İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Nora Şeni: Türkiyeli Yahudilerin Tutsak Hafızası

Çeviren: Ümit Yıldız Kaynak: OTC

Şüphesiz ki Türkiye Yahudi topluluğunun, hukukun özgürlüğünü bozmaya ve özgürlükleri sınırlandırmaya devam eden bir rejim altında gelişmesi ve huzur içinde yaşaması pek de beklenilemez. Oysa ki topluluğun demografik önemi, kendisini “muhafazakâr İslamcı” olarak tanımlayan hükümetin 2002’de iktidara gelmesinden çok daha önce, adeta güneş görmüş kar gibi erimeye başladı. 1923’te 80.000 olan Yahudi nüfusu, 2000’lere gelindiğinde 17.000 kişiye kadar düştü. En önemli göç, İsrail Devleti’nin kurulduğu dönemde meydana geldi ve 1960’lara kadar devam etti. 2003 yılına iki üzücü olay damgasını vurdu. Ağustos ayında bir diş hekimi “Yahudi olduğu gerekçesiyle” katledildi. Kasım ayında ise, iki sinagoga karşı çifte saldırı gerçekleştirildi. Daha önceki sinagog saldırılarından farklı olarak, onlarca kişinin ölümüyle sonuçlanan bu saldırıların failleri Türk’tü.

Yahudi topluluğunun nüfusu, senede yaklaşık yüz kişi olacak şekilde, sürekli bir azalma eğilimi gösterse de bu durum, 1990’lardan itibaren kurumları bir yenilenme geçiren topluluğun oldukça müreffeh durumuyla çelişiyor. Bu paradoks Türk milleti, Türk devleti ve Yahudi topluluğu arasındaki karmaşık ve ikircikli ilişkileri yansıtıyor. Her ne kadar bu topluluğun yakın gelecekte kaybolacağını belirtmeden geçmek mümkün olmasa da, Türkiyeli Yahudiler hâlâ Balkan, Orta Doğu ve Kafkas bölgelerinin en önemli Yahudi topluluğu olarak kalmaya ve varlıklarını sürdürmeye devam ediyorlar.

Tarih Yazımı Tutkusu

1990’ların ortasından itibaren, tarihsel gerçeklik hakkındaki endişeler kendini duyurabildi ve böylece resmi anlatıya meydan okunabildi. Üniversitelere bağlı olmadan çalışan bazı tarihçiler, kendi girişimleriyle, okul kitapları aracılığıyla aktarılan milliyetçi bir anlayışla sansürlenmiş bazı resmi anlatıları ortadan kaldırabildiler. Bu tarihçiler, devlet tarafından gizlice kışkırtılan, Edirne ve çevresindeki Yahudi ailelerin İstanbul’a kaçmasına sonuçlanan “Trakya Olayları” ismiyle anılan 1934’teki pogromlardan, özellikle Yahudileri etkileyen ve büyük tahribatlara yol açan 1942’deki Varlık Vergisi uygulamasına kadar birçok olayı ele aldılar. Rum, Yahudi ve Ermenilerin irili ufaklı iş yerlerini hedef alan Eylül 1955’te yaşanan şiddetli olaylarda, Türk Devleti’nin parmağı olduğunu açığa çıkarttılar. Ancak söz konusu sosyal demokrat Cumhuriyet gazetesinin sahipleri gibi, hükümete yakın olan Kemalist basın patronlarının Nazi sempatisi olunca, bu gerçekten bahsetmek epey zor. Türkiye’nin imajını İkinci Dünya Savaşı sırasında “Avrupa Yahudiliğinin Kurtarıcısı” olarak betimleyen projeye karşı çıkmak da aynı derece de zor. Alman tarihçi Corry Guttstadt’ın 2012’de Türkçeye çevrilen ve basılan kitabı “Türkiye, Yahudiler ve Holokost”, bu bağlamda, tam yerinde bir açıklama yapıyor. Kitap, bu miti yıkacak kanıtların herkesin dikkatine sunulduğunu, ancak uzun bir dönem bu kanıtların görmezden gelinmeye devam edildiğini ortaya koyuyor.

Türkiyeli Yahudilere ait bellek, Türk Devleti tarafından Ermeni Soykırımı inkârı politikası çerçevesinde iki kez araçsallaştırıldı. Bunlardan ilki, 1980’lerin sonlarına doğru farklı uluslararası kuruluşların dolaylı ya da doğrudan -Avrupa Parlamentosu’nun 1987’de yaptığı gibi- Ermeni Soykırımı’nı tanımasıyla birlikte gerçekleşti. Ankara üzerindeki baskıya bir cevap olarak, aynı zamanda 1992 yılında Sefarad Yahudilerinin İberya Yarımadası’ndan çıkışları ve Osmanlı topraklarına gelişlerinin 500. Yıldönümüne denk gelmesi sebebiyle, Türk, Müslüman ve Yahudilerden oluşan yüzlerce önemli kişi (emekli diplomatlar, iş adamları) 500. Yıl Vakfı’nı kurdular. Vakıf, 1992 yılında Yahudilerin Osmanlı topraklarını “güvenli bir sığınak” olarak algılamasını desteklemeye yönelik sempozyumlar ve etkinlikler düzenledi. Yahudi topluluğunu, bu misyonu üstlenmeye iten sebeplerden bir tanesi, Birinci İntifada sırasında, sağcı Türk İslamcılarının güçlü İsrail karşıtı tepkileri ve İslami bir rejim çağrısı yapan Yahudi karşıtı sloganlarıydı. Topluluğu bu zımni ittifaka sevk eden en temel neden ise, kuşkusuz hükümetin korunmasını garanti altına almaktı. Topluluğun üyeleri, Türkiye’nin Batı dünyasıyla yakınlaşmasına katkıda bulunmaktan gurur duymayı da ihmal etmediler. Bu durum, temeli üç ana olay üzerine kurulu bir anlatı oluşturulmasına katkı bulundu: İspanya’dan kovulan Yahudilerin II. Beyazıt tarafından Osmanlı topraklarına kabul edilmesi, 1933’te Alman Yahudi profesörlere Türkiye’ye gelmeleri ve çağdaş Türk üniversitesinin kuruluşuna öncülük etmeleri için yapılan davet ve Avrupa’daki Türkiye vatandaşı Yahudilerinin Holokost’tan Türk konsolosları tarafından kurtarılması. Elbette ki böyle bir anlatının detaylandırılması, konuyla ilgili hiçbir tarihsel çalışmanın olmaması sebebiyle mümkün değildi.

Tarihçiler, sonrasında yaptıkları çalışmalarda, üniversitedeki pozisyonlarından atılan yüzlerce Almanyalı Yahudi’nin, onları Nazi zulmünden korumak için değil, yüksek öğretim kürsülerini ve kuruluşlarını kurmaları için çalışmak üzere davet edildiklerini gösterdiler.

Türkiye’nin her ne kadar Rodos Konsolosu gibi, Yahudilerin hayatını büyük bir risk pahasına kurtarmış ve Yad Vashem tarafından Uluslararası Dürüst olarak tanınmış bir diplomatı olsa da, tarihçiler, 1938 gibi erken bir tarihte Türkiye’nin Nazi Avrupası’ndan kaçan Yahudilere sınırlarını kapattığı ortaya koydular. Böylece, İstanbul açıklarında, Salvador (1941) ve Strouma (1942) adlı iki gemi, yolcularını yanaştırıp karaya çıkarmalarına izin verilmediği için battı. Bu tabloya, savaş boyunca Türk-Yunan sınırının kapalı kaldığını ve bu durumun 40 000 Selanik ve Dimetoka Yahudi’sinin Auschwitz ve Treblinka’ya deporte edilmeye mahkûm bıraktığını da eklersek, Türkiye’nin “Avrupa Yahudiliğinin sığınağı” fantezisini ortadan kaldırmış oluyoruz.

Yahudi Hafızası ve Ermeni Sorunu

Türkiye, 2008 yılında Uluslararası Holokost Anma İttifakı’na (UHAİ) katılmak için başvurduğunda, Ermeni soykırımını inkâr etmek için ikinci bir Yahudi belleğini araçsallaştırma fırsatı doğdu.  Otuz Avrupa ülkesiyle birlikte, ABD, Kanada, İsrail ve Arjantin’in üyesi olduğu bu organizasyonun kurucu belgesi, Stockholm Bildirgesi (2000), imzacı devleri, Holokost ve antisemitizm üzerine araştırmaları teşvik etmek ve bunları öğretmekle yükümlü kılar. Bu şartname kapsamında, ülkelerin tarihlerini lekeleyen şiddet ve katliamları tanıması, milli eğitim müfredatında bunlara yer açması, anma yerlerini ve tarihlerini belirlemesi ve bir Holokost Anma Günü düzenlemesi gerekmektedir. Türk Dışişleri Bakanlığı’nın teşvikiyle Yahudi cemaati, 27 Ocak 2010’dan bu yana hükümetin resmi üyelerinin, vilayetin ve üniversitelerin huzurunda Holokost Günü’nü halka açık bir şekilde anıyor. Ancak bu, devlet temsilcisinin yabancı gazetecilere çeviri için mikrofon kapandığında Yahudileri “azarlamasına” İsrail’in politikaları için onları “suçlamasına” engel değil. Erdoğan hükümeti, UHAİ’ya adaylığından ilham almış olacak ki, artık Yahudi kalmamış Edirne’deki sinagogu -Balkanlar’ın en büyük sinagogu- büyük masraflarla restore ettirdi. Küllerinden yeniden doğan sinagog, 2020 yılında başbakan yardımcısının katılımıyla, İstanbul’dan gelen kalabalık bir inançlılar topluluğu tarafından törenle açıldı. Ancak bu sinagogu yeniden canlandırmak için bir senede kaç kez 237 km’lik bir yol yapabilecekler ki?

Gözlemci statüsünde olan Türkiye, soykırım suçlamalarına karşı bir kalkan oluşturmasını umduğu UHAİ ‘ya tam üye olarak tanınmayı 2008’den beri bekliyor. Sembolik anlamı, Recep Tayyip Erdoğan’ın söylemsel tutarsızlıkları ve hatta rejimin doğasıyla çelişen aksiyonlarını çoğaltıyor. Erdoğan’ın kurduğu AKP, İslamcı, milliyetçi ve antisemitizmi simgelerinden biri haline getiren Millî Görüş hareketini besliyor. Türkiye Yahudi toplumu toplumsal alanın Batı karşıtı devlet propagandası ile dolduğu bir toplumun parçası. Türkiyelilerin büyük bir kısmı gibi Yahudi toplumunun da kendini bu ortamda gerçekten güvende hissetmediği kolayca tahmin edilebilir.

https://www.avlaremoz.com/2021/08/05/nora-seni-turkiyeli-yahudilerin-tutsak-hafizasi/

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın