Yüzü bu kadar güneşli, ak pak olup da soğuk olan başka şehir yok. Dağ, taş, kaldırım, ağaç demeden dünya donmuş. Soğuk da laf mı, çeneniz felç geçiriyor kısa bir süreliğine, zaten kulaklarınızı, parmak uçlarınızı hiç hissetmiyorsunuz, elmacık kemiğinizde bir sertlik, bir sertlik. Hep soğuktan.
İnsanoğlu alışıyor bir süre sonra. Her yer bembeyaz. Yollar karlı ve buzlu. Uzak tepeleri aşan rüzgârın uğultusu minibüsün camlarına vuruyor. Bir öksürük krizi koltuklar arasında dolaşıyor. Şoför radyonun sesini biraz daha açıyor.
Yol dümdüzken aniden kıvrılıyor. Sonsuz sayıda uzanan elektrik direklerine konmuş kuşlar açlığı dindirmek istiyor. Kars, beyaz örtüsüyle gerilerde kalıyor. Güneş ışıkları yeni yeni yeryüzüne iniyor, vurdukça gözler kamaşıyor. Alabildiğince beyazlık.
Sesler. Art arda inilip çıkılan yokuşlar, düzlüğe çıkınca Ölçülü (Wezîn) köyü görülüyor. Hiçbir yer uzak değil aslında, insandan başka uzak var mı? Bacalardan yükselen dumanlar gökyüzünde buluşuyor.
Ölçülü (Wezîn) köyü / Fotoğraf: Mustafa Orman/Independent Türkçe
O süt beyaz tepelerin üzerinde gökyüzü, cam gibi mavi. Okulun bahçesinde iniyoruz. Öğrenciler karnelerini almak için sıraya dizilmiş. Öğretmenler odasında kısa bir sohbetten sonra okul hizmetlisi yanaşıyor, “Hocam” diyor; “hangi rüzgâr attı sizi buraya?”
“Attı bir rüzgar işte” diyorum. Sonra, “Bu köyde Erivan Radyosu’nu dinleyenlerden kimse kaldı mı?” diye soruyorum.
“Hocam valla, nasıl diyeyim. Birkaç kişi var, ama konuşurlar mı emin değilim. Konuşacak olanlar da göç etti buralardan zaten. Ben ufak tefek bir şeyler hatırlıyorum. Büyüklerimizin Elegez Dağı’nın eteklerinden çıkıp buralara geldiğini biliyorum.”
“Peki, büyüklerin anlattıklarından hiçbir şey mi hatırlamıyorsun?”
“Üzerine konuşmayınca insan unutuyor hocam. Kimsenin de pek kimseyi dinlediği yok.”
“Eski zamanları özlüyorsun.”
“Özlenmez mi hocam?”
“Özlenir, bir şey anlatmıyorsun ki özlediğin şeyi bilelim.”
“Vallahi hocam ne diyeyim. Ben Rusya’da, Irak’ta, Kazakistan’da çalıştım. Çok yer gördüm, gezdim. Dünya değişti diyorlar, gerçekten de değişti. Eskiden bir kar yağardı, ahan iki üç metre. Artık kar da tutmuyor. Kıtlık desen bi yakın bi uzak. Geçen yaz ekinler yandı. Hayvanlar susuzluktan neredeyse kırılacaktı. Şimdi ise sular donmuş. Ağılda kar eritiyoruz. Ama desen çare, çare yok. Eskiden sadece doğayla mücadele ediyorduk, şimdi insanlarla da mücadele ediyoruz. Halimizi birbirimize anlatsak, perişanlığımızı dile getirsek, biri karşına çıkıp inkar eder. Sorsan kendisi de perişan. Ne yaparsın, insan değişti, her şey değişti, eskinin tadı huzuru kaçtı. Bize kala kala bu dünya kaldı. Nereye gidecek? Bilemem orasını.”
Konu başka yere kayıp giderken ben de oradan ayrılıp köy meydanına doğru yürüyorum. Bana bir öğrenci eşlik ediyor. Köyün üst tarafındaki tepede yıkılmış bir Ermeni kilisesi görünüyor. Köylü ziyaret tepesi diyor. Ani’yi ziyaret eden hacılar, yıllar önce dağı taşı aşıp bu tepedeki kilisede dinlenip öyle geçiyorlarmış.
Korku insanların yüreğini öyle bir kaplamış ki, konuşmaya çekiniyorlar. Köy meydanında yakaladım birini, kendimi tanıttıktan sonra, “Erivan Radyosu’nu hatırlıyor musun?” diye soruyorum.
Düşünüyor. İki elini yana açıyor, “Valla ben Kars’a gideceğim, minibüs kalkıyor.”
O gidince başka biri uzaklardan beliriyor. Ama bu insanlar hep böyle, dertli, içine kapanık, dünyanın yükünü sırtında taşıyor görünürler. Biri konuşmaya görsün, bu sefer konuşana sıra vermezler. Şuracıktaki kar gibi erirler. Konuşma uzayıp gider.
Asıl meseleden kopup başka şeyler anlatırlar. Adam bana yaklaşınca, aynı soruyu ona soruyorum. Önce şaşırıyor. Şaşkınlık kısa sürüyor, “Nereden geldin?” diyor.
Gülüyorum. Radyoyu soruyorum ısrarla,
“Bak şuraya, gelen şapkalı adamı görüyor musun?”
“Evet, görüyorum.”
“İşte köyde ilk radyo onların evlerine geldi. Babası, amcası, yedi sülalesi neredeyse radyonun önünde büyüdü. Adı İsmet” diyor.
Bu sefer ona doğru yürüyorum. Öyle bir soğuk ki, derinizi hemen çatlatıyor, gözlerden yanaklara gözyaşı süzdürüyor. Yarım saat dışarıda bekleseniz, bu sefer de soğuktan ağlamaya başlarsınız.
Bu adamlar coğrafyanın sesidir, diyorlar güya. Konuşmazlarsa nasıl coğrafyanın sesi olacaklar ki? İsmet’e doğru yürürken, yanımdaki öğrenci, “Anlatsa anlatsa ancak İsmet Amca anlatır” diyor.
Fotoğraf: Mustafa Orman/Independent Türkçe
Yüzünü, başını soğuktan korumak için iyice kapatmış, selam veriyorum.“Ailenizden Erivan Radyosu’nun dinleyenler olduğunu söylediler” diyorum.
“Evet, doğrudur.”
“O günlere dair ne hatırlıyorsun?”
“İlk önce nenemi hatırlıyorum. 110 yaşındayken öldü. Onun eski zamanlara dair anlattıklarını hiç unutmam. Nenemin anlattığına göre, o zamanlarda açlık kıtlık varmış. İnsanların elinde avucunda hiçbir şey yokmuş. Ancak bulgur bulurlarsa karınlarını doyuruyorlarmış. Savaş zamanında kimse de kimseyi umursamazmış. Doğru düzgün giyecekleri bile yokmuş. Hatta çarık olmadığı için ayaklarına kalın bezler sarıp öyle dışarı çıkıyorlarmış. Halk artık açlıktan neredeyse kırılacakmış ki, hükümetten birileri gelmiş, at kestirip her bir haneye birer parça et dağıtmışlar.”
“At eti mi?”
“Evet.”
“Müslüman değiller miydi?”
“Müslümanlar.”
“Eee…”
“Mecbur olsan sen yemez misin?”
“Tamam bunları geçelim sen bana Erivan Radyosu’nu anlat.”
“Benim sana bugünü anlatabilmem için dünü de anlatmam gerekiyor.”
“Neden?”
“Bize her şey sırayla anlatıldı, sırayla öğretildi.”
“Sen gel önce radyodan bahset.”
“Önce nenemi anlatmam lazım. İki savaş görmüş, kıtlık görmüş, ölüm görmüş, zulüm görmüş.”
“Sonra anlatırsın neneni.”
“Tamam.”
“Radyoyu kim aldı?”
“Radyoyu Ziya Amcam, 1962 yılında Almanya’dan getirmişti. 9-10 yaşında ya vardım ya yoktum. Ama o günlere dair her şeyi hatırlıyorum. Evin baş köşesine koymuşlardı radyoyu. Yanında yedek pilleri olurdu. Akşam olunca radyo hazırlığı başlardı evde. Minderler dizilir, oda temizlenir, çay bardakları masanın üzerine konulurdu. Saat yaklaştığında radyonun üstündeki bez kaldırılırdı. Odadaki minderlere misafirler oturur, sunucu ‘Erivan konuşuyor’ diye giriş yapardı.”
“Peki, insanlar radyoyu dinlerken o sırada ne yapıyordu?”
“Ne yapsınlar, çay içip tütün sarıyorlardı. Başka ne yapacaklar?” diyor gülerek.
“Peki, en çok hangi türküleri hayranlıkla dinlerlerdi?”
“Şeroyê Biro, Wey Malîno, Fatma Îsa Miho en çok bunlar dinlenirdi hatırladığım kadarıyla.”
“Peki radyoyu ilginç bulmuyorlar mıydı?”
“Nasıl bulmasınlar? Radyo açıldığında çıt çıkarmazdı. Diz üstüne çökerlerdi, çocuklar gibi ellerini dizlerine koyup öylece dururlardı. Radyo ilk evimize geldiğinde, misafir olmadığında biz bize dinlerken yayın başlayınca, nenem sırtını bize döner, ağzını yüzünü, kulaklarını tülbentiyle bağlardı. Ayıp derdi, belki adam bizi görüyor, derdi.”
Fotoğraf: Mustafa Orman/Independent Türkçe
O, bunu anlatırken gülümsüyorum. Dışarıda -18 derecede onu dinlemeye çalışıyorum. Bir ara soğuktan ikimiz de zıplamaya başladık.
Kars’a gidecek olanlar minibüs bekliyor. Elleri ceplerinde onlar da bizim gibi zıplıyor. Aynı zamanda meraklı gözlerle bize bakıyorlar. Ellerimle kulaklarımı ısıtttım. Ağzımı atkıyla kapattım.
“Başka neler geliyor aklına?”
“Bir de radyo ilk bizim eve geldiği için, kadınlar tüm köylülere şöyle duyurmuştu: Ziyaların evine Almanya’dan başsız bir adam gelmiş, akşam olunca konuşmaya başlıyor.”
Bunları anlatırken yanımıza bir adam daha geliyor. “Bir daha anlat, ne diyorlarmış?” diyorum.
“Ziyaların evine Almanya’dan başsız bir adam gelmiş, akşam olunca konuşmaya başlıyor, demişler.”
Yanımızdaki adamla birlikte gülmeye başlıyoruz. Sonra adama dönüyorum, “Erivan Radyosu’nu hiç dinledin mi? Hatırlıyor musun?” diyorum.
“Yok valla hatırlamıyorum.”
“Dinleyen birini de mi bilmiyorsun?”
“Biliyorum da o şu an gelemez.
“Neden?”
“Hasta, yatalak. Kalkamıyor.”
İsmet Demir’e dönüyorum, “Başka anlatacak biri var mı?” diye soruyorum.
“Var aslında. Bakkal açıksa o da iyi bilir. Çünkü onların ailesi önceden Ezidi’ydi, sonradan Müslüman oldular” diyor.
“Oraya gidelim o zaman.”
Fotoğraf: Mustafa Orman/Independent Türkçe
Ayaklarımızın altında sertleşmiş, buza dönüşmüş karlara basıp adımlarımızı yavaş yavaş atıyoruz. Bir anda bulutları aralayan güneş vuruyor köyün üstüne. Ama yine de ayaz. Dondurucu soğuk.
Çaresi yok. Günler burada böyle geçiyor. Doğanın umursamazlığı sürüyor. Doğaya yapılan övgünün de hiçbir anlamı yok. Bir yoksulun bacası tütsün. Aşı pişsin. Bir de baharı beklesin.
İnceden, usuldan eserek tepelerde köyün üzerine kar tanelerini getiriyor yel. Kar atıyor sanıyorsunuz ama değil. Sonra yine aynı soğuk, aynı ayaz. Güneş tepede. Gök cam gibi. Bazen mavi. Bazen bulutlu. Bakkalın önüne geliyoruz. Kilitli.
“Alla alla” diyor, “normalde kapalı olmazdı, nereye gitmiş?” diyor. Elini cebine atıp telefonu çıkarıyor. Kulağında bir süre telefon, sonra konuşuyor,“Alo, alo, nerdesin, bakkal kapalı? Ha öyle mi, bugün açmayacaksın yani” diyor. Telefonu kapatıyor. “Kars’a gitmiş ancak akşam gelir” diyor.
“Sağlık olsun” diyorum.
“Ama o olsaydı, çok şey anlatırdı. Ailesi boyuna bilirdi her şeyi. Sadece Erivan Radyosu’nu değil, otur sor, sana Kürtlerin tarihini de anlatırdı. Öyle bir aile yani.”
“Başka sefere artık. Belki yine gelirim.”
“Gelsen iyi olur hocam. Gelmeden önce beni ara, ben ayarlarım sana konuşacak kişileri.”
“Anlaştık” diyorum, “haydi gidelim.”
“Gidelim hocam, önce bir çay mı içsek kahvehanede” diye soruyor.
“Yok, sizi hiç yormayalım. Hem Ümit daha karnesini almamış, karnesini alsın.”
“Tamam hocam, selametle.”
“Selametle.”
Dönerken aynı soğuk içime kadar işliyor. Ama içimde yine aynı cümle var:
Almanya’dan başsız bir adam gelmiş, akşam olunca konuşmaya başlıyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish
İlk yorum yapan siz olun