İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Neden yoksullar daha çok Kürtçe konuşur?

“Hegemon dillerden birini iyi kullanan biri, o dilin siyasi, toplumsal ve ekonomik avantajlarından dolayı, 2 hatta 3 dil bilenlerden daha zengin. Bu, aşikar bir toplumsal adaletsizliktir.”

Necat AYAZ*

Stabil bir ekonomik altyapı bir dilin korunması için olmazsa olmazdır. Sosyolinguistik araştırmacılar bunu net bir biçimde ortaya koyarlar. Çünkü ekonomi, yönetimle birlikte dilin en çok kullanıldığı alandır. Dilin bu alanda kullanımı varlığını pekiştirir, kullanılmaması ise yok olmasına yol açar. 19. yüzyılda dünyada eşi benzeri görülmemiş bir biçimde, trajik bir düzeyde diller yok edildi. Bu durum, kapitalizmin karakterinden dolayı ortaya çıktı. Kapitalizm tüm dünyanın ve toplumların değerlerini pazara sunar. Bu rekabette güçlü olan kişi, sınıf ve etnisiteler ayakta kalırlar. Geriye kalanlar ise ya köleleştirilir, ya da yok edilir. Ve eğer bu mücadeleyi yitirdiyseniz, diğer değerleriniz gibi dilinizi de yitirirsiniz. Çünkü kapitalizm aynı zamanda dil katilidir ve dünyanın birçok yerini diller mezarlığına dönüştürmüştür.

YA DİLİNİZ, YA TOPRAKLARINIZ!

Bu bağlamda İrlanda örneği dikkat çekici bir örnektir. Evet, sanayi devriminden evvel, 17. yüzyılda yaşanmıştır ancak sonuç olarak ekonomik açıdan bir tahakküm ilişkisi söz konusudur. İşgalci İngiliz yönetimi isyancı İrlanda’nın ekonomik altyapısını çökertmek için, Protestan olmayı toprak sahipliği için şart koşmuştur. Bu durum Katolik olan ve Gaelic anadiline mensup İrlanda aristokrasisinin gücünü kırmıştır. Elbette bu yolla protestanlığın yayılması teşvik edilmiş ve beraberinde İngilizcenin yayılmasına olanak sunulmuştur. Protestanlık ve İngilizce kolonizasyon için Britanya Krallığının iki işlevsel silahı olmuşlardır ve hep atbaşı ilerlemişlerdir. Toprak mülkiyetinin isyancı bir etnisiteye karşı kullanılması dünyanın başka yerlerinde de görülmüştür. Osmanlılar, Balkanlarda, özellikle de Bosna Hersek’te bu stratejiyi ‘başarılı’ bir içimde yürütmüşlerdir. Bu örnekte, toprak sahipliği için Müslümanlık dayatılmış ve bu durumdan dolayı birçok varsıl Sırp Müslüman olmuştur. Bugün Boşnak olarak anılanlar aslında o dönem topraklarından olmamak için Müslümanlığı kabul eden Sırplardır.

Ancak toprak mülkiyetini bir dine mensup olmaya bağlayan bu fermanlar çok yaygın değillerdir ve doğrudan bir dilin yok edilmesinin sebebi değillerdir. Ve Balkanlardaki örnekten de anlaşılacağı üzere, bunu uygulayan egemenin güçlü bir dili yoksa o ülkede konuşulan dile etkisi de olmaz. Dillerin marjinalleşmesi kapitalizmin gelişimi ile başlamıştır ve sanayi devrimi ile öldürücü bir düzeye çıkmıştır. Fabrikalardaki aşırı sömürü koşullarında çalışan farklı dil, lehçe ve ağıza sahip işçilere standart bir dil konuşmak dayatılmış, bu da dil farklılığının ölüm fermanı olmuştur. Ve elbette o aşamanın sonrasında eğitim, sağlık, medya ve diğer kamusal hizmetler artık standart dil üzerinden örgütlendirilmiştir. Batı Avrupa kapitalizminin gelişim tarihi üzerinden aynı zamanda hegemon dillerin gelişim tarihini ve diğer dillerin gerileme tarihini de okumak mümkün

Konuyla ilgili en sancılı örnek kuşkusuz 1849 sonrası kıtlıkla yüz yüze kalan İrlanda’dır. ‘Patates Kıtlığı’ olarak adlandırılan kıtlık sonrasında bir milyondan fazla insan öldü, yaklaşık iki milyon kişi de ülkesini terke etmek zorunda kaldı. Kıtlık en çok Gaelic dilini konuşan bölgede etkili oldu ve kıtlık sonrası tamamen takatsiz kalmış halk, kendi dilini konuşmayı bırakmak zorunda kaldı. Artık yalnızca İngilizce konuşanların iş bulma imkanı vardı ve bu da Gaelic dilinin o zamana dek süren prestijini yerle bir etti.

GÖÇ EDEN KÜRTLER, KENTLERDE MECBUREN DİLLERİNİ YUTTULAR!

Merkezi güçlerin baskı ve şiddetine maruz kalan bölgeler, bu devletlerin sınır hatlarında sürekli bir savaş ve kargaşa bölgelerine dönmüşlerdir. Dilsel asimilasyon programları çoğu kez askeri işgalle, siyasi ve ekonomik istikrarsızlıkla birlikte yürütülmüştür. Bu da beraberinde bu bölgelerden göçleri getirmiştir. Bu süreç İrlanda, İskoçya, Korsika ve bir düzeye dek Bask ve Güney Tirol’da gözlenebilir.

Söylemekte yarar var; günümüzde tüm bu bölgelerde siyasi meseleler bir şekilde çözüme kavuşmuş ve artık göç durmuştur. Maalesef Kürt illerinde –her ne kadar elimizde sayısal veriler olmasa da- göç devam ediyor ve öyle görünüyor ki sürecek de. Burada en acı verici gerçek şu ki yukarıda adı geçen ülkelerde en az 150 yıllık bir zaman diliminde ortaya çıkan sonuçlar, Kürt coğrafyasında 20 yıl içinde ortaya çıkmıştır. Dünya üzerinde hangi dil olursa olsun, eğer bu kadar kısa süre içinde dili konuşanların yarıya yakını yerini ve yurdunu terk ederse ayakta kalması artık kolay olmaz. Çünkü göç -iç göç veya dış göç- doğrudan dilin varlığına etkide bulunur.

Ancak 1990’larda gerçekleşen göçleri ve sonrasındakileri birbirinden ayırmamız gerek. Bazı küçük kentler hariç, Kürt illeri Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra adım adım Türkçe konuşan kentlere dönüştüler. Kürt köylülerinin zorunlu göçü, öncelikle Türkçenin Kürt illerindeki egemenliğini kırdı ve Kürtçe için konulmuş sınırları dağınık hale getirdi. Birçok farklı bölgeden, farklı lehçe, ağız ve gündelik alışkanlığa sahip Kürtler devlet güçlerinin baskısı sonucu kentlere göç etmek ve aynı sokakta komşu olmak zorunda kaldılar. Kürt tarihinde ilk kez farklı bölgelerden kır nüfusu ile kent nüfusu geniş kitleler halinde etnik bir dayanışma gösteriyordu. O zamana dek yalnızca Kürt örgütlerinin politik argümanı olan ulusal kimlik, bu sancılı süreçte kendini gösteriyordu. Ve en önemlisi de, kırdan gelen göç dalgası ile beraber dil, anti-kolonyalist ve bağımsızlıkçı argümanlarla birlikte bu kimliğin bir parçası olarak yerini alıyordu. Elbette bu fiili bir biçimde gerçekleşiyordu ve Kürt hareketinin hiçbir zaman amacı haline gelmedi, yaptığı şey bunun üzerinden mücadeleyi yükseltmekti. Bu dönemde ne ulusal kimlik için bir formülasyon, ne de bir dil politikası ortaya çıktılar. Ve bu kitleselleşme ve kentlerin Kürtçeleşmesi sürecinde hareket Türkçe kullanımını sürdürdü. Öyle görünüyor ki 2000 yılı sonrası Kürt kır nüfusunun dile dair direngenliği kentlerde kırıldı. Geniş kır göçüyle kentlerde ciddi kırılma yaşayan Türkçe, adeta kendine geldi ve bu kez çok acımasız bir şekilde Kürtçeden öç aldı. Bu andan itibaren Kürtçenin kente yerleşme öyküsünün önünde kapılar tamamen kapandı. 9-10 yılda meydana gelen bu korkunç durum, önemli bir araştırma konudur. Konuya dair legal Kürt siyasetinin ve ilgili diğer kurumların sorumluluğu merkezi ve yerel düzeylerde ortaya konmalıdır.

Kürt hareketinin bu kitlelerin ekonomik sorunlarını, sağlık, eğitim vb. alanlara dair sorunlarını çözme gücü, kabiliyeti ve çabası yoktu. Bu da, bu göçmen kitlelerin devlet projelerine terk edilmesine neden oldu. Devlet kentlerde yüzlerce meslek kursu, okuma ve yazma kursları açtı. Uluslararası örgütlerin desteği ile kız öğrenciler için eğitim kampanyaları düzenlendi. Valilik ve kaymakamlıklar ekonomik destek yardım bahanesiyle on binlerce aileye ulaştılar. Yeşil kart elde etmek için çaresiz kalan aileler devletle ve onun yerel temsilcileri ile ilişki kurmak zorunda kaldılar.

Ve elbette tüm bu imkanlardan yararlanmak için Türkçe bilmek şarttı. Yanı sıra iş arama çabası Kürtçe konuşan kır nüfusuna Türkçe konuşmayı dayatıyordu. Bu nedenle Kürtçenin kentlerde yitimi kentlerin güçlü ekonomisinden değil, Kürtçe konuşan göçmenlerin çaresizliğinden, hatta açlığından kaynaklanıyor. O kadar çaresiz ki asimilasyonu düşünemeden dilinden oluyor. Maalesef şimdiye dek bu asimilasyon çarkı şimdiye dek halkı temsil ettiklerini ve aydın olduklarını söyleyenlerce sorun olarak ele alınmadı.

NEDEN YOKSUL KÜRTLER, VARSILLARDAN DAHA ÇOK KÜRTÇE KONUŞUYOR?

Dergi yazıyı benden isterken Sosyopolitik Saha Araştırmaları Merkezi’nin bir çalışmasından bahsettiler, ben de dönüp baktım. Söz konusu çalışmanın sonucuna göre kentlerde yoksul sınıf, orta sınıftan daha fazla Kürtçe konuşuyor. Öncelikle şunu söylemek isterim ki bu, son 10 yılda Sosyopolitik Saha Araştırmaları Merkezi’nin dil ile ilgili yaptığı kuşkusuz en önemli anket çalışması. Bu süre zarfında Kürt illerinde yüzlerce anket çalışması yapıldı ancak bir tek sosyolinguistik anket çalışması yapılmadı Kürt kurumları tarafından. Yani böylesi çalışmalar ile bilimsel bir teşhis konulamadığı için Kürtçenin giderek yok olmasının önüne geçecek çözümler üretilemedi.

Gelelim asıl soruya: Neden yoksul sınıf, orta sınıftan daha fazla Kürtçe konuşuyor? Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor ki kentlerde yukarı doğru toplumsal mobilizasyon Türkçe ile gerçekleşiyor. Kentlerde Türkçenin itibar ve fonksiyonları Kürtçeye göre daha fazla. Bu nedenledir ki bir kimse veya aile ekonomik açıdan daha iyi imkanlara kavuştuğunda, toplumsal yaşamında, bu yaşamın mekanlarında doğrudan Kürtçeden uzaklaşır, Türkçeye yönelir. Bu çark o kadar kusursuzca işler ki insan fark etmeden gerçekleşir ve sürekli tekrarlarla normalize olur. Toplumsal sınıflar nezdinde gerçekleşen bu mobilizasyon, fiziksel bir biçimde ya da mekanlar üzerinden de görülebilir. Diyarbakır’da Bağlar, Huzurevleri ve Sur gibi yerleşim yerlerinden 75 metrelik yol ve çevresi, yeni otogar ve çevresi gibi lüks yerlere taşındığında Kürtçe kullanmayı terk eder. Ev içinde bir süre daha Kürtçe kullanılıyor olabilir. Ancak yüksek güvenlikli lüks siteler ve bunların çevresinde Türkçe konuşmak olağanlaşmış bir toplumsal norm halini almıştır. Ve maalesef artık hiç kimse, hiçbir güç kolaylıkla Türkçeyi çıktığı bu tahttan indiremez.

Toplumsal statünün yükseltilmesi yoksul sınıftan orta sınıfa doğru gerçekleşiyor ve bu, daha Türkçe konuşulan mekanlara doğru hareket ile ilerliyor. Bu durum siyasi, toplumsal ve ekonomik sistemin bir sonucu ve durdurulması mümkün değildir. Biri dili bilmek ile ekonomi arasındaki ilişki dünyanın her yerinde birbirine benzer. Anadillerini kullananlar, devletin hegemon dilini konuşanlardan daha yoksuldur. Yalnızca İngilizce, Fransızca, İspanyolca veya Türkçe gibi hegemon dillerden birini konuşanlar, çokdillilerden daha zengin. Hegemon dillerden birini iyi kullanan biri, o dilin siyasi, toplumsal ve ekonomik avantajlarından dolayı, 2 hatta 3 dil bilenlerden daha zengin. Bu, aşikar bir toplumsal adaletsizliktir.

SİYASİ ORTA SINIF, ASİMİLASYONLA İŞ BİRLİĞİ YAPTI!

Ta başından beri Kürt coğrafyasındaki legal siyasi harekette elitler öncü olmuştur. HEP’ten HADEP’e, oradan HDP’ye durum budur. Hatta başlangıçta bu siyasetin kalbinde varlıklı kişilerin olması dikkati çeker. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, burada da kent yoksullarının siyaset ile ilişkisi kurmasının imkanları yoktur. Kendisine burjuva sınıfının öncülük ettiği orta sınıfın amacı da, Kürt siyasetinin legalleşme sürecinde görünür oldu. Kürt davasına olan sempatilerinin yanında, amaçları siyasi ve ekonomik fırsatlar elde etmekti. Seçimlerde artan oy oranları ve özellikle de belediyelerde iktidara geliş, bu fırsatları yeterince ortaya çıkardı. Az önce de belirttiğim gibi bir sempatileri vardı, ancak bunun ötesinde Kürt davası için belirlenmiş bir programa sahip değillerdi ve siyasi ve entelektüel formasyonları buna yetmiyordu.

Bu nedenle siyasi ve ekonomik fırsatlar elde etmek için tamamen Kürt hareketine mecbur idiler. Yani Kürt hareketi ile ilişkilerinin iş birliği temelinde değil, biat temelinde olduğunu belirtmek istiyorum. Elbette ne dilin korunması konusunda ne de Kürt sorunuyla ilişkili diğer sorunlara dair bir proje veya fikirleri vardı. Eğer böyle olmasaydı Kürt halkının büyük mücadelesinin ortaya çıkardığı imkanlar bir Kürt rönensansının temelini oluşturabilirdi. Çünkü devletin 70 yıllık inkar ve asimilasyon politikalarında büyük kırılmalar meydana gelmişti. Bu başarı üzerine dil, akademi, yayıncılık, kültür, sanat vb. meselelerde ulusal bir program geliştirilebilirdi. Ancak orta sınıfın Kürt hareketi ile oturup bu stratejik konuları tartışacak gücü ve formasyonu yoktu. Onun yerine çıkarları doğrultusunda kendilerinden ne istendiyse onayladılar ve sonuç olarak bugüne geldiğimizde Kürt diline dair yararlı bir şey yapılmamış oldu.

Yaklaşık 20 yıl boyunca Kürt hareketi adına, orta sınıfın elinde onlarca belediye vardı. Hatta orta sınıfın en çok bu dönemde belediyelerin imkanları ile palazlandığını söylemek yanlış olmaz. Bu dönemde kentler iki-üç kar büyüdüler ve başta inşaat ve imar olmak üzere birçok alanda orta sınıf büyüdü. Elbette bu ekonomik gelişim kent hayatının dili olan Türkçe ile gerçekleşiyordu. Ve zaten hareketin dil konusunda farklı bir şey yaptığı da bu çevrelerden bir isteği de yoktu. Özellikle kentlerdeki ve merkezi ilçelerdeki belediyelerin Kürtçenin toplumsal prestijinin yükseltilmesi konusundaki rolü hayati önemdeydi. Belediyelerin yönetimleri, kendi çalışmalarının dili olarak Kürtçeyi belirleyebilirlerdi. Bunun için hukuki bir reform veya devletin desturunu bekleyemeye gerek yoktu. Bu, fiili bir biçimde gerçekleştirilebilirdi. Örneğin, o zamanki bir araştırmaya göre Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nde çalışanlar arasında Kürtçe bilme oranı %98 idi! Halkla kurulan ilişkiler ve tüm çalışmalarda Kürtçe kullanılabilirdi. Belediye başkan adayları ve belediye meclis üyeleri ve hatta çalışanlar için Kürtçenin lehçelerinden birini bilme şartı konabilirdi.

Ben Kürtçenin yitimi konusunda yalnızca orta sınıfın sorumluluğunu tartışmıyor, bunda yalnızca onun rolü olduğunu ifade etmiyorum. Kürtçe karşısındaki bu tutumu ile devletin asimilasyonist politikaları ile iş birliği yaptığını söylüyorum. Kürt elitler genel ve yerel siyasette, Kürtçeyi kendi çıkarlarına kurban ettiler. ‘Hiç mi bir şey yapmadılar’ diye sorulursa evet, bazı dil kursları açtılar ve tabelalarını Kürtçe-Türkçe hale getirdiler. Bu kadarı devede kulak bile değil ve belediyelerin Kürtçenin korunması meselesinde bir politikaya sahibi oldukları anlamına gelmez.

Bir dönem ben de modellere dair kafa yorardım. Maalesef artık konu model değil, Kürtçenin korunmasının karşısında duran bu tutumdur. Dünyanın en iyi modelini de sunsanız, orta sınıf olarak adlandırdığımız ve bahse konu kentlerde asimile olmuş kitleler ile elbette kendileri için Kürtçenin bir prestijinin kalmadığı diğer kitleler karşı çıkarlar. Eğer daha can yakıcı gerçeği de söylemek gerekirse: Kürt coğrafyasında dil alanında kolektif bir intihar gerçekleşmekte, sürecin içinde de tüm elit Kürtler yer almaktadır. Artık Kürtçe, Kürt kimliği için taşıdığı anlamı hızla yitirmektedir. Bu, Kürtçe olmadan da bir Kürt kimliğinin mümkün olduğu anlamına gelmektedir. Eğer dünyadan bir örnek vermek gerekirse; İrlanda’da 150 yılda gerçekleşen süreç Kürt coğrafyasında 20 yılda gerçekleşmiştir. Öte yandan şimdiye dek Kürt hareketi ne dekolonizasyon ve dilin bu konudaki rolüne dair bir tartışma yürütmüş, ne de bu konuda açık bir tutum sahibi olmuştur.

Öte yandan, Kürt hareketi ve tüm elit Kürtler samimi bir biçimde Kürtçenin korunması konusunda karar alsa dahi yetmez. Kürt coğrafyası yaklaşık 40 yıldır çatışma alanı ve sonucunda siyasi ve ekonomik istikrar imkanı ortadan kalkmış durumda. Son olarak 2015’teki çatışmalı süreç sonucunda, Kürtçenin klasik kalelerinden yüzbinlerce insan göç etti. Belediyelere kayyum atandı. Baskı üst düzeye çıktı. Tüm bunlardan sonra artık Kürtçenin varlığı veya yokluğu Kürt temsilcilerinin kararlarına bağlı değil. Ancak bu, hiçbir şey yapılamayacağı anlamına gelmez. Ancak mevcut durumda hiçbir örgüt ve çevre kendi başına bir sonuç elde edemez. Şu anki durum ve yazı boyunca bahsettiğim sürece dair serbest bir tartışma yürütülmeli ve yeni durum için realist formülasyonlar geliştirilmelidir.

*Bu yazı Dilop Dergisi’nin 16. sayısında (Eylül-Ekim 2020) yayınlanmış, Reşo Ronahî tarafından Kürtçeden kısaltılarak çevrilmiştir.


Evrensel Gazetesi

Yorumlar kapatıldı.