İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Dersim’in kara günü: 4 Mayıs

Gerçekler inatçıdır. Muktedirler belki bir süre üzerlerine kara bir şal çekip, karanlıkta tutabilir. Ancak ne yapılırsa yapılsın, gün olur gerçekler harekete geçer.

Hasan Hayri Ateş

SORUN GÖRÜLEN DERSİM’İN KADİM TOPLUMSALLIĞIDIR

Dersim 1937-38’de olmuş bitmiş bir süreç değildir. Israrla sürdürülen inkârcı politikalara bakıldığında, Dersim’in hâlen kültürel bağlamda hâlledilmesi gereken bir sorun olarak görüldüğü, çok açıktır.

Kadim Dersim, Kürt-Zaza-Alevi-Kızılbaş itikadının serçeşmesi olup, kendine özgü bir kültürel havzadır. Bu havzada otonom bir yapıya sahip olan sosyal ve kültürel doku yüzlerce yıl çok yönlü ağır bir kuşatma altında tutulmuş, ancak uzun zaman hedeflenen sonuçlara ulaşılamamıştır. Nitekim, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, 1935’te Tunç-Eli Kanunu üzerine yaptığı konuşmada, “Bizim Dersim meselemiz Yavuz’dan bu yana mecvuttur,” diye dile getirmiştir.

Şükrü Kaya’nın söylemi, Dersim’e nasıl bir garezle bakıldığının itirafıdır. Bu anlayış 1935 yılına kadar hazırlanan çok sayıda raporla da ortaya konulmuştur.

Müşür Zeki Paşa ve Anadolu Umum Müfettişi Şakir Paşa tarafından, sarayın isteği doğrultusunda 1896’da hazırlanan rapor, Dersim’in ıslahı konusunu içeren ilk ayrıntılı belge olarak kayıtlara geçmiştir. Raporda, Dersim toplumunun inancı asayişsizliğin nedeni gösterilmiş, toplumsal dokunun kültürel olarak dönüştürülmesinin önemi dile getirilmiş; “Cehaletin önlenmesi, batıl inançların düzeltilmesi, Nakşibendi tekkelerinin açılması” önerilmiştir. Gene devletin bölgede hakimiyetini sağlamlaştırmak için aşiretler arası çelişkileri körüklemesi, önemli bir hedef olarak belirlenmiştir.

Raporun içeriği göstermektedir ki, Dersim’deki hâkim kültürel yapının üstesinden gelmek, Osmanlı’dan beri değişmeyen bir politika olarak benimsenmiş, Türklük ve Hanefilik temelinde etnik ve dini olarak homojen bir toplum yaratmak isteyen İttihatçılar ve Kemalistlerce miras alınarak sürdürülmüştür.

1933’te Jandarma Umum Komutanlığı’nın hazırladığı raporda, “Eğer Yavuz’un garazı Dersim’in yalçın dağları içine girebilmiş olsaydı, herhâlde Dersim’i bugün maddi ve manevi başka bir yol üzerinde görürdük,” denilmektedir. Aslında bütünüyle murad edilen budur. Dersim’i maddi olarak Türkleştirmek, manevi olarak da sünnileştirmek… Toplumsal hafızada Tertele‘38 olarak yer alan fiziki kırım, uzun erimli bu tarihsel sürecin son halkasıdır.

HALVORİ KAVLİ VE MEŞRU MÜDAFAA

Bakanlar kurulunca 4 Mayıs 1937’de alınan Tunceli Harekât Kararı, kadim Dersim’i tarihe gömme, Yavuz’dan beri başarılamayanı nihayete ulaştırma hamlesidir. Öncesinde sonuçsuz kaldığı söylenen kırk büyük harekâtın en kanlı rövanşıdır.

Ulus devletler, provokasyonlar yaratarak, halkları katliamlardan, soykırımlardan geçirmekle fazlasıyla sicillidir. İttihatçılıkla başlayan, cumhuriyetle sürdürülen devlet geleneği de bundan geri kalmamıştır. Dersim Tertelesi’ne bahane yapılan provokasyon ise, Pax Köprüsü’nün yakılması ve Halvori buluşmasıdır.

“Halvori toplantısında isyan kararı alınmış, köprü yakılmış, isyanın fitili ateşlenmiştir. İsyanı bastırmak ise her devletin meşru hakkıdır…” ‘90’ların başlarına kadar hâkim anlatı böyleydi. Böyle konuşuldu, yazıldı, çizildi.

Lakin, hakikat şudur: 1936’da on beş aşiret ileri geleni, Elazığ’da Umum Müfettiş Alpdoğan’la buluşur, görüşmeler yapar ve akabinde tüfekler teslim edilir. Kanun kaçağı denilenlerin de bir kısmı teslim olur. Nitekim Alpdoğan Umum Müfettişler Toplantısında (1), o yıl kayda değer bir asayişsizliğin yaşanmadığını aktarmıştır. Dersim’de sükûn hakimdir.

Elazığ iddianamesine de durum şöyle yansır: “Yüksek Mahkeme’nin faaliyete geçtiği 1936 Mart başından 1937 Mart’ına kadar miktarı gittikçe tenakus (azalmak) etmek üzere bütün vilayet dahilinde vuku bulan zorla mal alma suçu 23 ve katl 18’dir. Kanunun ilk tatbik senesine ait olan bu rakamlar Tunçeli’nin asayiş noktasından dünyanın en bahtiyar köşeleriyle yan yana baş başa yürüme istidadına (yeteneğine) bizi inandıracak bir belagatı haizdir.” (2)

Hâl böyleyken verilen sözler tutulmaz. Kurt artık kavlini bozmuştur. Pax Köprüsü’nün yakılması olmasa bir başka bahane bulunacaktır. Sey Rıza ve diğer ileri gelenler bunu çok önceden anlamıştır. Gelecek olan felaketi savuşturmak için, her türlü çabayı sergilemekten geri kalmazlar. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, 1925’te Şark Islahat Planı ile hedefe konulmuş, 1926’da “cumhuriyet hükümeti için kesilip atılması gereken çıbandır” diye mimlenmiş, 1934 Mucburi İskân Kanunu ile mutlak suretle göçertilmesi kararı verilmiş olan Dersim’in fermanı çıkartılmıştır. Yavuz Selim’in garazı ile bileylenmiş intikam kılıcı kuşanılmış, başaramadığını başarmaya and içilmiştir. Geri dönüşü yoktur.

Devletin harekete geçeceği anlaşıldığından, 1937 Mart’ında iç Dersim’de, Sey Rıza’nın da olduğu yedi aşiretin ileri geleni Halvori gözelerinde buluşur. “Belli ki devlet üzerimize ordular sürecek, bu durumda kendimizi müdafaa etmekten başka çaremiz yok,” diyerek kavilleşirler. Tüfekler teslim edilmişse de, elde kalmış çakar almazlarla kendilerini müdafaa etmeye karar verirler.

20 Mart 1937’de Pax Köprüsü’nün yakılmasıyla isyan başladı denilse de, bu söylemin gerçeği yansıtmadığı, bugün açığa çıkmıştır. Bu dönemin basınını inceleyen Taha Baran, “14 Haziran 1937’de İsmet İnönü’nün Meclis’te yaptığı konuşmanın ertesi sabahı, yazılı basında Dersim olayları yer almaya başladı,” diyor. Bu ana kadar tek bir haber yapılmamıştır. Bu da gösteriyor ki olaylar esas olarak 4 Mayıs’ta alınan harekât kararı sonrasında cereyan etmiştir.

Daha ilk anda bir aşiret geri çekildiğinden, harekâta karşı meşru müdafaada bulunan altı aşirettir. Üstelik Sey Rıza’nın Abasan Aşireti dahil, hiçbir aşiret direnişe yekvücut katılamaz, kendi içlerinde parçalıdırlar. Sayısı kırkın üzerinde olan diğer aşiretler de tarafsız ve de kayıtsız kalır. Bunlar devlet tarafından muti (biat etmiş) aşiretler diye kaydedilir.

1937’nin nasıl sonuçlandığı biliniyor. 18 Eylül’de, Başbakan İsmet İnönü Meclis’te yaptığı konuşmada, Dersim meselesinin kökten hâlledildiğini ve askeri harekâtın amacına ulaştığını belirtir. İnönü’ye göre, devlete asi olduğu söylenen altı aşiret, ileri gelenleriyle bertaraf edilmiş, ordular Ankara’nın sokakları gibi her yeri çiğneyip geçmiştir. Fakat Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak ve Şükrü Kaya aynı görüşte değildir. Derken, İnönü istifaya zorlanır, görev Celal Bayar’a verilir.

Bizzat Mustafa Kemal’in Elazığ’da olduğu 14 Kasım gecesi de idamlar gerçekleşir. Atatürk’ün o gece Elazığ’da olduğunu, şehre 26 km. mesafedeki Gölcük’te (Hazar Gölü) sabahladığını, Mehmet Kaya-Ergün Öz Akçora Dergi Park’ta yayınlanan makalelerinde dile getirmektedirler. Bu konuda en önemli kaynak ise Mehmet Topal’ın Atatürk Elazığ’da kitabı ve dönemin basınıdır.

Dolayısıyla mevsim nedeniyle ara verilse de, askeri harekât son bulmaz ve asıl büyük kırım ertesi yıl, muti diye kayıtlara geçirilen aşiretlerin yaşadığıdır. Böyle olduğu içindir ki, bu süreç tarihe ’38 diye geçmiştir. ‘37 taktiksel olarak altı aşiret ile sınırlı tutulurken, ‘38’de tertele ile kök kazıma hedeflenmiştir.

Bunlar artık bilinen hususlardır. Üzerinde çokça yazılıp çizilmiştir. Fakat gün vesilesiyle bir kez daha hatırlamak gerekiyor. Raphael Lemkin’in kavramsallaştırarak, teorik çerçevesini çizdiği soykırımı oluşturan tüm fiiller, 1938’de yaşanan kırım ve ardından gelen uygulamalarla fazlasıyla hayat bulmuştur.

“Ufak bir ayaklanmayı bastırmak amaçlanıyordu. Gittik, hedef doğrudan Dersim’di. Havadan ve karadan harekât yapıldı.” (3)

“1938’de haydutların sığındığı, ağızları mazgallı taş duvarlarla kapatılmış mağaralar, cesur askerlerimiz tarafından kuşatılmış, top ve makineli tüfek ateşinden başka istihkam müfrezesi tarafından tahrip kalıpları atılmak suretiyle, mağaralar tahrip edilerek içindekiler öldürülmüş, can havli ile dışarıya fırlayanlar da ateşle imha edilmişti.” (4)

Albay İbrahim Hulusi Yahyagil ise, Necip Fazıl Kısakürek’e kendilerine “canlı bir şey bırakmayın” diye emir verildiğini söylemiştir.

“Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu, zehirli gaz kullandı, mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler.” (5)

“Şimdi Türk misyoneri olarak yatılıları özümseyeceksin, Atatürk’ün isteği bu. Bunu herhangi bir kimseye hissettirmek halkı gücendirir.” (6)

Sonuçta küçük çocuklara evlatlık diye el konulur, daha büyük kızlar Sıdıka Avar emrinde Türkleştirme amaçlı Elazığ Kız Ensitüsü’ne gönderilir. Bütün bunların üzerine de, kalanları topraklarından sürmek eklenir…

VE YÜZLEŞME

Her zaman söylendiği üzere, gerçekler inatçıdır. Unutulmaya ve unutturulmaya karşı direngendir. Muktedirler belki bir süre üzerlerine kara bir şal çekip, karanlıkta tutabilir. Mağduru susmaya zorlayabilir, geniş kesimleri ürettikleri yalanlara inandırabilir. Ancak ne yapılırsa yapılsın, gün olur gerçekler harekete geçer, HAKİKAT gün ışığına kavuşur.

Nitekim Dersim meselesinde de böyle oldu. Bugün artık HAKİKAT bütünüyle açığa çıkmış bulunuyor.

Dersim politikası Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kesintisiz bir süreklilik içinde devam etmiştir. Cumhuriyet döneminde ise sorunun kökten hâlli için Türkleştirme planı olan Şark Islahat Planı ve Zorunlu İskân Kanunu ile karar verilmiştir. Ancak harekete geçmek için 1937 yılına kadar uygun koşullar oluşmamıştır.

Önemli olan gerçeklerle yüzleşebilmek ve yaşananların nedeni politikalardan rücu etmektir.

23 Kasım 2011’de dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çıkışı, samimiyetten uzak olsa da, Dersim ‘38 Tertele’sinin devletin en üst merciince itiraf edilip, kabul edilmesi bakımından önemlidir. “Dersim yakın tarihimizdeki en acı, en trajik olaylardan biridir. Dersim aydınlatılmayı, cesaretle sorgulanmayı bekleyen bir faciadır. Dersim’de sayısı bilinmeyen binlerce insanın, kadın ve çocuğun katledildiğini, zorunlu göçe başvurulduğunu (…) Devlet adına özür dilemek gerekiyorsa ve böyle bir literatür varsa ben özür dilerim ve diliyorum” diyordu Erdoğan.

Ne var ki Erdoğan’ın çıkışı, beraberinde inkârcı ve tekçi politikalardan rücu etmeyi getirmedi. O günden bu yana, Dersim açısından olumlu sayılacak tek bir adım atılmadığı gibi, toplumsal yaşam çok daha ağır bir kuşatmaya alındı.

1896’da Zeki ve Şakir Paşalar tarafından önerilen Nakşibendi Tekkeleri, hiçbir zaman kurulamadı. 12 Eylül’ün Valisi Kenan Güven’in binlerce Dersimli çocuğu zorla İmam Hatip Okulları’na göndermesi, köylere kadar coğrafyayı camilerle donatması da amacına ulaşamadı. Hakeza Munzur Koleji gibi cemaat okullarının faaliyetleri de sonuçsuz kaldı.

Ancak bugün kültür kırım politikaları çok katmanlı bir boyuta kazanmıştır. Tarikatlar devletin her türden desteğiyle, Dersim toplumunun tepesine çullanmış bulunuyor. Üniversite, inancı başkalaştırma faaliyetini dizginsiz yürütüyor. Dil kırımı ölümcül bir safhaya ulaştırılmışken, arkasından inanç kırımının da nihayetlendirilmesi hedefleniyor. Kaldı ki Ocak-Talip-Pir-Mürşit ilişkisine dayalı inanç yapısının tarihsel dokusu büyük oranda kadim bağlamından koparak, dumura uğramış, ritüellerin kuşaklar üzerinden aktarım kanalları kopmuştur.

Açıkçası dünden bugüne sorun görülen Dersim’in kadim toplumsallığına, Alevi Kızılbaş itikadına karşı sergilenen tarihsel garaz, bir rövanş anı yaşıyor.

Dolaysıyla devletin, siyasi çevrelerin ve Türkiye toplumunun durumu, Dersim meselesi ile yüzleşmekten uzaktır. Durumun ne kadar vahim olduğu, daha birkaç gün önce Ermeni meselesine karşı sergilenen tutumla bir kez daha ortaya çıktı. HDP haricindeki tüm kesimlerin, hakikatlerin üzerine serilen kara örtünün altında nasıl birleştiklerini bir kez daha gördük. Sergilenen ırkçı hezeyanlar, kin, öfke ve nefret endişe vericidir.

Hâl böyleyken Dersim bakımından kritik hâle gelmiş gidişata karşı, öncelikle kendi kendiyle yüzleşme ihtiyacı, bir mecburiyettir. Çünkü kadim Dersim, Dersimliler cephesinde de gün geçtikçe kadimliğinden koparak bir kültürel gerçeklik olmaktan çıkmakta, önemli oranda salt bir söylem konusuna dönüşmektedir. Ancak bu söylemin kendisi de hayli sorunludur. Dersim adına, diline, itikadî yaşamına ve kökenine yüklenen anlamlar ve tanımlamalar bağlamında dahi, bir genel mutabakat ne yazık ki yoktur.

Yaşanan çok yönlü parçalanmışlık aşılmadan, gidişat durdurmak zor olacaktır. Dolayısıyla bir bütün Dersim’i kurum, çevre ve şahsiyetlerin ortak paydada birlik olması, birlik içinde ortak tutum geliştirmesi yaşamsal önemdedir.

  1. Umum Müfettişler Topaltı Tutanakları, Dipnot Yayınları
  2. Faik Bulut, Dersim Raporları.
  3. Sabiha Gökçen, Nokta, 28 Haziran 1987. Aktaran Faik bulut-Dersim Raporları
  4. Faik Bulut, Dersim Raporları
  5. İhsan Sabri Çağlayangil, Anılarım
  6. Sıdıka Avar, Dağ Çiçeklerim

Gazete Duvar

Yorumlar kapatıldı.