İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

6-7 Eylül, İstanbul Ekspres ve Gökşin Sipahioğlu

11 Ağustos’ta hayatını kaybeden gazeteci Raffi Hermon’un 2002 yılında, 6-7 Eylül olaylarında rol oynamakla suçlanan İstanbul Ekspres gazetesinin Yazı İşleri Müdürü olan gazeteci Gökşin Sipahioğlu ile yaptığı söyleşiyi yayımlıyoruz.

Raffi Hermon

Türkiye’nin yakın tarihinde, daha 1955’te vuku bulmuş ‘6-7 Eylül olayları’ hakkında gerçekler zamanında gün gibi aşikar ortaya çıkmış olmasına karşın, hâlâ…göz göre göre, çarpıtılıyor ve ‘ama azınlıklar da kaşınmışlardı’ cinsinden yazılar yayınlanabiliyorsa, bu olayların baş aktörlerinden biriyle geçmişe dair bir söyleşi yapmak yararlı olur diye düşündük.
Tüm Avrupa’da hatırı sayılır basın ajanslarından birinin kurucusu, daha iki ay öncesine kadar sahibi, şimdi ise geçici olarak Genel Yayın Yönetmeni, Gökşin Sipahioğlu ile konuştuk.

Söyleşimize başlamadan önce, yakın tarihimizdeki bu olayların, ne olup ne olmadığı ve Sipahioğlu’nun oynamış olduğu rolün ne olduğu konusunda, bir bilgilendirme yapmayı uygun bulduk.


“6-7 Eylül olayları deyince”
1950’li yıllardayız… Bugünkü Kıbrıs bir İngiliz sömürgesidir. Adanın Rum halkı dünya tarihinde, ne ilk ne de son kez olarak, bir halkın kendi yazgısını tayin etme hakkını kullanmakta ve İngiliz egemenliğine karşı çıkmaktadır.
O tarihe dek Kıbrıs’ı güncel sorunları arasında görmeyen Türkiye, bunun “Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması” gibi sonuçları olacağından kaygılanarak, eğer adanın statüsü değişecekse, bari eski sahiplerine verilerek değişsin’ diyerek, Kıbrıs’ın Türkiye’ye verilmesini talep etmeyi düşünür.
28 Ağustos 1955’te adanın geleceğini kararlaştırmak için İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’nin katıldığı Londra Konferansı toplanır. Konferans süresince Londra’da yaşayan Kıbrıslı Türkler ve Rumlar birbiri ardına gösteriler yaparlar. Buna karşılık Ankara Türkiye’deki Türklerin de bu konuda ‘tepki göstermesi’ne gereksinim duyar.
İşte ne olursa bu “gereksinim”den çıkar!
Günlerden bir gün … 6 Eylül günü sabaha karşı, Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu ve sonradan müze olmuş evine bomba atılır!
Zamanın tek devlet radyosu, saat 13.00’te “Selanik’te Atatürk’ün evi bombalandı!” haberini ‘flaş haber’ olarak verir.
Olayı saat 16.00’dan sonra ikinci baskı yapan İstanbul Ekspres gazetesi, “Atamızın evi bomba ile Hasara uğradı” (‘hasar’ sözcügündeki ‘H’ büyük harfle) şeklinde ve 16 puntoyla sürmanşetten duyurur.
Gazete bütün İstanbul’da sokak sokak satılır. Hemen arkasından gösteri ve saldırılar başlar.
Aynı gün akşam, İstanbul Taksim’de ‘Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti’ bir miting düzenler. Yunanistan’ı protesto eylemi şeklinde başlayan gösteri, kısa zamanda Müslüman olmayan halkın işyerleri ve evlerinin yakılıp yıkılmasıyla devam eder. Cana, mala ve ırza tecavüz edilir.
Sonuçta, gayri müslim kadın ve kızlara sarkıntılılık eden, dükkân ve evleri yağma eden, kiliseler ve diğer ibadet yerlerine bile dokunma cüretini göstererek, içerdeki antikaları çalan ve hatta ateşe veren, insanların evlerindeki buzdolapları, radyoları, koltukları, porselenleri, elbiseleri, kitapları, resimleri, piyano ve diğer müzik aletlerini ya denize atan ya da paramparça eden veya üzerinde tepinen; mücevherleri ve takıları talan eden ve tüm bunları devletin gözü önünde yapan “kiralık çapulcu sürüsü” diye adlandıracağımız kişilerin çizdiği korkunç bir tablo ortaya çıkar.
Manevi ve maddi bilanço
İstanbul ve İzmir’de 3 ölü, 50’si ağır olmak üzere 500’ün üzerinde yaralı.
Özellikle İstanbullu Rum ve Ermenilere ve biraz da Musevilere ait olmak üzere 73 kilise, 1 sinagog, 16 ayazma, 2 manastır, 4 bin 340 dükkân, 21 fabrika, 11 hekim muayenehanesi, 2 mezarlık, 12 otel/pansiyon, 2 bin ev, 5 dernek, 26 okul, 27 eczane ve 18 fırın saldırıya uğrar ve yağma edilir.
Ayrıca İzmir’de 14 ev, 6 dükkân, 1 fuar pavyonu, bir konsolosluk binası, bir Katolik kilisesi, 3 otomobil ve İngiliz Kültür Heyeti binası yakılır.
Söz İzmir’den açılmışken … 1960 askeri darbesi sonunda kurulan Yassıada Mahkemeleri’ne tanık olarak çıkan, o zamanın NATO telefon hatları bakım servisi teknisyeni Arif Bartu, İzmir Valisi’nin olayla ilgili ‘tutumu’nu şu sözlerle ifade etmiştir: “Vali beyin İzmir polisi komiserlerinden Mehmet Acar’a ‘haşin davranmayın’ dediğini duydum. İzmir Fuarındaki Yunan pavyonu yanarken, başlarında İsmet Uç vardı. Sonradan kendisine Belediye Reisliği verildi. Vali omuzlardaydı. Sanki bir seçim adayı gibi şapkasını sallıyor,n umayişçilere ‘sağolun varolun, İzmir’in yüzünü ağarttınız’ diyordu.” 

Mızrak çuvala girmiyor

Dünyanın herhangi bir yerinde, tarihin herhangi bir döneminde, resmen büyük suç işlemiş rejimlerde olduğu gibi, bu olayda da suç örtbas edilmek ve var olan ‘tabular kolleksiyonu’na eklenmek istenmiştir.

Israrla ‘olayın önceden planlanmış olmadığı, kitlenin kendiliğinden, otomatik bir refleksle tepki gösterdiğine dair yalanlar, demeçler, ‘uzman’ konferansları ve hatta düzmece belgeler kamuoyuna, bir şırınga gibi ‘enjekte’ edilmeye çalışılmıştır.

Dahası zaten dönemin ‘göz ağrısı’ durumunda olan solcular/komünistlere saldırabilmek için, güzel bir fırsatın doğmuş olduğuna sevinenler olmuştur. Bu insanlar suçsuz oldukları biline biline, cezaevlerinde türlü eziyetlere mâruz kalmışlardır.

Ancak güneşin balçıkla sıvanamayacağı, fazla zaman geçmeden bir kez daha anlaşılır.

Bu kez başka insanlar konuşuyor

Selahattin Karayavuz:
(Trabzon milletvekili, 12 Eylül 1955 tarihli TBMM konuşmasından)

“…Hadisenin en mühim safhası işin mürettep olduğudur. Çünkü İstanbul gibi bir yerde 60 km.lik bir saha içerisinde her yerde, aynı zamanda, aynı tahripkâr hadisenin cereyanı, bu hadisenin bir çapulculuk eseri olarak yapılmasına imkân vermez. Asıl safha bir tertiptir ve Yunanistan’da muhterem Atatürk’ün evine atılan bir bomba hadisenin işaretinden başka bir şey değildir. O işaret üzerine buradaki fesat unsurları harekete geçmiştir…”

Fahri Coker:
(Deniz Kuvvetleri Başhakimi, Yassıada Duruşmaları’ndaki tanık ifadesi)

“… Toplantıya 26 hakim ve 3 adli amir davet edilmişti. Bize Orgeneral Nurettin Aknoz (zamanın sıkıyönetim komutanı) ‘bu hadiselerin, tamamen komünistlerin tertibi ve eseri olduğu hakkında, buna inanmamız hususunda, uzun boylu nutuklar verdi ve meydanlarda. Salkım, salkım insanların asılı olduğunu görmek istediğini söyledi.”

Fuat Köprülü:
(Dönemin Başbakan Yardımcısı, 15 Eylül 1955 tarihli TBMM konuşmasından)

“… Şunu söyleyeyim ki, bu hadiseden hükümet evvelce haberdardı. Ona göre bazı tertibat da almıştı. Fakat … bu hadisenin günü ve saati muayyen değildi ve bu bütün gayretlere rağmen âdeta bir baskın şeklinde her tarafta birden tecelli etmiştir… Komünist unsurlar hadiseyi evvelce tertipledikleri gibi sevk-i idareyi ele geçirmislerdi.”

Kuşkusuz tüm bu ‘dezenformasyon çalışmaları’ içerisinde, çok trajikomik olaylar da oluyordu. Bunların arasında örneğin Hulusi Dosdoğru’nun, Bağlam Yayıncılık tarafından basılmış ‘6-7 Eylül Olayları’ (1993) adlı kitabının 49. sayfasından alınmış şu sözleri ibret vericidir.

Hulusi Dosdoğru:
(6-7 Eylül olaylarının üstlerine yüklenilmesi istenilen ‘fişlenmiş komünistler’den; 5 ayı tutuklu, 4 ayı da tutuksuz olmak üzere, yargılandı ve nihayet 24 Mayıs 1956’da, beraat etti.)

“…Sıkıyönetim komutanı, çapulda yakalanıp kışlalara doldurulanlara, sık sık uğrayıp şöyle sesleniyordu: ‘Sizleri komünistler kışkırttı. Onlar ‘vurun, kırın, yağmalayın!’ diye sizleri zorladılar. Sizin aklınız kesmediğinden onların kötü telkinlerine kapıldınız, değil mi?’ Böyle anonslar tekrarlandıkça … kalabalık ‘Haşa … Bizlere komünistler değil, Demokrat Parti’den bölgemizin ileri gelenleriemir verdi. ‘Rumların evlerini dükkanlarını paralayın. Polis yaptıklarınızı görmezden gelecek’ diyorlardı diye saf saf cevap vermezler mi?”

Nevzat Emrealp:
(İstanbul Milli Emniyet Başmüfettişi, Yassıada Duruşmaları’ndan tanık ifadesi)

“…Hapishaneye soktuğumuz bir ajandan öğrendiğimize göre, ‘Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti’ Başkanı Hikmet Bil (hâlen Hürriyet’te ‘Okuyucuların Köşesi’ni yönetip gazetecilik yapıyor) ve Orhan Birgit’in (80 öncesi Türk siyasetinin önde gelen CHP’li milletvekili/bakanı, şimdi Cumhuriyet’te köşe yazarlığı yapıyor) 6-7 Eylül hadiselerini bir talimata uyarak harekete geçirdiklerini, fakat şimdi yüzüstü bırakıldıklarını ve bir mahkeme huzuruna çıkarlarsa, kimden direktif aldıklarını açık olarak bildireceklerini bildiriyorlardı.”

Hulusi Dosdoğru:
(6-7 Eylül Olayları kitabından, Bağlam Yayıncılık,1993)

“…Karar alınırken mahkemede dinleyici olarak eşim Dr. Sabire Dosdoğru’dan başka kimse yoktu. Reis kararı okuduktan sonra Mahkeme Heyeti duraladı. Reis birkaç kez ‘Beraat ettin!’ dedi. Ben, dinleyici yerindeki eşime baktım. Gözlerimle ona ‘ne bekliyorlar?’ diye soran bir jest yaptım. O, durduğu yerden dayanamayıp bağırdı: ‘Anlamıyor musun? Senden bir de teşekkür bekliyorlar!’
Eşimin bu sözleri üzerine, hepsi apar topar salonu terk ettiler!”

Bomba olayı gün ışığına çıkıyor

Yassıada Mahkemesi Kararlarından…

“Bombaları Türkiye’den, Türkiye’nin Selanik Başkonsolos Yardımcısı, Mehmet Ali Tekinalp, 15 Temmuz 1955’te getirmiş, Başkonsolos Mehmet Ali Balin’in talimatı ve Selanik Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde TC’nden burs alan Yunan uyruklu öğrenci Oktay Engin’in azmettirmesiyle, yine Yunan uyruklu Gümülcine Türklerinden kavas (T.C. elçilik çalışanı) Hasan Uçar atmış. TC hükümetinin
başvurusu üzerine, diplomatik dokunulmazlıkları nedeniyle konsoloslar kovuşturulamamış, Hasan Uçar iki yıl hapse mahkum olup, cezasını çekmiş. Oktay Engin ise, bir süre tutuklu kaldıktan sonra 20-21 Eylül 1956’da Türkiye’ye sığındığı için, mahkûm olduğu 3 yıl 6 ay hapis cezasının geri kalan 2 yıl 9 ay 9 gününü çekmek üzere, Yunanistan’a iadesi istenmiş ise de, bu talep TC hükümetince reddedilmiştir.”

Okuyucularımızı bir ‘küçük!’ ayrıntıyla aydınlatalım. Aynı Engin daha sonra Türkiye’de, önce Emniyet Genel Müdürlüğü Planlama ve Koordinasyon Daire Başkanlığı’na getirildi ve sonra da Nevşehir’e Vali tayin edilerek, herhalde ‘vatanın âli menfaatleri uğruna’ yaptığı fedâkarlıklardan ötürü mükâfatlandırıldı.

İbrahim Oğuz :
(İstanbul Milli Emniyet Başmüfettişi, Yassıada Duruşmaları’ndan tanık ifadesi)

“Oktay Engin bombayı attığını gayet iftiharla, kahramanca bir eda ile ifade etti.”

Ve itiraf

Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu:
(Özel Harp Dairesi eski Başkanı; Milli Güvenlik Kurulu eski Genel Sekreteri, 09/06/1991 tarihli Tempo Dergisi’ne verdiği özel demeçten)

“6 -7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve … muhteşem bir örgütlenme idi. Amacına da ulaştı.”

Sipahioğlu: Tüm kararları alan bendim

Siz 6-7 Eylül Olayları’nın patlak vermesine büyük katkıda bulunan ‘İstanbul Ekspres’ Gazetesi’nin Yazı İşleri Müdürüydünüz. İstanbul Ekspres’in sahibi, Mithat Perin’in bir MİT ajanı olduğu söyleniyordu ve dolayısıyla…

Nasıl öyle bir şey söylenebilir?… Hayır efendim, ben onun Yazı İşleri Müdürüydüm, eğer öyle bir şey olsaydı…

Aman efendim, yapmayın etmeyin… Belki bir Yazı İşleri Müdürü olarak diyelim o zaman bunun farkında değildiniz, sonra… Üstelik bu kadar yıl geçmiş olmasından sonra, öğrenmiş olamaz mısınız? Sadece dünya değil, artık Türkiye’de bile insanlar, çıkıp “bir zamanlar MİT ajanıydım, şuydum ya da buydum” diyerek kitaplar da basıyorlar, mülakâtlar da veriyorlar ve hatta internet siteleri açıyorlar. Dolayısıyla, o kadar şaşırmanızı pek anlayamıyorum.

Canım eğer iyi bir ajan idiyse, bunun bugün bile duyulmaması gerekirdi, bugün bu duyulduğuna göre…

Yıl 1955… Bugün ise 2002; yani neredeyse tam bir yarım asır geçmiş aradan. İnsanların gizli haber alma örgütlerinde çalışmış olduklarını itiraf etmeleri ya da bunun başkaları tarafından ortaya çıkarılması için artık 50 yıl beklenmesi gerekmiyor ki… CIA’da, bundan daha on-on beş yıl önce, soğuk savaş döneminde, ne işler yapıldığına dair arka arkaya kitaplar çıkan bir dünyadayız. Dolayısıyla sizin ölçülerinize göre, pek âlâ da “iyi bir” ajan olabilirdi Mithat Perin. Çünkü bakın ben yarım asır sonra kendisinden “acaba mı?” diye söz ediyorum.

Vallahi efendim, önce çok kısa bir süre için bu gazetede çalıştığımı söylemeliyim ve bu sürede bana sayın Perin tarafından en ufak şekilde işime müdahale edilmediğini belirtmek isterim. Bütün kararları ben kendim alırdım. Hem anlayamıyorum, MİT’in ne çıkarı olabilirdi ki?  Bir gazetenin sahibi ajan olacak, eee sonra…

Yapmayın üstâdım, bunu bari siz söylemeyin. Bundan daha doğal ne olabilir ki? Hele hele o soğuk savaş dönemlerinde bunun tersinin olması anormallikti neredeyse… Tüm dünya’da bilinen, denenmiş bir yöntemdi bu. Herhangi bir benzeri servis, tabii ki ‘kamuoyu yaratmak’ veya ‘kamuoyunu yönlendirmek’ amacıyla, bir gazetenin yöneticisi ya da sahibiyle ilişkiye girebilirdi.

İşte o sizin dediğiniz yalnız Amerika’da olur. Mithat Perin’e gelince, hiçbir zaman, ama altını çizerek söylüyorum, hiçbir zaman bana
“Şunu yap, bunu yapma” diye bir telkinde bulunmamıştır.

Tamam  artık bunun üzerinde durmaya gerek yok sanırım, çünkü önemli olan kişiler değil uygulamalar. Şimdi size, Türkiye’de çıkan, hem de öyle ‘bölücü’ falan gibi sıfatlandırmalara lâyık (!) olmamış bir yayın organından söz edeceğim: Tempo dergisi. Bu derginin 09/06/91 tarihli nüshasında, Milli Güvenlik Kurulu eski Genel Sekreteri ve aynı zamanda da Özel Harp Dairesi eski
Başkanı Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun, bir açıklamasına ya da itirafına yer verilmişti…

Ne diyormuş orda, neymiş o şok açıklama?

Okuyorum: “… 6 – 7 Eylül (Olayları) da bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenme idi. Amacına da ulaştı.”

Bakın, bunun devlet tarafından, politik odaklarca, örgütlenmiş olduğunu ilk kez ben söylemiştim. Rahmetli Fahrettin Kerim Gökay, İstanbul Valisi, İsviçre’de tedavi olurken, kendisiyle bir söyleşi yapmıştım. Kendisi bana ‘6-7 Eylül’ün nasıl devlet tarafından bazı odaklarca örgütlendiğini anlatmıştı. Ama hangi aptal çıkıp “Efendim, amacına ulaşmıştır, yok muhteşemdi” falan diyebilir. Zannetmiyorum bu kadar dendiğini. 6-7 Eylül bir faciaydı efendim bir facia! Her şeyden öte Türkiye’nin kendisi için, tarihi için korkunç bir lekedir. Mezarları bile tahrip etmeler, kiliseleri yakmalar… İnsanların ve dükkanların üzerine vahşice saldırdılar yahu! Türkiye’nin tarihinde hiç olmamış şeyler oldu 6-7 Eylül’de… Mithat Perin’in kendisi yoktu gazetede ve kendim ‘ikinci baskı’ yapma kararını verdim. Kendisinden sadece, kâğıt stokumuz hakkında bilgi istedim. Çünkü ikinci baskı için, kâğıt stokumuzu kullanmak zorundaydık. Biz sadece patlamış olan bir olayın haberini verdik.

Evet ama, ikinci günkü manşetiniz: “İstanbul dün gece bir tarih yazdı!” diyerek, sanki tüm bu gelişmeleri onaylıyor ve takdir ediyor izlenimini vermiyor muydu?

Nasıl, hangi gece?

Sizin Yazı İşleri Müdürlüğü yaptığınız İstanbul Ekspres gazetesi, olayların ertesinde “İstanbul dün gece bir tarih yazdı!” diye sürmanşet çekmedi mi?

Evet, çünkü olay olağanüstüydü. Alışılmışın dışında bir olaydı ve bunu vurgulamam gerekiyordu.

Ben size yardımcı olayım efendim isterseniz. Herhalde ‘tarih yazdı’ demekle, ille de olumlu değil, olumsuz olarak da ‘tarihsel’ nitelemesini kullanmış olabiliriz demek istiyorsunuz. Çünkü ‘tarih’ ya da ‘tarihsel’ deyince, ille övünülecek olayları değil, utanılacak olayları da anımsayabilmek gerekir, değil mi?

Canım tabii ki bu olay olmuştur; olmuşturdan da öte, korkunç bir şekilde olmuştur. Nasıl ‘korkunç’ olarak telakki etmemek mümkün olabilir ki? Bir Türk olacaksınız, Türkiye’de yaşıyor olacaksınız ve bir kısım Türklerin bir başka kısım Türklere, saldırılar yaptıklarını, öldürülmelerini… hoş Allahtan fazla insan öldürülmedi…

Evet resmi makamlarca 3 ölüden söz ediliyordu, kayıtlar da bunu gösteriyor.

Evet efendim, çapulcuların yaptıkları vahşete şahit olacaksınız. Bir Türk olarak tabii ki, tüm bunlardan etkilenir ve sıkıntı duyarsınız, başka ne olabilir ki insan?

Sayın Sipahioğlu, artık 2002 tarihindeyiz. Neredeyse, üstünden bir yarım asır geçmiş. Bu günkü birikim ve deneyimlerinizle, bir ‘retrospektif’ bakışla şöyle bir baksak, İstanbul Ekspres’in bu olayları manipüle’ etmiş olduğunu, yani bizzat kışkırttığını, belki de asıl kendisinin ‘manipüle’ olduğunu, yani istemeyerek bu olayların böyle gelişmesine alet olduğunu söylemek mümkün olabilir mi?

Nasıl ‘manipüle’ yani? Biz mi? 

Evet efendim, yani halkı geleyana getirmek, halkı manipüle etmek ve ‘gaza getirmek için’ diyelim isterseniz; İstanbul Ekspres eliyle bunu gerçekleştirmekten söz ediyorum… Ya da onun aracılığıyla amaca ulaşılmak istenmiş midir?

Hayır, hayır… Bir dakika efendim, bir dakika! Her şeyden önce, İstanbul Ekspres’i kullandılar; evet onu kullanmış oldular doğal olarak,
örneğin… sokaklarda yürürken, bu eylemleri yaparken, elleri havada bu gazeteyi tutanlar oldu tabii. Ama  herhalde ki, tüm bu olayların sadece ve sadece İstanbul Ekspres gazetesi sayesinde patladığını söyleyemeyiz.

Efendim tabii ki İstanbul Ekspres Gazetesi bu olayların baş organizatörü değildi; çünkü biraz önce de size (Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu) arzettiğim ve üstüne üstlük, sizin de ayrı olarak bir başka (Fahrettin Kerim Gökay) devlet kaynağına dayanarak buyurduğunuz gibi, devletin içerisinden insanlar bunun bizzat oralardan düzenlenmiş olduğunu zaten belirtiyorlar. Dolayısıyla, sorun ‘kim’ ve ‘neden’ yaptı değil. Sorun şurda: İstanbul Ekspres Gazetesi’nin, bilerek veya bilmeyerek, bu olayların patlamasında ‘ilk kıvılcım’ı yakan unsur olma durumuna düşüp düşmediğidir.

Kıvılcım… Kıvılcım da değil. Olayların akışını iyi bilmek gerekir. Olaylar tek bir yerden patlamadı ki, İstanbul’un çevresinde hatta başka şehirlerde de başladı…

Evet, örneğin İzmir gibi…

Birçok değişik yerden patladı. Örneğin Adalarda falan saldırılar başladı. Biz gazeteyi 16.00-17.00de piyasaya salmıştık. Ondan birkaç saat önce Adalarda, daha gazete oraya ulaşmadan çok önce saldırılar başlamıştı. 15.00’te radyodan o haber verildi, zaten biz de radyodan almıştık haberi. 15.35’de Yunan Elçiliği ile konuştuk. Sonra kalıp yapmak… O zamanlar ofset bile değil; ancak yetiştirebildik.

İkinci baskı ile halkın tümden geleyana geldiğini iddia ediyorlar…

Hayır, hayır… Büyük yalan! Öyle büyük bir ikinci baskı yapmadık ki… Zaten yapamazdık, teknik olarak mümkün değildi.

Ne kadar bastınız ikinci baskıyı?

20 binin üzerinde bir tiraj yapamadık ikinci baskıda.

Efendim iyi ya, İstanbul Ekspres’in her günkü baskısı zaten ne kadardı ki o yıllarda?

10 ilâ 11 bin arası basardık genellikle; maksimum çok ender olarak 15 bine çıktığı olurdu. İkinci baskıyı da en fazla 25 bin yaptık.

Evet, fazla diyecek bir şey yok sanırım, zaten sayılar ortada.

Hayır çünkü 200-300 bin tiraj yaptığımız hakkında iddialarda bulunanların olduğunu okudum, duydum da. Bu iddialarda bulunanlar, o günkü koşullarda bunun ne kadar imkânsız olduğunu bildikleri için, gazeteyi bir gün evvelinden bastığımızı dahi söyleyebiliyorlar. Bunlar utanmazca atılmış iftiralardır! Velhasıl birkaç değişik kaynaktan patlamış olan bu olaylar tek kelimeyle feciydi. En başta Türkiye için. Bunu örgütleyenler bunun bu dereceye varacağını hiç hesap edemediler. Bir delilikti bunu düzenlemek. Yunanlılara
gözdağı vermek için, ama sonra kontrolden çıkan düzenlenmiş olaylardı bunlar.

Tüm bu olayların feci olduğunu, genelin bir facia olduğunu söylediniz… Bence bu ve benzer olayların, vuku bulduğu tarih ile sınırlı kalmayarak, taa bugünlere kadar süren etkilerinin olması, şimdilere dek hâlâ tekrarlanan birçok benzeri feci olaya emsal teşkil etmesi en büyük facia. Neden mi? Atatürk’ün ev-müze’sine resmen ‘devletin âli çıkarları gereği’ bomba koyan bir zat, bırakın cezalandırılmayı, devlet tarafından ödüllendiriliyor. Atatürk’ün evine bomba koyan kişiyi artık biliyoruz: Oktay Engin. Bu zat devlet tarafından vali tayin ediliyor. Bir suçluyu cezalandırmak yerine ya da göz boyamak amacıyla sözde cezalandırarak, aslında onu bir güzel ödüllendirmek, aynı suçların gelecekte de tekrarlanmasına razı olmanın göstergesi değil midir?

Efendim neyi tartışacağız? Tartışacak bir dirhem bile şey yok. Bunun savunulacak, tek bir yanı yok ve de olamaz da! Anlıyor musunuz dediğimi? Bu işi düzenleyenler çok aptalca bir iş düzenlediler ve salakça da uyguladılar. Üstelik bunu yaparken de büyük ve korkunç bir suç işlemiş oldular. Böylece hem Türkler, hem de Türkiye için korkunç bir leke oldu bu. Ama tekrar ediyorum bu kadar ileri noktalara ulaşmasını istememişlerdi, önceden hesaplayamamışlardı… Mithat Perin’i ise bu işe karıştırmayın. Onun kesinlikle bir rolü yoktu. Tüm kararları alan bendim. Bugün de eğer bir gazetenin başında olsam ve böyle bir olay olsa, yani Beyaz Saray’ın bombalanması veya Elysée Sarayı’na saldırılması gibi, yine ikinci baskı yapmak isterim.

Ama sorun gazetecilik olarak ilginç bir durum karşısında, olayı değerlendirerek ‘ikinci baskı’ yapmak değil ki… Önemli olan haberin nasıl duyurulduğu. Okuyucuları ne yöne yönlendirici manşet atıldığındadır sorun. Bugün benzeri bir olay olduğunda, herhalde haberi biraz daha köklü araştırma yapmadan, irdelemeden vermezsiniz, yanlış mıyım?

Efendim, ben de o zaman o günkü koşullar içerisinde elimden geleni yaptım; ama  örneğin Yunan Hükümeti’nin “Hayır, biz yapmadık!” şeklinde verdikleri yanıtı, manşetin altına koydum, koymadım değil!

Evet koymuştunuz da, iri karakterlerle “Ata’mızın evi bomba ile hasara uğradı” şeklindeki sekiz sütun üzerinden verilmiş bir haberin altına, minnacık, karınca büyüklüğünde karakterlerle Yunan Elçiliği’nin resmi tepkisini vermek, pek de ‘dengelenmiş’ bir haber verme üslubu değil sanırım.

İyi ama ben ne yapabilirdim ki? Herhalde o ortamda, Yunan Hükümeti’nin yanıtını da 8 sütun üzerinden veremezdim! Devletin resmi radyosundan “Ata’mızın evi bombalandı!” diye haber alıyorsunuz. Siz buna güvenmek zorundaydınız. O günkü koşullarda, çıkıp Yunan Hükümeti’nin resmi görüşünü aynı büyüklükte ve şekilde veremezdim. Gerçekci olalım. Daha sonra, Ata’nın evinin değil, bahçesinin bir kısmına bombanın atılmış olduğunu öğrendik. O gün, o saat ve o dakikada, kimin, neyi, kimin adına yapmış olduğunu öğrenmenin ve tesbit etmenin imkânı yoktu. Herhalde işin iç yüzünü bilseydim, ikinci baskıyı yapmazdım. Ama ben ikinci baskıyı yapmasam bile, tabii ki tüm bu olaylar yine de gerçekleşirdi.

Türkiye’de artık serbestçe yayınlanan kitaplarda, dergilerde ve sizin de bizzat İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay ile yaptığınız söyleşilerde ortaya çıktığı gibi, bu olayların resmen düzenlenmiş olduğu artık tartışılmıyor. Tüm sorun bütün bu itiraflar ve açıkça ortada olan gerçeklere karşın, bir türlü yüksek sesle özür dilenmiyor; bütün bunların hala yarım ağız ve alçak sesle söyleniyor olması. Halbuki kamu vicdanının rahatlaması, kitlelerin eğitilmesi ve bu tür olayların bir daha asla tekrarlanmaması için benzeri vahşiliklerin cesaretle itiraf edilmesi ve özür dilenmesi gerekiyor. Yoksa Metin Erksan’ın Cumhuriyet’te, Emin Çölaşan’ın Hürriyet’te yazdığı gibi, hiç olaylardan ders almamışcasına, acı gerçeklerin üzerini acemice örtme çabası güden yazıların yayınlanmasına olanak tanınır. Örneğin, bu olayların akabinde devletin panik içerisinde suçu solculara ve komünistlere yükleme çabası içerisinde olduğunu biliyoruz.

Evet, evet, tabii. Gözümle gördüm, yemin ederim gördüm. Sokaklarda solcular ve komünistler, vahşice yağma ediyorlardı etraf tarafı.

Bakın gördünüz mü? Aynı şeyi bugün hala hem de siz söylüyorsunuz. Bir dakika efendim, bu çapulculukları yapanların alınlarında “solcuyum” ya da “komünistim” falan mı yazıyordu?

Hayır efendim, gördüm. Çok iyi gördüm!

Efendim, gördünüz de, neyi gördünüz?

Gözümle gördüm efendim. Zenginliğe düşman o çapulcuları gördüm, parmaklarıyla “işte bu ev” ve “işte şu ev” gösterip yağmalıyorlardı. Hatta Yeni Gazete, ki sahibi bir Türk’tü, gayrimüslim falan değil yani, belirli bir zenginliği temsil ettiği için, o da yağmalandı.

Aman üstâdım, yapmayın… Bir insanın ya da bir kitlenin etrafı şu ev ” ya da “bu dükkân” diye parmakla göstermeleri, sonra da etrafa saldırmaları, yağma etmeleri, ille onların ‘solcu’ veya ‘komünist’ olmalarını mı kanıtlar?

Velhasıl, ben o izlenimi edinmiştim. Çünkü o dönemde, sayıları büyük olmasa bile, belirli bir komünist kitlesi vardı.

Evet ama o belirli komünist kitlesinden kat be kat fazla, bir de ‘antikomünist dalgası veya cephesi’ vardı ve bunlar her olumsuzluğu solcu ve komünistlerin başına yığmakla yükümlüydüler. 

Şimdi o komünistlerin de, bu fırsattan yararlanarak yağma ettiklerini düşünüyorum.

Düşünüyorsunuz da, bunu temellendiremiyoruz. Hele dönemin solcularının, Özel Harp Dairesi ile işbirliği yapmış olmalarını düşünmek…

Neyse bilmiyorum, tabii ki düzenleyenler onlar değil; ben sadece fırsattan istifade etmişlerdir diyorum.

TBMM tutanaklarında, yayınlanmış kitaplarda, yapılan tanıklıklarda devletin bu olayların bizzat kendi içerisinden düzenlenmiş olduğunu gizlemek için, suçu komünistlerin üzerine atmak gibi özel bir çaba sarfetmiş olduğunu biliyoruz; onun için artık bu saatte…

Neyse evet olabilir. Bu, o zamanki bir intibamdı.

Söyleşimizin sonuna yaklaşıyoruz ve size teşekkür etmeden önce yurt içi ve yurt dışındaki Türk vatandaşlarına, değişik kökenden gelen ama eninde sonunda Türkiye insanı ve coğrafyasına karşı ilgisiz olmayan Türkiyeli okuyucularımıza nasıl bir mesaj vermek isterdiniz?

Fransa’da basın çevrelerinde bir Ermeniyle karşılaştığımda, çünkü Fransız basınında Ermeni kökenlilerin sayısı çoktur, Türkiye’ye gitmeye çekindiklerini görürdüm. Ama onları ikna edip bir kez olsun gitmelerini (teşvik ettiğimde), sonunda şaşırmış bir durumda Paris’e dönerlerdi. Buna artık alıştım. “Biz böyle zannetmiyorduk” derler hepsi de. Bu kişiler arasında artık sürekli Türkiye’ye gidenler de var. İlk başta korkuyorlardı, kendilerinin Ermeni olduğu ortaya çıkınca, Türklerin kendilerine çok kötü davranacaklarını zannediyorlardı. Bu demektir ki, halkın arasında bir sorun yok! Türkiye’de bugün sadece Ermenistan kökenli, yani daha yeni yeni Ermenistan’dan gelmiş, 30 bini aşkın Ermeniden oluşan ek bir toplum var. Bence Türkiye’de yaşayan bu Ermenistanlı Ermeniler, Türkiye’de Türklerin Ermenilere nasıl davrandıklarını zamanla söyleyecek ve bu yayılacaktır. Avrupa’nın bugünkü durumuna bakın. Daha dün birbiriyle boğaz boğaza gelmiş, birbirlerini öldürmüş Fransızlar, Almanlar ve İngilizler bugün el ele ve kol kola, Avrupa Birliği’ni birlikte kucaklıyorlar. Bugün tam bir dostluk sergiliyorlar, ne sınır kalmış, ne para farkı ne de ülke farkı. Dileyen dilediği yere gidip ev alabiliyor, iş açabiliyor ve yaşamını orda sürdürebiliyor. Dolayısıyla, aynı şekilde de Türkiye’nin Ermenistan, Diyaspora Ermenileri ve diğer komşularıyla aynı ilişkilere girmemesi için herhangi bir neden görmüyorum.

Evet tabii haklısınız, herhangi bir neden olmaması gerekir. Ancak Fransa, Almanya ve İngiltere’nin dün birbirlerini boğazlamalarına karşın, bugün birbirleriyle dost olabilmeleri ve Ermenistan, Ermeni Diyasporası, Türkiye ve Türk insanları arasındaki ilişkilerin normalleşmesi arasında, belki cılız bir fark varmış gibi gözükse de, yadsınamaz bir fark var. Zorluk da tabii o farktan kaynaklanıyor.

Neymiş o fark?

O fark, aslında bugünkü olumsuzlukların temelini, çekirdeğini oluşturuyor. O da şu: Eşit koşullarda, yani düzenli orduya sahip iki ülkenin birbirleriyle, uluslararası konvansiyonlarca ‘savaş’ kabul edilen durumda karşılıklı öldürme fiilini gerçekleştirmeleri tamamen başka bir şeydir. Savaş olmayan bir durumda, bir tür ‘bel altına vurmak’ gibi bir olayla karşı karşıya kalınmış olmak bambaşka bir şey. Çünkü Ermeni ve Türk olarak ‘tarafları’ kabul edersek, herhalde Ermeni ‘taraf’ın fiziksel ve doğal olarak koskoca bir Osmanlı Imparatorluğu’yla, en azından bir devletle kıyaslanacak hali yoktu. Konvansiyonel bir savaştan herhalde söz edemeyiz burda. Yani  ‘taraflar’ arasında aklın almayacağı bir dengesizlik söz konusudur. Zorluk şurdan kaynaklanıyor: Biraz önce arzettiğim gibi, Türkiye tarafından bunca yıldır sergilenen, önce duvar sessizliği, sonra inkarcılık ve hele daha sonra ‘biz yapmadık onlar yaptı’gibi yaklaşımlar; her iki tarafın tutum ve tavırlarında ister istemez bir sertleşmeye, bir kemikleşmeye gidilmesine neden olmuştur. Yani… daha açıkca söyleyelim: Sizin bugün 6-7 Eylül Olayları’nı, arada farklı düşüncelere sahip olmamıza karşın sonuçta bir ‘facia’ olarak nitelendirdiğiniz gibi; bugün Türkiye’deki ‘1915’i tartışma ortamı bundan onlarca yıl önce yaratılabilmiş olsaydı, vardığımız noktada olmaz ve hatta  tarihin hangi döneminde ve kim tarafından uygulanmış olursa olsun tabii ki tasvip edilmeyecek Ermeni tedhiş olayları da veya diğer önyargılar da vuku bulmuş olmazdı.

Evet, evet anladım, çok katastrofik bir durum. Bakın ben size söyleyeyim, bizim kuşak hiçbir şey bilmiyordu, haberimiz yoktu tarihin inceliklerinden… Sonraları burda okuyarak, birçok şey öğrendik. Tabii ki, Ermenilerin de birçok kişiyi öldürdüğünü unutmamak lazım.

Muhakkak ama bunları kıyaslayabilir miyiz?

Canım tabii ki kıyaslayamayız. Hem Ermenilere hiç de dostane duygular beslememiş Kürtleri de unutmamak gerek ve Ermenilerin daha fazla Kürtler tarafından öldürüldüğünü de… Der Zor çöllerinde zavallı Ermenilerin aç susuz bırakıldıklarını ve ikide bir Kürt eşkiyalar tarafından saldırılara uğradıklarını falan… Tüm bunlar çok ağır şeyler tabii. Evet, ne olursa olsun çaba sarfetmek gerekiyor.  Tabii ki her iki taraftan gelmesi gerek bu çabaların.
(RH/NÖ)

https://m.bianet.org/bianet/toplum/249915-6-7-eylul-istanbul-ekspres-ve-goksin-sipahioglu

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın