanmak arınmaktır. Gideceğimiz yere, Tanrı’nın huzuruna temiz gitmek tasarımı… Ayrıca ölüm bir yolculuk metaforuyla tanımlanır sıklıkla. Bu uzun yolculuğa çıkan insanlar (ölüler) yolculuklarının başında uğurlanır böylece. Yolculuk metaforu ölümün bir son olduğu gerçeğini gizler, aynı zamanda ölümün itici ve soğuk yanını da… Ölüme dair kullanılan metaforlardan biri de, ölümün uzun bir uyku gibi kurgulanmasıdır. Ölüler sanki derin bir uykudaymışçasına kurgulanır ve onlar sanki yaşıyormuşçasına bir durum yaratılır. Burada da gene ölümün bir son olduğu gerçeği inkar edilir. Ölüm yokmuşçasına bir metafor yaratılır. Ölü sonsuz bir uykuya dalmış kişidir.

KORKUYA ÇARE OLARAK RİTÜELLER

Her ne kadar dinler ölmenin bir son olmadığını ve ayrılığın geçici olduğunu anlatsa da ölüm ürkütücü ve korkutucu bir şey. Ölümdeki ürkütücülük bilinmezlikle ilgili. Bu ürküntü ve korkuyu azaltmak için dinler çeşitli cenaze ritüelleri sunar; ölmek, ölüm buna rağmen zor. Zor, çünkü yaşandığı an gerçekleşiyor ve ‘son’ olmaktan ötürü deneyimlenemiyor ve aktarılamıyor; deneyimlenemez olması fanteziye büyük bir alan açıyor. Dinlerin çok çeşitli olmaları ile insanların arzularını ve korkularını bu fantezilere projekte etmeleri arasında yakın bir ilişki var. Bilginin olmadığı yerde fantezimiz devreye girer. Ölümün en ürkütücü yanı, ölüm anında ölene ait fantezilerin bile olmayışı. Dinler bu anı “ruh bedenden ayrılır” şeklinde anlatır. Eski Yunan’dan bu yana ruh ve beden düalizmi vardır. Bu düalizmle ilişkili fanteziler mevcut. Ama hiç kimsenin sınırlı söylenenler dışında bir fantezisi yok ve ölüm, deneyimlenmesi imkansız olan, o anlamda da bilgiye dönüşemeyecek bir şey.

Öleceğimizi hepimiz biliyoruz ama hazırlanmak mümkün değil. Yani kursu, provası yok. Onun için geride kalanlar her ölümde yeniden acemi. Hastalıklar ve yaşlılık ölüm mesajlarını verse de her ölümde biraz hazırlıksız yakalanıyoruz. Dini ritüeller işte bu acemiliği, hazırlıksız yakalanma halini azaltıyor. Ritüel anının kalması, her ölümde tekrarlanması, bir ritüelden diğerine geçilmesi bize o zor durumla baş ediyormuşuz hissi veriyor. Ritüellerin özellikleri, tekrara dayanmaları, aynı kalmaları, içlerinde küçük başka ritüeller içermeleri ve bize bu durumla baş edebileceğimiz hissi vermeleridir. Dinler ölüm anında bize ritüeller aracılığıyla yardımcı olur, ama aslında o ana ait duygular konserve edilip, ileride açılmak üzere sembolik bir bavula konulur…

Ateistlerin cenazelerinde transformasyona uğramış dinsel motiflere rastlarız. Bu ritüeller yeni olduğu için, dinsel ritüellerden bilinen müzik, ritim, bağırma (şarkı-türkü söyleme) gibi etmenleri içinde taşır. Buna rağmen bu ritüeller ortak tekrarları olmasının yanında her ritüelin bireyselleştirilmesinden ötürü değişkenleri de vardır. Mesela ateist cenazelerinde türkü-şarkı söylenir, ki bu makro tekrardır. Ama ölen insanın sevdiği müzik ortak söylendiği için de her cenazede başka türkü-şarkı okunur (ritüelin değişkenliği). Cenazelerde bu tekrarların ve değişikliklerin iç içe olması, törene katılanların coşkulu ve hüzünlü hallerine rağmen bende biraz ‘yeterince oturmamışlık’ duygusu bırakır. Tüm bunlar bende, bizde, başkalarında ölümle ortaya çıkan ‘duruma yabancı olma’, başka bir deyimle ‘acemilik’ duygusuyla baş etme ve yasımızı biraz erteleme imkanı verir.

Pandemi ile birlikte, bazı olağanüstü durumlarda kültürlerin geliştirdiği ritüellerden vazgeçilebildiğini gözlemledik. İnsanlar yalnız öldüler ve teknik bir gömülme işlemiyle defnedildiler. Bu gömülmede ritüellerden vazgeçildi. Avrupa’da veba gibi epidemi dönemlerinde benzer durumların yaşandığı, ölenlerden uzak durulduğu, cesetler hastalık yuvası olduğundan gömülmenin olmadığı, cesedin ortadan kaldırılıp hastalığı önleme amaçlı yok edildiği bilinir. Bulaşıcı hastalıktan korunmak amacıyla ‘lanetlilerin’ cesetleri mezarlıklara götürülmemiş, yaşam alanlarının uzağında, kentin ya da kasabanın dışında bir yerde üstü örtülmüş, yakılmıştır bazen. Savaş dönemlerinde ve soykırımlarda ‘cesetlerden kurtulma’ amaçlı toplu yok etmelerin, gömülmelerin olduğu da biliniyor. Nazi Almanya’sındaki toplama kamplarında öldürme ve ortadan kaldırma bir endüstriye dönüşmüştü. Ölenin cesedi bile bu şekillerde aşağılanabiliyor…


Artı Gerçek

Yorumlar kapatıldı.