İster doğrudan devletin baskı mekanizmalarında veya bürokraside çalışsın, ister üniversite ve medya gibi resmî ideolojiyi üreten ve pekiştiren kurumlarda, egemenlere hizmet verenlerin işe yaramaları için biraz da olsa kafalarının çalışıyor olması gerekir diye düşünüyorum hâlâ. Oysa Türkiye’ye bakarsak, hayır, gerekmiyor.
Londra Talebe Müfettişliği’nde ya askerliğim ya pasaportumla ilgili bir şeyler yaptırmam gerekiyordu; Başkonsolosluk’ta bir belgeyi imzalatmak için dolanıp duruyordum. Konsolos yardımcısı mıydı, beşinci kâtip miydi, yaklaşık kırk yıl oldu, hatırlayamıyorum, imzasına ihtiyacım olan kişinin odasını sonunda buldum. Kapı açıktı, odanın sahibiyle bir başka konsolosluk görevlisi bir şey konuşuyordu. Edepli bir çocuk olarak odaya dalmadım, kapının dışında durdum, çağrılmayı bekledim. Beklerken de ister istemez kulak misafiri oldum.
O günlerde BBC televizyonunda bir Yılmaz Güney filmleri gösterimi vardı. Ve devletimizin dinlemek zorunda kaldığım bu iki görevlisi çok öfkeliydi. Güney ya hapisteydi ya yeni kaçmıştı, Fransa’da yaşıyordu. Bir ihtimal Yol filmiyle Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü tam o sıralarda kazanmıştı. BBC’nin böyle bir adamı onurlandırması çok kızdırmıştı bizim konsolosluk mensuplarını.
“Niye yasaklattırmıyoruz?” diye sordu biri.
“Nasıl yani?”
“İngiltere hükümetiyle konuşalım, BBC’nin bu filmleri göstermesini yasaklasınlar.”
Hem yasakçı, hem cahil, hem pespaye! Kendimi nasıl tuttum, hâlâ şaşarım. Dilimin ucuna geldi: “Sizi de, sizi hariciyeci yapan devleti de…”
Yasakçı olmalarını anlayabiliyordum; devlet görevlileri yasaklara karşı olacak değildi ya! Ama cahil ve pespaye olmalarını beklemiyordum. Gençlik işte, saf bir çocuktum herhalde.
O saflıktan tümüyle kurtulamamış olduğumdan kaygılanıyorum bazen.
İster doğrudan devletin baskı mekanizmalarında veya bürokraside çalışsın, ister üniversite ve medya gibi resmî ideolojiyi üreten ve pekiştiren kurumlarda, egemenlere hizmet verenlerin işe yaramaları için biraz da olsa kafalarının çalışıyor olması gerekir diye düşünüyorum hâlâ.
Oysa Türkiye’ye bakarsak, hayır, gerekmiyor.
Bunu hemen her gün çeşitli vesilelerle hatırlamak zorunda kalıyoruz. Başta bir numaralı devlet görevlisi olmak üzere görevlilerin Türk parasına reva gördükleri eziyetin sonuçlarını son haftalarda hepimiz izledik. Doğrudan etkileniyor olmasaydık, herhalde dalga geçer, kahkahalar atar, “Beceriksizliğin, niteliksizliğin bu kadarına pes!” diye yeri göğü inletirdik.
İnletemedik, ama bu arada yerli ve millî Covid-19 aşısının beceriksizliği ve niteliksizliği gözlerden kaçar gibi oldu. Kaçmasın, anlatayım.
Hikâye şöyle gelişti.
Tabipler Birliği Genel Sekreteri Vedat Bulut bir açıklama yaptı, Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu’nun onay verdiği Turkovac aşısının Faz-1, Faz-2 ve Faz-3 çalışmalarının olmadığını söyledi. “Sağlık Bakanlığı’nın bu konuda şeffaf davranması gerekiyor ve bu çalışmaların da hızlı bir şekilde bilimsel dergilerde yayınlanması gerekiyor ki bizim uzman kuruluşlarımız, pandemi çalışma grubumuz bu belgeleri inceleyerek Turkovac ile ilgili bilgi sunabilsin. Çünkü ortada bir aşı yok, aşı olduğu iddia edilen bir solüsyon var” dedi.
Bu açıklama hakkındaki ilk tepkim, “ortada aşı yok, aşı olduğu iddia edilen bir solüsyon var” ifadesine hayran kalmak oldu. Devletimizin çeşitli alanları için kullanılabilecek bir ifade bence. Örneğin, “ortada Maliye Bakanı yok, Maliye Bakanı olduğu iddia edilen bitkisel bir şey var.”
Çok geçmeden anlaşıldı ki Sayın Cumhurbaşkanı “solüsyon” ifadesini benim beğendiğim kadar beğenmemiş. Açtı ağzını, yumdu gözünü, Tabipler Birliği’ni doğduğuna pişman etti. O kadar ki, birliğin adı açıkça Türk Tabipleri Birliği olmasa affedersiniz Ermeni veya Yahudi Tabipler Birliği’nden söz ediyor zannedilebilirdi.
Şöyle dedi: “Erciyes Üniversitesi büyük bir kadroyla Turkovac aşısını üretiyor, icat ediyor. Adamlar ‘Böyle bir şey yok’ diyor. Ya siz ne sahtekârsınız ya? Ne yalancısınız ya? Madem biliyorsunuz da, Tabipler Birliği olarak bugüne kadar bir eseriniz var mı? Yok. Ama yapana da hep taş koydunuz. Yalancı, cambaz, sahtekârsınız.”
Hemen ardından, Turkovac’ın Faz-3 sonuçlarının açıklanacağı duyuruldu. Ve ertesi gün düzenlenen bir basın toplantısında Hacettepe Üniversitesi Aşı Enstitüsü Yönetim Kurulu üyesi ve Turkovac Faz-3 çalışması sorumlu araştırıcısı Prof. Dr. Mine Durusu Tanrıöver ile Prof. Dr. Serhat Ünal kamuoyunu bilgilendirdi.
Toplantıda neler söyleneceğini heyecanla beklerken, “Herhalde,” diye düşündüm, “Cumhurbaşkanı şimdi Tabipler Birliği’ne müthiş bir gol atacak.”
Sayın Prof. Dr. Mine Durusu Tanrıöver basın toplantısında ne söyledi, biliyor musunuz? En az bir doz aşılanmış olan 1182 gönüllünün etkinlik analizine dahil edildiğini belirttikten sonra, “Turkovac’ın hastalanma riskini [Çin aşısı] CoronaVac’a göre yarı yarıya azalttığını söyleyebiliriz” dedi.
Açıklananlar bunlardan ibaretti.
Birincisi, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Mehmet Ceyhan’ın ifadesiyle, “Bin 182 vakayla Faz-3 aşı çalışması olmaz.”
İkincisi, Faz-3 sonuçlarının genellikle “Çin aşısından daha iyi oldu valla” ifadesinden biraz daha ayrıntılı olması beklenir.
Prof. Dr. Mine Durusu Tanrıöver ve Prof. Dr. Serhat Ünal hakkında neler düşündüğümü yazmamayı tercih ediyorum.
Ama bir ipucu verebilirim: Bu hafta üçüncü aşımı olurken BioNTech ile Turkovac arasında seçim yapmam gerektiğinde Turkovac’ı seçmedim
https://serbestiyet.com/featured/asi-oldugu-iddia-edilen-solusyon-81070/
İlk yorum yapan siz olun