Bu bölümde yapılan röportajlarla Nehna ekibini tanıtmayı amaçlıyoruz. İlk olarak kurucu ekibin içerisinde yer alan Ketrin Köprü’yü tanıyacağız.Bu röportajda Nehna ekibine katılma sürecinden bahseden Ketrin, “Hayatımdaki dönüm noktalarından biri” diye tasvir ettiği, Arapça öğrenmek için gittiği Beyrut tecrübesini de bizlerle paylaşıyor. Ayrıca Uluslararası Göç Örgütü’ndeki (IOM) çalışmalarından ve gözlemlerinden bahsederken göç ve sığınmacılarla ilgili doğru bildiğimiz yanlışların altını çiziyor.
Röportaj: Ferit Yuhanna Tekbaş
Sevgili Ketrin, okuyucularımıza kendini tanıtır mısın?
Tabii ki, 1988 Antakya doğumluyum. İlköğretim ve lise eğitimimi Antakya’da tamamladıktan sonra, üniversite eğitimim için ilk önce İskenderun’a geçtim. 2010 senesinde İstanbul’a gazetecilik alanında iş bulmak ümidiyle geldim. Agos gazetesinde 6 ay kadar çalıştım, daha sonra İstanbul Aydın Üniversitesi’nde Gazetecilik Bölümü’nü bitirdim. Ayrıca okurken Birgün gazetesi ve NTVMSNBC‘de kısa dönemli stajlarım ve çalışmalarım oldu. Suriye’de çıkan savaşın üzerinden iki yıl geçtikten sonra, Gezi olaylarının yaşandığı 2013 senesinde, Lübnan Balamand Üniversitesi’ne 1,5 yıllığına Arapça öğrenmeye gittim. Çok kolay öğrenebileceğimi düşündüğüm, anadilim diye tanımladığım dili, okuyup yazmayı ve tam anlamıyla konuşmayı öğrenmek beni epey bir yordu. Yani, Arapçanın ne kadar zor ve geniş bir sözcük dağarcığına sahip değerli bir dil olduğunu oradayken anladım. Çünkü çocukluğumdan beri Arapçaya karşı içimde bir direnç vardı. Malum ilkokulda düzgün Türkçe konuşmamız gerekiyordu. Bu yüzden, annem benimle Arapça konuştuğunda hep Türkçe karşılık verdiğimi hatırlıyorum. Gerçekten bir gün bu dili öğrenme isteğim olacağını tahmin etmiyordum açıkçası. Şu an dönüp baktığımda “iyi ki yaptım” dediğim şeylerin başında gelir. Lübnan’dan dönüp kısa bir süre iş aradıktan sonra, gazetecilik tutkum, hiçbir yerde iş bulamadığım için yavaş yavaş başka bir şeye dönüştü. Sivil topluma yöneldim. Türkiye’de yükselen mülteci kriziyle birlikte, mültecilere çeşitli yardım ve destekler sağlayan sivil toplum kuruluşlarından CARITAS’ta işe başladım. Orada bir süre çalıştıktan sonra, şu an hala çalışmaya devam ettiğim Uluslararası Göç Örgütü’nde (IOM) 2015 yılından beri çalışıyorum.
Lübnan’a Arapça öğrenmeye gittiğinden ve çocukluğunda Arapçaya direnişinden bahsettin. Bu noktayı biraz açabilir misin? Arapça öğrendikten sonra senin için neler değişti? Bildiğim kadarıyla Lübnan’da manastırda da kaldın. Nasıl bir tecrübeydi?
Lübnan‘da Arapça eğitimi almak hayatımdaki ikinci dönüm noktası diye adlandırdığım bir serüvendi. Çünkü mezun olmanın verdiği telaşla ve ne yapacağımı bilememe hali beni oralara kadar götürdü. Tabii, bu öyle kolay olmadı. Bunu buradan da belirtmek isterim -çünkü kendisine buradan da bu vesile ile teşekkür etmiş olacağım bir kez daha- Seyiddna (Arapçada Metropolit) Elpidophoros, o zamanlar İstanbul Rum Patrikhanesi’ndeydi, o bana çok yardımcı oldu oraya gidip Arapça eğitimi almam konusunda. Benim için Balamand Üniversitesi‘ne bağlı Ruhban Okulu’yla bir takım yazışmalar yaptı ve aldığım kabul sonrası oraya yaklaşık 1,5 sene burslu Arapça öğrenmeye gittim. Tabii, tam olarak beni orada neyin beklediğini bilmiyordum. Yani, nerede kalacaktım? Yurtta mı, yoksa manastırda mı? Seyiddna Elpidophoros bana sadece orada teoloji okuyan öğrencilerle birlikte Arapça öğreneceğimi söyledi.
Beyrut Havalimanı’na vardığımda beni orada okuyan teoloji öğrencilerinden Türkiyeli hatta Altınözlü Bayram karşıladı. Sonra, Trablus’a varmadan baya tepelerde bir yere yaklaşık bir saat yol giderek çıktık. Gecenin bir vakti varmıştım. Beni Seyyidna Ghattas karşıladı. Manastırda misafirlerin kaldığı bir yer vermişlerdi bana, yaklaşık bir ay o odada kaldım. Sonra üniversitenin hemen yanında bir yurt ayarlandı, oraya geçtim.
Yani, aslında ilk günden itibaren daha önce hayatımda görmediğim kadar dini lider ve teoloji öğrencisiyle birlikte tek kadın olarak ilk kahvaltımı etmiştim. Çok ilginç bir deneyimdi gerçekten. Çeşitli ülkelerden gelen yaklaşık 80 erkek öğrenci, çeşitli branşlarda eğitim veren papazlar, eğitmenler ve ben… Tabii, zamanla hepsiyle tanıştım arkadaş oldum. Aralarından bazılarıyla hala haberleşirim.
Arapçaya direncim aslında hep okulda iyi Türkçe konuşabilmek içindi. Çünkü maalesef bizim oralardaki okullarda da dille ilgili bir baskı vardı. Ama tabii ki, çoğunluğun Arapça konuştuğu bir evde büyüyünce dili konuşmamaya o kadar da direnemiyorsunuz. İyi ki maruz kalmışım diyorum, yoksa 1,5 senede gerçekten bu dili konuşmayı ayrı, okuma yazmayı ayrı öğrenmek gerçekten zor. Ben ilk etapta bildiğimi zannedip sadece okuma yazma öğrenmeye gidiyorum diyordum, altı ay yeter bana diyordum. Fakat öyle olmadı tabii ki. Ben konuşmayı hiç sevmediğim, zorla öğrendiğim – abartmıyorum ilk başlarda yapamadığım için ağlıyordum- dili Lübnan’da zamanla sevdiğimi farkettim. Tabii, bu hep oradaki arkadaşlarımla mümkün oldu. Üç öğün yemeğimi onlarla yiyor, ders aralarında hep onlarla sohbet ediyordum. Hatta her gün kilise ayinlerine bile katılıyordum, ilginç bir şekilde dille birlikte din de ilgimi çekmeye başlamıştı.
Bulduğum herkese merak ettiğim her soruyu soruyordum. Çok şey öğrendim onlardan. Beni aralarına almışlardı artık, onlardan biri gibi hissediyordum kendimi zaman zaman. Yani, sanki ben de oraya dini keşfetmeye gitmiş gibiydim.
Arapça hayatıma çok şey kattı diyebilirim ama Arapçayı Lübnan‘da bir ruhban okulunda öğrenmek beni zenginleştirdi her anlamda. Bu kadar din insanı tanımak, bayramlarda bazen Antakya Kürsüsü‘ne bağlı birçok önemli din liderle tanışmak, sohbet etmek, hayatımın o döneminde bana çok iyi geldi. Döndükten sonra ailede en kötü Arapça konuşan insandan bir anda en iyiye dönüşmüştüm. Hatta baya ileri gidip ilk geldiğim zamanlar annemi, babamı Arapça konuşurlarken düzeltiyordum. Bizim evde Arapça her yerde vardı. Dedemlerle yaşadığımız için televizyonda izlenen her şey Arapça idi.
Sığınmacılar arasında bile bazen telefonda konuşurken, bazen yüz yüze gördüklerinde, “Sen Lübnanlı mısın, Suriyeli misin?” diyen var. Çok mutluyum açıkçası bu seviyeye geldiğim ve anadilimi yaşattığım için.
Sığınmacılardan bahsettin… Halihazırda bir göç örgütünde çalışıyorsun. Bu sivil toplum işinde, görevin tam olarak nedir ve göçmenlerin güncel durumları hakkında bize bilgiler verebilir misin?
Yaklaşık 6 yıldır Uluslararası Göç Örgütü’ndeyim. Burası Birleşmiş Milletler (BM) çatısı altında, göç alanında çalışmalar yürüten bir kurum. IOM olarak biz, burada Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne kayıtlı olan geçici koruma ve uluslararası koruma altındaki sığınmacıları, kabul gördükleri üçüncü ülkelere yerleştirme görevini üstleniyoruz. Ben operasyon departmanında çalışıyorum. Bir sene öncesine kadar Arapça bildiğim için saha görevlerinde yer alıyordum. Yani, sığınmacıların kabul gördükleri ülkelerin Türkiye’deki konsolosluklarında yapılan mülakatlara katılıyor, onlara tercümanlık yapıyor ve havalimanına kadar eşlik edip oradaki işlemleriyle ilgili yardımcı oluyorum. Ofisteyken de ulaşabildikleri neredeyse tek kurum biz olduğumuzdan, çok sıklıkla çalan telefonları cevaplayıp sığınmacıların sorularını elimizden geldiğince yanıtlıyoruz. Onların dosyaları hakkında herhangi bir gelişme varsa aktarıyoruz. Son bir yıldır ise saha görevinden bilgisayar başı bir işe geçtim, yani üçüncü ülkelerdeki misyonlarımızdan gelen yazışmaları ve talepler doğrultusunda sığınmacılarımızın uçuş planlamasını yapıyoruz. Kültürel oryantasyon, sağlık kontrolleri ve uçuş detaylarını bizler hazırlayıp bir takvim oluşturuyoruz.
Maalesef konuyla ilgili doğru bilinen çok fazla yanlış bilgi var. Suriyeli mültecilere vatandaşlık verildiğine, mültecilerin istediği üniversitede sınavsız okuyabildiği, Suriyeli esnafların vergi vermediği gibi birçok yanlış bilgi var. Türkiye’de bulunan Suriyeliler, geçici koruma statüsüne sahip. Geçici koruma kapsamındaki insanların diğer Türkiye vatandaşı olmayanlar gibi 5 yıl ikamet yoluyla Türk vatandaşı olma hakları yok. Eğer öyle olsaydı, 2015 yılının sonuna kadar gelmiş olan yaklaşık 2,5 milyon Suriyeli’nin tamamının Türk vatandaşı olması gerekiyordu. Fakat son açıklanan sayıya göre, Türk vatandaşı olan Suriyelilerin sayısı yalnızca 110 bin. Benzer şekilde geçici koruma altında bulunan Suriyelilerin bir Türk vatandaşıyla evlilik yoluyla Türk vatandaşı olma hakkı da yok.
Öğrencilik mevzusuna gelince, Türk vatandaşı olmayan her öğrenci yabancı öğrenci statüsünde. Suriyelilerin ne devlet üniversitelerinde ne de vakıf üniversitelerinde diğer yabancı uyruklu öğrencilere göre bir avantajı yok. Bir yabancı öğrencinin devlet üniversitesine girmesi için Yabancı Öğrenci Sınavı’na (YÖS) girmesi gerekiyor. Yani, sınava girmeden istedikleri üniversitede okudukları iddiası uydurma. Vakıf üniversitesine girmek istediğinde ise sığınmacılar o üniversitenin belirlemiş olduğu kriterlere uymak zorundalar.
Nehna ekibinin en genci sensin. Peki, seni bu online platformda yer almaya motive eden neydi?
Açıkçası ,sanırım ilk önce okumuş olduğum bölümle ilgili küçücük bile olsa bir katkı sunmak beni heyecanlandırdı. Çünkü ben gazeteciliği gerçekten büyük bir keyifle okudum ve okurken de kendimce işe yarar şeyler yaptığımı düşünüyordum. Okulumuzun bir dergisi vardı ve iki yıl boyunca çeşitli konularda ayda bir kez yazılar yazıyordum. Yani, bu platform fikri için beni ilk aradığında çok heyecanlanmıştım. Açıkçası, yeniden bir şeyler karalamak ve araştırmak ve bir ağ oluşturmak şahane olacak diye düşünüyorum. Ama tabii ki, zaman zaman da gözüm korkmuyor değil, çünkü ekip çok sağlam ve birçoğunun da işi yazmak ve araştırmak. Kendimi yazı işinden biraz uzaklaşmış hissediyorum bazen, çünkü dışarıdan her ne kadar basit gibi görünse de, aslında işin içine birazcık girince öyle basit olmadığını anlıyorsunuz. Umarım hepimizin hedeflediği gibi güzel ve kaliteli içeriklerle dolu bir platform olur. Ve ilerleyen zamanlarda daha çok insanın söz söyleyebileceği, katkı sunabileceği bir platforma dönüşür.
İnternet gazeteciliği okudun ve Agos, Birgün ve NTVMSNBC gibi gazete ve platformlarda çalıştın. Peki, bu tecrübenle Nehna’da hangi konular üzerinden çalışmayı hedefliyorsun?
Açıkçası, başlarda özellikle yazmayı düşündüğüm bir konu yoktu. Ve çok aktif bir şekilde yer alacağımı düşünmüyordum. Ben sadece arada dışarıdan katkı sunarım diye düşünmüştüm ama yaptığımız toplantılar ve çıkan fikirler beni Nehna’nın bir parçası olmaya sürükledi. Açıkça söylemek gerekirse, iş yoğunluğumdan dolayı, birkaç kez “çok benlik değil sanki” diye düşündüğüm zamanlar da oldu. Ama yavaş yavaş sevmeye başladım Nehna’yı ve merak etmeye başladım nasıl bir platforma dönüşeceğimizi, çünkü ekip gerçekten çok sağlam ve ben de bu ekibin bir parçası olduğum için çok şanslı hissediyorum. Zamanla güzel şeyler ortaya koyacağımıza inanıyorum. Yazmaya da ilk önce doğduğum evle başlamak istedim. Avlu evlerini işlemeyi düşünüyorum ilk etapta. Kendi hikayemle başlayıp başka hikayelere doğru bir serüven planlıyorum. Zaman içerisinde hangi konulara yöneleceğimi ben de henüz bilmiyorum açıkçası.
Online platformun geleceği için beklentilerin nelerdir?
Online platformun geleceği için öncelikli beklentim aslında geniş bir kitleye hitap edebileceğimiz içerikte olması. Yani istiyorum ki, her yaştan, dinden, etnik kökenden ve kesimden insanın içinde bir şeyler bulabileceği içerikler olsun. Bizi ayrıştırmaktan ziyade, farklı fikirleri birlikte tartışmayı hedeflemesini, gelecekte bu platformun bir derneğe ya da bir vakfa dönüşmesini ve belki içerikte çeşitli kısa filmlerin, belgesellerin yer almasını diliyorum. Tabii, bütün bunlar zamanla olabilecek şeyler, bu yüzden, sabır ve emek en önemli şey ilk etapta.
Son olarak, bu mülakat için sana, diğer arkadaşlar ve okuyucularımız adına çok teşekkür ederim. Gönüllü ve diğer işlerinde başarılar dilerim.
Ben teşekkür ederim, ayrı ayrı hepimizi bir araya getirip böyle bir platform da buluşturduğun için.
https://nehna.org/nehna-ekibini-taniyalim-ketrin-kopru-ferit-tekbas/
İlk yorum yapan siz olun