İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

“Bu kez karakterler de, hikayeler de sahici”

Netflix’te altı bölüm olarak ekrana gelen ‘Kulüp’ dizisi, yayınlandığı ilk günden bu yana gündeme yerleşti. Türkiye Yahudisi bir ailenin hikayesinin etrafından 1950’lerin İstanbulu’nun eğlence hayatının işlendiği dizi geniş ölçüde beğenildi. Kulüp, Türkiyeli Yahudilerde de büyük ilgiyle karşılandı. Bu yapımla ilk kez, çoğunlukla İstanbul’da yaşayan Yahudiler, kendi ifadeleriyle ‘görünür’ oldu. Şalom Gazetesi yazarlarından Riva Hayim Kohen, diziyi Agos’a değerlendirdi.

Vartan Estukyan

Türkiyeli Yahudiler kapalı bir toplum olarak yorumlanıyor. Dizinin ardından toplum içinde nasıl tepkiler/yorumlar oldu?

Kendi adıma konuşmak gerekirse, şaşırdım. Bilindiği üzere, maalesef çoğu zaman böyle dizi ve filmlerde azınlıkların karikatürleştirilmiş haliyle karşılaştırdık. Bazı yapımlarda gördüğümüz tarihsel ve kültürel hataları saymıyorum bile. Artık dizileri eleştirmeyi geçtim, düzeltmeye çalışmayı bırakmıştık hatırlarsanız. Dizilerde hahamı defileye çıkar gibi omzuna bir şal atıp dua ettireni mi, sinagogda yanlışlıkla istavroz çıkaran tuhaf Yahudi’yi mi, kilise oturma düzenini sinagoga uygulayanı mı… Hangi birini sayayım? Bu gözler neler izledi!

Oysa bu sefer ‘Kulüp’ dizisinde karakterler de hikâyeler de sahici. Hiçbir karakter çok iyi ya da çok kötü değil. Yine karakterlerin aksanları, dilleri üzerine aylarca çalışılmış. Tarihsel bilgiler diziye müthiş bir incelikle ve titizlikle, aşırıya kaçmadan yerleştirilmiş. Diziyi izlerken, önyargısız kaleme alınmış, gerçeğe dokunan bir şekilde Şabat sofralarımızı, yetimhanelerimizi, Purim bayramımızı, sinagoglarımızı izlemek ve koruma altına alınan Ladinoyu ve müziklerimizi işitmek ben dahil herkesi duygulandırdı.

Tabii, şu da var: ‘Kulüp’, azınlıkları konu alan ilk çalışma değil. Her azınlık cemaatinin dinamikleri, tepkileri farklı, öncelikle onu belirtmek gerek. Mesela ‘Salkım Hanım’ın Taneleri’ filmi çekildiğinde haklı sebeplerle “Bizi bulaştırmayın, başımıza iş gelmesin” endişesiyle sessiz kalan, kendinden söz edilmesinden çekinen bir Yahudi toplumu vardı. İshak Alaton’un bir söyleşisinde, filmin çekim aşamasında, Varlık Vergisi dönemiyle ilgili bilgi aktarımında nasıl çabaladığını dinlemiştim. Onun da bu diziyi görebilmesini çok isterdim.

Ladinoya dönersek… Size de soruyorum: ‘Vatandaş Türkçe konuş’ sloganından sonra Ermeniler arasında Ermenice konuşmak önemsenmemeye başlandı mı? Yani evet, Türkçe anadilimiz oldu, bundan bahsetmiyorum ama Ermenicede de yeni nesil olarak sahiplenmeme dönemine geçtiniz mi?

Yahudi toplumuna bakarsak, Ladinonun güncelliğini yitirmesiyle sadece Türk Yahudileri değil, dünyadaki tüm genç nesil Yahudiler günlük hayatta kullanabilecekleri başka dilleri öğrenmeye başladı. Ladinoyu öğrenen ve konuşanlar da haliyle azaldı tabii. El Amanaser gazetesi var, Şalom’un Ladino dilinde basılan ve çok sevdiğim, değerli bir eki. Dünyadaki ayakta kalan, tek Ladino gazetesi olan El Amanaser, İstanbul’da basılıyor. Bir avuç insanın emeğiyle kaç yüz yıllık bir dil yaşatılmaya çalışılıyor. Bir yandan gurur verici, öte yandan üzücü. Bu açıdan da dizide Ladinoyu geniş kitlelerin duyması, merak etmesi dilin ve müziğin arşivlemesi için çok önemli.

Dizide Ladino dilinde çokça diyaloga, Türkiyeli Yahudilerin geçmişlerine ve Beyoğlu’ndaki gayrimüslim yaşama da değiniliyor. Siz bir Sefarad Yahudisi olarak dizideki bu ele alışı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu diziyi izlemeye de, her zamanki gibi, “Eyvahlar olsun bizden bahsediyorlar, asabım bozulursa kapatırım” diye başladım. Ama diğerlerinin aksine, bir sezonu iki günde bitirdim. Dizide Gökçe Bahadır’ın her açık ‘e’ ile ‘maersi’ demesini, ‘çiş’ anlamına gelen ve argo ve mizahta çokça kullandığımız ‘pişar’ kelimesini duymak gülümsetti.

Beyoğlu ve Beyoğlu üzerinden verilen eğlence hayatı tarihçesini izlemek çok keyifliydi. Gece hayatı Osmanlı’dan beri gayrimüslimler, özellikle de Rum ve Ermenilerin elindeydi. Gece kulüplerinin tatlı rekabetleri vardı. Maksim Gazinosu, Tepebaşı Garden Bar, yine Pera Palas ve Tokatlıyan Otel’deki dansingler… İstanbul’un işgalinden sonrası eğlence hayatına karşı Ankara’nın tutumu daha muhafazakârlaştı ve takip eden dönemlerde ‘eğlence hayatını da millileştirelim’ akımı başladı. Bu açıdan dizide geçen kulübün işletmecisinin kimliğini saklayan bir Rum olması çok isabetliydi çünkü İstanbul eğlence hayatı el değiştiriyordu. Kulübün işletmecisi Rum kimliğini saklarken, annesinin Rumca konuşmasına sinirlenmesi, onu susturması… Bunlar diziye dair çok güzel detaylardı.

Öte yandan, dizinin yeni bölümlerinde -umarım çekilir- Rumca ve Ermenice ezgileri de duymak, dizideki diğer karakterlerin hikâyelerini de öğrenmek isterdim açıkçası. Sadece başroldeki Selim Songür’ün, İsmet’in, Matilda ve Raşel’in hikâyelerini değil, kulüpteki dansçıları, Fransız koreografı, Ermeni emektar garsonu, ışıkçıyı, orkestranın hikâyelerini merak ediyor insan. Her karakter tarihe açılan bir kapı gibi. 60’larda müziklerin plaktan çalındığı disko akımı İstanbul’a gelip, canlı orkestraların azalmaya başlamasına kadar, bu emektarlar İstanbul’un eğlence hayatını sırtladılar. Belki yeni sezonda bir sürpriz olur, müzikleri ve hikâyelerini izleyip dinleme fırsatına erişiriz.


Agos

Yorumlar kapatıldı.