Vakıf başkanlarımızla yapacağımız röportaj serisinin ilk konuğu Fadi Hurigil. Hurigil Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı. Kendisiyle Antakya cemaati ve kilisesini ve cemaatin Türkiye coğrafyasındaki dini özgürlüklerinin sınırlarını konuştuk. Kendisine cemaatin içerisinde tartışma konusu olan ‘Araplık-Rumluk’ meselesine dair görüşlerini de sordum. Biraz uzattık ama Fadi Hurigil’in verdiği samimi cevaplarla keyifli bir söyleşi oldu.
Röportaj: Anna Maria Beylunioğlu
Öncelikle Nehna için böyle bir söyleşi yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Halihazırda Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı’nın başkanlığını sürdürüyorsunuz. Kendinizi ve yöneticisi olduğunuz cemaati tanımlar mısınız? Ne kadar zamandır cemaat başkanlığını yürütüyorsunuz?
1975 Antakya doğumluyum. 2002 yılının Ekim ayında kilisemizin vakıf yönetim kurulu üyeliğine seçildim. 5 yıl süresince vakfımızın sekreterliğini yürüttükten sonra, 2007 yılının Kasım ayında cemaatimiz tarafından vakıf başkanlığına seçildim. Cemaat vakıfları, Cumhuriyet öncesinde gayrimüslim Türk vatandaşlarının oluşturduğu hayır kurumları olup 1936 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü’ndeki kütüğe düzenlenen beyannamelerle tescil edilmiştir ve kayıtları yapılmıştır. Böylece, cemaatlere ait bu hayır kurumları vakıf olarak kabul edilmiştir. Türkiye’de yaşayan Rum Ortodokslar, il ya da ilçe bazlı vakıf örgütlenmelerine sahiptir. Hatay bölgesindeki vakıfların kuruluş tarihi, Hatay’ın anavatana katılış tarihine istinaden 1939 olarak kabul edilmiştir. Vakıf heyeti, cemaat tarafından seçilen ve dört yılda bir yapılan seçimle 7 kişilik yönetim kurulu tarafından idare edilir. Türkiye’deki diğer vakıflar gibi Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlıdır. Günümüzde Antakya kökenli Rum Ortodoks Hıristiyanların sayısı, Hatay ve Mersin civarında yaşayanlar ile birlikte ele alındığında toplam 9 bin kişi civarındadır. Bu nüfus Hatay bölgesinde Antakya merkez, İskenderun, Arsuz, Samandağı, Altınözü ilçesi Sarılar mahallesi, Altınözü ilçesi Tokaçlı köyü ile birlikte Mersin merkeze dağılmış durumdadır. Her kilisenin ayrı bir vakfı ve yönetim kurulu bulunmaktadır. Ayrıca İstanbul’a göç eden birinci ve ikinci kuşak aile bireylerini kapsayan bu bölgede doğmuş yaklaşık 1.500-2.000 Rum Ortodoks Hıristiyan yaşamaktadır. Avrupa’nın değişik ülkelerine, çoğunluğu Almanya’ya göç etmiş birinci ve ikinci kuşak aile bireylerini kapsayan, bu bölgede doğmuş yaklaşık 20 bin Rum Ortodoks Hıristiyan yaşamaktadır.
Cemaatin nüfusuna dair verdiğiniz bu rakamlar oldukça kıymetli. Peki, Antakya’da cemaatimize ait kaç kilise mevcut? Bu kilise binalarının özellikleri neler?
Antakya merkezde Rum Ortodoks cemaatine ait bir kilise bulunmaktadır. Antakya Rum Ortodoks Kilisesi, Mısır Biladü’ş-Şam hükümdarlığı zamanında Mehmed Ali oğlu İbrahim Paşa’nın izni ile 1833 yılında inşa edildiğinde, junayne (bahçe) mevkiinde tahtadan yapılmış basit bir binaydı. İlk kilisemizin yapılışı ve mimarisi hakkında bir bilgi sahibi değiliz, fakat ahşaptan yapılan kilisemiz 1872 yılındaki depremle yıkılmış ve yanmıştır. Yanmasının nedeni yere dökülen yağ kandillerinin ahşap binayı tutuşturmasıdır. Şimdiki kilise, yanmış olan kilisenin yerine yapılmış, taş yontusu ustalığının Bizans mimari tarzının çok iyi bir örneğidir. Patrikhane merkezi olması dolayısıyla, Antakya Azizler Petrus ve Pavlus Katedrali, Doğu Ortodoks Kiliselerinin en büyük ve ihtişamlı yapılarından biridir. Bizans mimarisine uygun olarak inşa edilmiştir. Rus mühendislerin etkisi ve yardımıyla tekrar inşa edildiğinden biraz Rus imar tarzını almıştır. Kilisenin yapımı 1900’lü yıllara doğru tamamlanmıştır.
Bu cemaatin geçmişi hakkında ne biliyoruz? Bildiğimiz kadarı ile Antakya ve İstanbul Patrikhaneleri arasında da bazı anlaşmazlıklar var. Öncelikli olarak patriklik olarak nereye bağlı? İki patriklik (İstanbul ve Antakya Patrikhaneleri) arası ilişkiler nasıl?
MS 42-43 yıllarında havariler Petrus ve Pavlus’un Antakya’yı ziyaret etmesiyle bu şehir yeni bir inancın merkezi haline gelmiş ve havariler buradan dünya halklarına müjdeyi yaymaya başlamışlardır. Bu sebeple, haklı olarak Antakya, “Milletlerin Ana Kilisesi” ünvanını almıştır. Mesih imanlılarına ilk olarak Antakya’da “Hıristiyan” adı verilmiştir. Patrikhaneler hiyerarşisi içinde Konstantinopolis (İstanbul) ve İskenderiye (Mısır) Patrikhanelerinden sonra üçüncü sırada yer alır. Antakya Patrikhanesi günümüze kadar Ortodoks iman doktrinlerinin oluşmasında başrol oynamış ve kendi ilahiyat ekolünün çıkarmış olduğu büyük din alimleri ve ilahiyatçıları sayesinde evrenin ilahi düşünce yapısına etki etmiş, manastırlardaki rahiplik hayatıyla da Antakya’yı rahiplik ve Tanrı’ya adanmışlık merkezi haline getirmiştir. 451 yılında Kalkedonya (Kadıköy) topluluğu, “Milletlerin Ana Kilisesi” adını Antakya’ya vermesinin yanı sıra, I. Patriklik Kürsüsü’nü de Aziz Petrus’a vermiştir. Zira I. İlahiyat Nikya (İznik) Topluluğu ile II. İlahiyat Konstantinopolis Topluluğu ve bütün Maşrek (Doğu) rahipleri, Antakya Patrikliği’nin otoritesini ve üstünlüğünü itiraf ve tespit etmişlerdir. 526 yılında yaşanan büyük ve yıkıcı depremin ardında Kral Justinianos şehri ayağa kaldırmak için önemli mimari düzenlemeler gerçekleştirmiş ve sütun üzerinde yaşayan Aziz Simeon’un yönlendirmesiyle şehre “Tanrı’nın Yüce Şehri” unvanını vermiştir. Antakya, 1098 yılında Haçlı ordusu tarafından ele geçirildiğinde, orada prenseslik kurulmuş ve şehir yağmalanmış, eski görkemini yavaşça kaybetmeye başlamıştır. 1268 yılında Memluk Sultanı Zahir Baybars, Antakya’yı ve geniş bir bölgeyi Haçlıların elinden almış, bölgeye büyük zararlar vermiş ve ciddi yıkımlara sebep olmuştur. Hatta bu yıkımların neticesinde, Antakya Patrikhanesi’nin merkezi Antakya’dan taşınmak zorunda kalmıştır. Antakya Rum Ortodoks Patrikleri (5 Patrik) bu tarihi yıkımdan dolayı 1343 yılına kadar Konstantinopolis’te (İstanbul) ikamet ettiler. Kutsal Antakya Kürsüsü, Küçük Asya’da bir yerden bir yere dolanıyordu. Patrikhane, 1343 yılında şu anki merkezi olan Şam’a taşınmış ve II. İgnatios Şam’da ikamet eden ilk Antakya Patriği olmuştur. Patrikhanemizin ilk merkezi Antakya’dır. Antakya Rum Ortodoks Kilisesi, merkezi Şam’da bulunan patrikhanemize bağlıdır. Patrikhane tüm doğu kiliselerinin merkezidir. Patriğimizin ünvanı da “Antakya ve tüm Doğu Rum Ortodoks Patriği”dir. Bu cemaat iki bin yıllık geçmişi olan bir cemaattir. Dönemsel olarak nüfusunun artması ya da azalmasına rağmen Ortodoks Hıristiyanlar her zaman bu bölgenin bir parçası olmuştur. Patrikhanemiz İstanbul Rum Patrikhanesi’ni Ekümenik Patrikhane (eşitler arasında birinci) olarak tanımaktadır. İstanbul Rum Patrikhanesi ile ilişkilerimiz gayet iyidir. Saygıdeğer Kadasetli Patrik Hazretleri Bartholomeos ve geçmiş dönemki Vakıflar Meclisi Azınlıklar Temsilcisi Sayın Lakis Vingas Antakya ve civarından göç etmiş olan bu insanları İstanbul Rum toplumuna entegre edebilmek için samimi bir çaba içerisindeler. Sonuç itibariyle, Hatay bölgesinde zaman içerisinde nüfus anlamında kırılmalar olsa da dinsel ve kültürel geçmişi bugüne kadar yaşamaya ve yaşatmaya çalışan bir cemaatimiz mevcuttur.
Antakyalı Rum Ortodokslara dair ara ara gündeme gelen tartışma var bir de tabii. Bu cemaat Rum mudur? Arap mıdır? Süryaniler ise Süryani olduğunu iddia ediyor bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu noktada çoğu cemaat mensubu kendi kökenini zaman zaman sorgulamaktadır. Zira Rum kelimesinin anlamı, Doğu Roma’nın, yani Bizans’ın mensubu, Anadolu kökenli Yunanlıdır. Cemaat mensuplarının özellikle son yüzyıllarda yoğun olarak Arapça konuşmaları, kimlikleri hakkında onları zaman zaman karmaşaya itmektedir ama Arap Ortodoks diye bir şey yoktur. Bu soruyu bana ya da benden yaşça büyük birine ya da bunun ilmini okumuş birine sorarsanız, kimlik olarak Rum Ortodoks olduğumuzu söylerler. Bu kesin bir tabirdir. Bu bilgilerden uzak olan kişiler bölgede konuşulan dilin etkisiyle kendini Arap Ortodoks da diyebilirler. Bugün ilkokul çağından üniversite sona kadar 10 gence sorsanız, belki bu 10 gencin 6-7’si kendini Türk Ortodoks olarak adlandırabilir. Çünkü niye? Konuşulan dili kaybettiler. Dili kaybettikleri için maalesef bu tip cevaplarla karşılaşabiliyoruz. Yaklaşık 2500 yıl bu topraklarda bir Yunanca hakimiyeti vardı. 1890 yılına kadar dünyadaki tüm Rum Ortodoksların ibadet dili tekti ve bu da eski Yunanca idi (Süryaniler Süryanice, Ermeniler Ermenice, Rum Ortodokslar –İstanbul Patrikhanesinin bugün hala ibadet ettiği gibi- eski Yunancada ibadet ediyordu). 1890 yılına kadar Antakya Patrikhanesi’ne Yunan tabiatından patriklerin seçilmesi zorunluydu. 1890 yılında bölgenin istekleri doğrultusunda bu kırıldı: “Biz Yunan değiliz, Yunanca konuşmuyoruz, Yunanca anlamıyoruz, biz kendi dilimizde konuşan patrik istiyoruz” dendi. Böylece 1890’da, yüzyıllar sonra ilk defa Yunan tebaasından olmayan bir patrik seçildi. Patrik Yunan tebaasından olmayınca ibadet dili yavaş yavaş Arapçaya dönmeye başladı ve Yunanca hakimiyeti kayboldu. Arap Ortodoks olduğumuz yanılgısının en büyük sebebi budur.
Lakin 600-700 yıllık geçmişi olan Arapça da genç nesil arasında yok olmuş durumda. Şu anda Türkçe tam hakimiyetini sağlamıştır. Günümüzde genç nesil neredeyse Arapçayı hiç kullanmamaktadır. Halk anlamakta güçlük çekse de ritüel dili Arapçadır -kısmi olarak Yunanca- ama belki 50-100 yıl sonra bu dili de kaybedeceğiz. Türkçe ayin dili olma yolunda ilerlemektedir. Arap Ortodoks ibaresinin yanlışlığını göç edenler üzerinden de açıklayabilirim. Örneğin, Almanya’ya göç etmiş olanlar bugün ayinlerini Almanca yapıyorlar, Brezilya’da Portekizce yapılıyor. Arapça etkisini kaybetmeye başladı. Türkiye’de de böyle olacak. Ve bunlar kendilerini Rum Ortodoks olarak ifade ediyorlar, Alman Ortodoks değil! Çünkü Rum Ortodokslar! Sonuç olarak Arap Ortodoks ibaresi yanlıştır. Günümüzde Anadolu’da ve bazı Arap ülkelerinde tarihi ve eski halkların yerleşimleri mevcuttur. Bu halklar her ne kadar kendi kadim dillerini kaybetmiş olsalar da bu durum onları Araplaştırmaz. Bir Kıpti ya da Maruni ya da Süryani ya da biz Rum Ortodoksların Arapça konuşuyor olması bizleri Arap kılmıyor. Bir cemaatin zaman içerisinde tarihsel olaylardan mütevellit anadilini kaybetmiş olması, kültürünü veya kökenini kaybettiği anlamına gelmez. Tarih içinde birçok dili konuşmaya mecbur bırakılmış Antakya Rumları için aslında bu durum, dönemsel koşullar ve kozmopolit çevrede olmanın şartlarıyla alakalıdır. Tarih içinde tüm politik sorunlara rağmen, Hıristiyan Rum Ortodokslar imanlarını, kültürlerini korumayı ve günümüze nakletmeyi başarmışlardır. Rum kelimesinin anlamı, Anadolu’da yaşayan Ortodokslar anlamındadır. Rumluk bu topraklardan çıkmıştır. Suriye, Lübnan, Filistin, Anadolu toprakları da zamanında Osmanlı’ya aitti. Ondan önce de Bizans topraklarıydı. Tarihsel olarak Arap Ortodoks yoktur, Arapça lisanıyla ibadet eden Rum Ortodokslar vardır.
Evet, dediğiniz gibi yeni nesil gün geçtikçe daha az Arapça konuşur olsa da, aslında “Arapça konuşan Rum Ortodoks” bu cemaatin bugün kendini tanımlaması gerektiğinde benimsediği tabirlerden bir tanesi. Peki, bugün cemaatimizin aktivitelerini düşündüğünüzde dini özgürlüklerini yaşayabiliyorlar mı? Geçmişle bugünü karşılaştırdığınızda bu anlamda dini özgürlüklerden faydalanabiliyor musunuz?
Anayasa, vicdan, dini inanç, kanaat, ifade ve ibadet özgürlüğünü öngörmekte ve dini gerekçelerle ayrımcılığı yasaklamaktadır. Dini inanç, vicdan ve ibadet özgürlüğü anayasada güvence altına alınmıştır. Dini özgürlükler açısından geçmiş ile bugünü karşılaştırdığımızda tabii ki olumlu farklılıklar olmakla birlikte, Türkiye’de dini, dilsel veya etnik azınlık grupların sayısı söz konusu olduğunda, olması gerekenden hep daha az bir sayı gelir akla. Bunun sebepleri çeşitlidir. Türkiye’de azınlıkların statüsünü, bu statüyü din temelinde tanımlayan Lozan Antlaşması ve bu yönde uygulanan devlet politikaları belirlemektedir. Lozan Antlaşması, tüm gayrimüslimlere azınlık statüsü tanısa da Türkiye uygulamada antlaşmanın kapsamını Rumlar, Ermeniler ve Musevilerle sınırlandırmıştır. Özellikle Lozan Antlaşması’nın yapıldığı tarihte Hatay’ın Türkiye sınırları içerisinde bulunmaması, 1936 Beyannamesi ile günümüze kadar yaşadığımız sıkıntılar, azınlıklar sorununun anayasada dahi dile getirilmemesi ve yıllar boyunca negatif yönde ayrıcalıklı vatandaş suçlamalarıyla birlikte, azınlıklar birçok baskıcı politikanın odağında olmuşlar. Çeşitli olaylar sonucunda da daha paranoyak ve içe dönük bir psikolojiyle hareket etmeye başlamışlardır. Bu durum özellikle Hatay ve Mersin bölgesinde yaşayan cemaatin uzun yıllar gerçek bir korku duvarının arkasında yaşamasına ve gittikçe de muhafazakar bir yapıya bürünmesine sebep olmuştur. Tüm bu gelişmeler veya gelişememeler ışığında, Hatay ve Mersin bölgesinde yaşayan cemaatin sayısı gittikçe azalmış ve bu demografi sorunundan kaynaklı birçok zorluk ortaya çıkmıştır. Etnik köken olarak İstanbul’da yaşayan Rumlarla aynı kökenden gelmemizden dolayı, anadili Arapça olan bölge halkının Rum Ortodoks olarak tanımlanması, 1942 yılında çıkarılan Varlık Vergisi, 1955 yılında İstanbul’da ve diğer yerlerde yaşanan 6-7 Eylül Olayları, 1964 yılında Türkiye’de yaşayan Yunan vatandaşların sınır dışı edilmesi ve 1974 Kıbrıs Harekatı sırasında bu bölgede yaşayan Hıristiyanlar üzerinde ciddi baskılar oluşturmuştur. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 8 Mayıs 1974 tarihli kararıyla cemaat vakıflarının yeni taşınmazlar edinmeleri engellenmiş, yüzyıllardan beri bu kadim topraklarda yaşadığımız ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğumuz halde, cemaat üyelerimiz neredeyse nefes alamaz duruma gelmiştir. Geçmiş yıllarda toplumumuz azınlıkların hakları konusunda yeterli bilgiye sahip değildi. Bilgisizlik sadece toplumun kendisinden değil, devletin azınlık cemaat vakıflarında yapmış olduğu uygulamalardan da kaynaklanıyordu. Son yıllarda ise durum daha farklı. 2008 yılında yürürlüğe sokulan 5737 Sayılı Yeni Vakıflar Kanunu’nun 12. maddesinde yapılan düzenlemeyle, önceki hükümlerden farklı olarak, cemaat vakıflarına herhangi bir makamdan izin almaksızın ve vakıf amacıyla öngörülen hizmetleri gerçekleştirme koşulu aramaksızın mal edinme olanağı sağlanmıştır. Genel olarak çok kültürlü bir yapıya sahip olan Antakya ve çevresindeki Rum Ortodoks Hıristiyanlar en görünür azınlık gruplardan biridir. Kilise vakıfları, özellikle son yıllarda sivil toplumun da canlanmasıyla daha aktiflerdir. Dini özgürlükler açısından, din adamlarının eğitimi de ciddi bir sorun. Çözümü için Ruhban Okulu’nun açılması bekleniyor. Halk, eğitimsiz din adamı istemiyor, mutlaka teoloji mezunu din adamı istiyor. Çocuklarımıza dini eğitimi konusunda okullarda niye eğitim verilmiyor? Milli Eğitim, bu konuda niye bir adım atmıyor? Müslüman çocuklar din derslerini okullarda alabilirken, Hıristiyan ve Musevi çocuklar niye eğitim alamıyor? Niye okullarında kendi dinlerini öğrenemiyor?
Çok yerinde sorular, cevapları da sanıyorum eşit vatandaş olarak görülmememizle ilişkili. Peki, cemaatin bölgede yaşayan farklı dinden insanlarla ilişkisi nasıl?
Herkesin gönlünün bir başka insanı kucaklayabilecek kadar geniş olduğu, başkasını ötekileştirmeden insana insan olduğu için değer verdiği ve farklılıkların zenginlik olarak addedildiği bir kentte yaşamanın verdiği mutluluğu her daim yaşıyoruz. Hatay’da toplumsal dayanışmayı gerektiren durumlarda farklı etnisitelerin din ve mezhepleri önemli değildir. Topluluklar, yalnızca düğün, cenaze, sünnet ve vaftiz törenlerinde birbirlerinin mezheplerini öğrenirler.
Peki, devlet ya da Diyanet ile ilişkileriniz nasıl?
Devlet ve ona bağlı kurumlarla ilişkilerimiz gayet iyidir. Vakıflar olarak Diyanet’e bağlı değiliz. Bazı cemaat vakıflarının bulundukları ibadethane dışında hiçbir mülkiyetleri yok. Mülkiyet olmayınca tabii ki gelir de olmuyor. Bu durumda kilise, din adamına değil sosyal güvencesini sağlamak, maaş dahi veremiyor. Geliri olmayan vakıflara Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesinden ya da Diyanet bütçesinden (her ne kadar bağlı olmasak da) neden destek olunmuyor?
Belediyelerden ya da hükümetten bir maddi destek alınması söz konusu mu? Ya da belli konularda muafiyetler?
2004-2005 yıllına kadar ibadethanelerimizden elektrik parası alınmıyordu. Kiliselerin elektrik faturalarına istinaden müftülük yılda sadece bir adet faturayı ödüyor. Ama bazen “Bütçem yetmiyor”, bazen “Şu kadarını ödeyebilirim”, hatta “Hiç param yok” deniyor. Müftülük, yani Diyanet, faturalar için ne kadar bütçe ayırıyor, bilmemiz lazım. Burada bir sistem yoksunluğu söz konusu. Bunun düzeltilmesi için Diyanet’e görev düşüyor. Son yıllarda yapılan düzenlemelerle bugün itibariyle sadece kilise içerisindeki aydınlatma ücretleri karşılanmaktadır. Kilise içerisindeki ısıtma-soğutma ya da bahçe, salon ya da müştemilatlara ait aydınlatma ücretleri ödenmemektedir.
Birkaç soru önce biraz değindiniz ama detaylı sormak isterim. Son yirmi yıldır gayrimüslim cemaatler geçmişte el konulmuş olan mallarının az bir kısmını alabildiler. Öncelikle bu bölgede farklı sebeplerle el konulmuş ve bugün alınmaya çalışılan mallar var mı? Bu anlamda geri alınma sürecinde olan mülkler var mı?
Türkiye’deki azınlıkların statüsünü, din temeline dayanacak şekilde, özellikle Lozan Antlaşması ve bu yönde uygulanan devlet politikaları belirliyor. Lozan Antlaşması yapıldığında Hatay Türkiye sınırları içerisinde değildi. Azınlıklar, Cumhuriyet tarihi boyunca baskıcı politikaların odağında oldular. Bu sorunlardan kaynaklanan birçok zorluk ortaya çıkmış ve vakıflarımızın bu sebeplerden mülk kayıpları olmuş. Bu gayrimenkuller ya kamulaştırılmış ya da satışa zorlanmış.1936 Beyannamesi, o yılda Hatay Türkiye sınırlarında olmadığı için haliyle bizim için yok ve bahsettiğim gayrimenkuller de iade koşullarında zaten kriter dışı görüldüğü için bunları geri alamadık. Buna rağmen, olumsuz cevap alacağımızı bile bile 2008-2013 yılları arasında gerekli başvuruları yaptık. Fakat geri alabildiğimiz hiçbir taşınmazımız yok. Bunların dışında, bölgemizdeki vakıflara ait olan ve cemaati ve yönetim kurulu olmasına rağmen, yanlış isim tescilinden dolayı mazbutaya alınan vakıf malları da mevcut.
Yine röportajın başında biraz değindiniz. Malum Antakyalı Ortodokslar Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli yerlerine yayılmış durumdalar. Bugün annelerinden babalarından öğrendikleri Arapçayı da giderek daha az konuştuklarını görüyoruz. Antakya cemaati özelinde bu durum nasıl? Arapça, Türkçe ya da Rumca konuşuyorlar mı? Arapçayı (ya da Rumcayı) öğretmek gibi bir projeniz var mı?
Anadilimiz Arapça ama belki de bu dili kaybedeceğiz. 1911 yılında Antakya’da Patrik IV. Gregorios tarafından yaptırılan ve kilisemizin bünyesinde bulunan Ruhban Okulu, 1939 yılında Türkiye’ye katılım sürecinde kapatılmıştır. Bu okullar kapatıldığı için o günden itibaren Arapça eğitim ister istemez kesintiye uğradı. Belirli bir süre belirli bir yaşta olanlar Arapça okumaya yazmaya devam etmiş, ondan sonraki nesil de Arapçayı ciddi anlamda konuşabilmiş, çocuklarına öğretebilmiş. Bugün itibariyle, Antakya’da yaşayan ve Arapça ve Türkçe konuşan Rum Ortodoks Hıristiyanlara ait azınlık okulu yok. Yeni okullar da Lozan Antlaşması’na aykırı olmasından dolayı açılamamaktadır. Dolayısıyla aynı dinsel azınlık grubundan sayılmalarından yola çıkarak Milli Eğitim Bakanlığı Antakyalı Rum Ortodoks Hıristiyan öğrencilerin İstanbul’da bulunan Rum Ortodoks azınlık okullarına kayıt yaptırmalarını onaylıyor. 2008 yılında hükümetimizin çıkarmış olduğu Vakıflar Kanunu’yla bazı konularda kolaylıklar sağlandıysa da kanunun yeterli olmadığı görüşündeyiz. Anadilimiz kayboluyor, bu sorunu kimse küçümsememeli. Yaşadığımız ülkenin dilini bilmek, olmazsa olmaz bir kaidedir ama kendi anadilinizi koruyamazsanız ve devlet de size bu konuda destek vermezse, o hürriyet yaralanmış, parçalanmış oluyor. Anadil yoksa kültür yok olur. Eğitim konusunun gündeme gelmesi lazım. İnsanlar anadillerinde eğitimi talep ediyorsa bunu karşılamak lazım. Önlem alınmazsa Anadolu’daki diller tamamen yok olacak. Dil kaybedilince, kültür de büyük ölçüde yitirilmiş olacak.
Buna bağlı olarak, ayinleri hangi dilde gerçekleştiriyorsunuz? Cemaatten bu anlamda Türkçe ya da Arapça olsun gibi bir talep var mı? Ayinlerde Rumcanın kullanımı nedir?
Bölgemizde 600-700 yıllık geçmişi olan Arapça yeni genç nesil arasında yok olmuş durumda. Şu anda Türkçe hakimiyetini sağlamış durumda. Günümüzde genç nesil neredeyse Arapçayı hiç kullanamıyor. Halk anlamakta güçlük çekse de ritüel dili Arapça. Yunanca çok az kullanılıyor, neredeyse unutulmaya yüz tutmuş durumda. Belki 50-100 yıl sonra anadilimizi kaybedeceğiz. Türkçe yeni bir ayin dili olma yolunda ilerliyor.
Cemaatin içinde son on yılda büyük şehirlere ve yurtdışına göç eğilimi söz konusu mu? Varsa bunun sebepleri nelerdir sizce?
Hatay ve Mersin bölgesinde yaşayan Rum Ortodoks Hıristiyanlar, ilk göçü 1910’lu yıllarda Güney Amerika ülkelerine (Brezilya, Arjantin, Şili) vermişlerdir. I. Dünya Savaşı zamanında çekilen yokluk ve sıkıntılar üzerine, 3-4 ay süren uzun gemi yolculuklarıyla göç etmişlerdir. İkinci büyük göç, Hatay’ın Türkiye’ye katılım sürecinde yaşanmış. 1938 ile 1942 yılları arasında bu bölgede yaşayan Hıristiyanların hemen hemen yarısı, kendi anadillerini ve kültürlerini koruyabilme adına Suriye ve Lübnan’a göç etmişlerdir. Üçüncü büyük göç, Türkiye’de “emek göçü” olarak bilinen Avrupa’ya göçtür. 1960’lı yıllarda Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerine Hatay ve Mersin bölgesinde yaşayan Rum Ortodoks Hıristiyanlardan önemli bir topluluk göç etmiştir. Dördüncü büyük göç, dünyanın globalleşme süreci içerisinde, 1980’li yılların başından itibaren yaşanan küçük şehirlerden büyük şehirlere göçtür. Üniversitelere gidip iş bulamama kaygısıyla şehirlerine dönmeyen gençlerin göçüdür. Yukarıda saydığımız insan, kültür, ekonomi ve beyin göçü, 2000’li yıllardan itibaren gelişmiş ülkelerin yaşadıkları ekonomik kriz ve büyük şehirlerdeki yoğun yaşam temposu üzerine durmuş ve bölgemize kısmi de olsa geri dönüşler başlamıştır.
Röportajın sonuna yaklaşırken, Antakyalı Rum Ortodoksları diğer Rum Ortodokslardan farklı kılan yemek, müzik gibi kültürel pratikler var mı sizce?
Toplumsal hayatta din ve mezhep gibi farklı kültürel unsurlar da yemek kültürü üzerinde etkilidir. Din, nelerin yenilip nelerin yenilemeyeceği, yılın belirli günlerinde nelerin ve nasıl yenilebileceği, günün hangi zamanlarında yemek yenileceği gibi alışkanlıklarda etkili olabilmektedir. Her dinin ayrı besin ve beslenme pratikleri olduğu gibi ortak noktada buluşulan pratikler de mevcuttur. Kültürel yapı, ekonomi ve dinsel inanışlara bağlı gruplarla yemek ve müzik kültürü farklı şekillenmekte, farklı anlamlar taşımaktadır. Cemaatlerin ya da toplumların yaşamış olduğu mekansal farklılıklar veya diğer cemaatler ya da toplumlar ile ortak paylaşımlar o cemaatlerin farklı bir yemek yada müzik kültürüne sahip olmasını sağlamaktadır.
Bu keyifli söyleşi için size çok teşekkür ediyorum. Bu hafta ilk adımlarını atmaya başlayacak olan Nehna‘nın okurları için eklemek istedikleriniz olur mu?
Öncelikle Nehna okurları için benimle bir söyleşi yapmayı tasarladığınızdan dolayı asıl ben sizlere müteşekkirim. Umarım ki, dilimiz döndüğünce bazı konularda sizleri ve okurlarınızı aydınlatabilmişimdir. Yayın hayatınızın başarılarla dolu ve yolunuzun aydınlık olmasını temenni ediyorum.
https://nehna.org/antakya-vakif-baskani-hurigil-anadil-yoksa-kultur-yok-olur/
İlk yorum yapan siz olun